
Cumartesi, Aralık 29
mutlu yıllar!

Çarşamba, Aralık 26
şeytan kumaşı-çizgilerin ve çizgili kumaşın tarihçesi


(…) Çizgi sorunu, herhangi bir toplumdaki sosyal ve görsel unsurlar arasındaki ilişkiler konusunda bir sorgulamaya sevk ediyor insanı. Neden batıda uzun yıllar boyunca sosyal sınıfların büyük bir kısmı kendilerini ayrıcalıklı bir biçimde görsel kodlarla ifade ettiler? Görme olgusu, işitmeden ya da dokunmadan daha mı etkili? “görmek” sınıflandırmak mıdır?
(…) Çizgi beklemez, hareketsiz kalamaz. Sürekli bir hareketlilik içindedir. Çizgi, dokunduğu her şeye hayat verir, arkasında rüzgar varmış gibi durmadan ilerler. Ortaçağ’da, insanların geleceğini altüst eden yazgı sık sık çizgili elbise giyerdi. Bugün teneffüse çıkmış bir koridorda üzerinde çizgili giysiler olan öğrenciler diğer öğrencilere göre daha hızlı koşuyor (adidas, tüm dünyada satılan giyecek ve ayakkabılarında bulunan birbirine pararlel üç şeritli amblemi seçmekle yanılmadığını gösterdi. Bu üç şerit aynı zamanda sürat ve sportif performansı simgeliyor.)
S:14
S: 23
(…) Çizgili (Ortaçağ Latincesinde “virgulatus, lineatus, fasciatus, vb.) ve farklı (varius) bu bağlamda bazen eşanlamlı olmuşlardır. Ve bu eşanlamlılık çizginin aşağılayıcı yönünü betimliyor genelde. Ortaçağ kültürü için farklı demek, erdemsiz demekti, kirli demekti, saldırgan demekti, ahlaksızlık veya aldatma demekti. Farklı olarak nitelendirilen bir insan kurnaz veya yalancı demekti, acımasız demekti, hasta demekti, akıl ya da amansız bir deri hastalığına yakalanmış demekti.
S:35

S:36
(…) Modern çağla birlikte çizgide sürekli olarak yeni bir düzene geçildi. Çizgi, eski özelliklerinin hiçbirini kaybetmeden yeni şekiller ve anlamlar kazandı.
S:49
(…) Düşey çizgi modasının yeni bir çıkış yapması için yüzyılın sonunu beklemek gerekti. Özellikle de 1500’lü yılların dönüm noktasını. Zaman değişiyor ve bu “modern” çizgiler, kendilerinden öncekilerin üzerine yapıştırılmış utanç damgasını yavaş yavaş silmeye başlıyorlardı. Bazı hükümdarlar buna öncülük ederek , hırkalarının üzerinde portrelerini yaptırıyorlar ve çizgili cübbe giyiyorlardı. Sonra da prensler onları taklit etmişlerdi. Oysa yatay çizgi uzun süre hizmetçi ve kölelere has bir özelliğin simgesi oldu.
İspanyol modalarında, özellikle erkek giysilerinde, çizgilerin birbirine karıştığı küçük bir pencere açılması uygun görülmüştü. Genelde gösterişsiz ve sıradan olan bu Caravagiovari çizgiler, birbirlerine toprak rengi ile kahverenginden, siyah ile menekşeden, bazen de yeşil ile altın renginden dönüşüyorlardı.
S:59

S:64-65
(…) Bu arada tutukluların ve kürek mahkumlarının çizgili giysilerinin gerçek hikayesini belirlemek zordur. Bu giysilerdeki çizgiler de Amerika’dan gelmiş görünüyorlar. Bu giysilerin ilk defa, 1760’lara doğru yeni Dünya kolonilerindeki suçları ağır olan kürek mahkumlarında görüldüğü söylenmektedir. (…) Daha sonra, 19. yüzyılın başlarında bu çizgiye bazı İngiliz ve Alman hapishanelerinde rastlanmasının ardından, birkaç on yıl boyunca Avustralya, Sibirya ve hatta Osmanlı İmparatorluğu zındanlarında kullanıldığı da görüldü. Fransız zindanları, aksine bu giysiyi hiç kullanmamış, böyle çizgili bir giysi yerine kürek mahkumlarına kırmızı bir kask giydirmeyi tercih etmiş.
S:74

(…) Çizgili gömlek tüm denizciler tarafından giyilmemiştir. Genelde tayfalara ait bir giysidir. Yani üst rütbeli erbaş veya subayların yönettiği manevralara katılan mürettebatın giydiği bir gömlektir. 18. yüzyıl resim sanatında tayfaları temsil eden bu gömlekler aynı anlamı bugüne kadar muhafaza etmişlerdir. Hiyerarşinin ast kademelrinde bulunan insanların giydiği, bazen kötü ve aşağılayıcı bir anlam taşıyan kıyafettir.

michel pastoureau
Salı, Aralık 25
içinde virginia woolf'un adı geçmeyen tek katherine mansfield yazısı





katherine mansfield'in işadamı ve bankacı babası, harold beauchamp, 1909
katherine mansfield’i çağdaşı yazarlar pek sevmemişler. öyle ki d.h lawrence, ona, “ölmesini istediğim bir sürüngensin” diye yazmış. t.s. eliot, ondan “hem büyüleyici bir kişilik hem de derisi kalın bir dalkavuk, tehlikeli bir kadın,”diye söz etmiş. öyle sanıyorum ki, “her şeyi riske atın, ama her şeyi,” diyecek kadar gözüpek ve hayatı anlamak için savruklaşmış hayatı yanlış anlaşılmaya da çok müsaitmiş. uzaktan, sömürgeden gelen ve londra’da kendini var kılıp, burnunun dikine gitmek konusunda inatçı davranan birinin kendini anlatamaması çok doğal. doğal dedim de, katherine mansfield oscar wild hayranı ve daha genç kızken günlüğüne ondan bir alıntı yapmış, “ doğallık bir pozdan ibarettir, bildiğim en sinir bozucu pozdur.”:) eh, benim de en sinir bulduğum pozdur doğrusu.rosabel’in yorgunluğu genç bir şapkacı kızın eve yorgun ve aç dönüp soğuk evinde uyumadan önceki bizi hem gülümseten hem de gözlerimizi yaşartan hayali ile ilgili. hayattan istediğimiz şeyleri düşünürken, hayal kurarken kendimizden uzaklaşıp bakarsak ne çocuksu buluruz kendimizi, değil mi? kendi saçımızı okşamak isteriz. “demek bunu istiyorsun, buncacık şeye sahip olmak derdin, demek,” gelir içimizden. ve şunu anlarız; zihnimiz akıllı bir neden sonuç ilişkisi, reel hayatın gerçekleri ile bir isteği biçimlemez. bir sürü hissiyat bir ışık yalımı ile isteğin o belirsiz nesnesini bize bir anlığına gösterir. biz her hayalle o belirsizliği netleştirmeye ve tatmin olmaya çalışırız. sanki bazı zamanlarda tatmak istediğiniz o yemeği bir türlü bilemememiz gibi. neydi? neydi! genç yaşta, henüz otuzdört yaşındayken veremden ölen katherine mansfield, biz kendimizden bir şey anlamazken bile içimizi okur sanki. böyleyken, o, hayatı avuçlamak ister, sabırsız ve tutkulu, “daha çok malzeme istiyorum, kafeslerinin içinde terbiyeli kuşları andıran küçük öykülerimden bıktım,”der.

katherine mansfield'in çok sevdiği, savaşta ölen kardeşi, leslie beauchamp, 1915
sinek öyküsü, katherine mansfield’ın hayran olduğu çehov ‘un öykülerine bence en çok benzeyeni. patron adamın ofisi müthiş rahat döşenmiştir. eşyaları daha yeni değiştirtmiştir. her şey mutluluk veren bir konforla donanmış gibidir. konuğu biraz da yaşlılıktan ona diyeceği şeyi bir türlü hatırlamaz da neden sonra bir kadehcik viski içince hatırlar: konsolun üstünde duran patronun oğlunun fotoğrafı var ya hani, asker üniformalı, ciddi görünüşlü fotoğraf… kızlarının, patronun oğlu olan bu askerin mezarını gördüğünü, çok güzel bir mezar olduğunu filan söyler. böyle aniden oğlunun mezarından söz edilmesi çok sarsıcıdır, konuk gittikten sonra ağlamak ister patron. neden sonra mürekkep hokkasına düşen sineği görür ve onun yaşam mücadelesine hayranlık duyar. onu alıp kurutma kağıdının üstüne koyarak üstüne mürekkep damlatır. sinek her seferinde kurtulmayı başarır. yiğit, cesur ve yaşamaktan vazgeçmeyen sineğe hayran kalır ve ister ki sonuna kadar yaşamayı becersin, ama sonunda ölür sinek. kendisine yeni bir kurutma kağıdı getirmelerini emrettiğinde aklından çıkmıştır olan bitenler, içinden sadece ağlamak geliyordur. katherine mansfield işte böyle mesela, tek başımıza otururken, kısacık sevimsiz bir cümle, bir sinek vızıltısı ile gözyaşlarımız arasındaki o ilintiyi mükemmel bir şekilde kurup, anlatmakta öyle ustadır ki, yaşamın her anının öyküsü yazılabilir diye duyumsar insan. her anının! bir olay, bir sonuç beklemek yersiz, bu öykülerde. insanın doğası tüm derinliği ve genişliği ile ele geçirir bizi. o küçücük hikayeleri, içimizdeki pırpırla ya da boğazımızdaki düğümle okumamız bundan.
mr. reginald peacock bir şan hocasıdır. canı sıkılan ev hanımlarına şan dersi verir ve onların romantik ilgilerinden çok hoşlanır. süslü, gösterişçi, sığ bir adamdır. olmadığı bir adam gibi davranır, evde ait olmadıkları sınıfın düzenini boşuna kurmaya çalışır. karısından hoşlanmaz. onu kendine denk görmez. insan elinde olmadan, katherine mansfield’in sadece bir gün evli kaldığı o şan hocası mı bu acaba, diye düşünür.

katherine mansfield ve 1912 yılında hızla evlenmeye karar verdiği genç edebiyat eleştirmeni kocası john middleton murry
dükkandaki kadın, öyle çarpıcı bir öykü, etkisi öyle olağanüstü ki, günlerce aklımdan çıkmadı. öyküde hem bir western havası var hem bir polisiye gerilim. bir sırrın tuhaf bir şekilde açığa çıkışı, o kadın, çocuk, yolcular… inanılmaz güzel bir öykü.
yabancı adlı öykü, avrupa'daki kızlarını göremeye gittiği için on aydır görmediği karısını bekleyen bir adamın tutkulu bekleyişini anlatıyor. adamın özlemi onu tahammülsüzleştirirken gemi de geciktikçe gecikir. nihayet karısına kavuşur ve otel odalarına yerleşirler. adamın karısına duyduğu sevgi öyle büyük, yalnız kalmak için duyduğu çaba öyle acıklıdır ki... tüm dünya onun bu çabasına karşı gibidir. hatta çok sevgili karısı rastlantı sonucunda gemi de kucağında ölen bir adamdan bahsettiğinde büyük bir kırgınlık duyar. artık hiç ama hiç yalnız kalamayacaklardır, aralarında hep o yabancı olacaktır diye düşünür. nefis bir öykü.
sarkacın salınımı, parasız bir genç kızın, birkaç saat içinde gelişen küçük bir olayla tüm hayatını etkileyecek ahlaki seçimini yapışını anlatır.
öleceğini anlamamış katherine mansfield. klinikte hayatının son günlerini yaşarken, arkadaşına yazdığı mektupta, “yaşam tarzımı tümüyle değiştirmeyi düşünüyorum. Her türlü işi ellerimle yapmayı amaçlıyorum. hayvanları beslemek ve elle yapılabilecek her işi yapmak.”
yeni yıl yaklaşırken biz de yapmak istediklerimizi düşünebiliriz. hayata çok geç olmadan ellerimizle tutunabiliriz. benim bir önerim de eğer henüz tanışmadıysanız kendinize bulabildiğiniz tüm kitaplarını alıp, katherine mansfield ile tanışmanız olacak.
ah bu rüzgar
katherine mansfield
can yayınları
çev. şadan karadeniz
Çarşamba, Aralık 19
canım noel baba


Cuma, Aralık 14
Günlük: Ne güzel bir gün!

S. Hanım, basketbol sahasının hemen yanından, berrak gökyüzünün önünde, siyahlar içinde, sayfaları çevirdikçe hareket eden resimler gibi bize yaklaştı, elini kolunu sallayarak, geldiğini haber verdi. "Islık çalıyorum ama duyuramadım sesimi," dedi. Gökyüzü kabarık, pufuduk bulutları taşıyamıyormuş gibi sıkışık; deniz kurşuni, ama kıpır kıpır kırışık. Şansımıza ne kadar güzel bir hava! İçerde sıralı koltuklara oturduk. Küçük gözlerine göre uzun kirpikleri bir karanfil duygusu veriyor S. Hanım'ın. Bora sigara içmek için dışarı çıktığında, "Bora, çok sert görünür ama tanıdığım en iyi yürekli insanlardan biridir, sizi de o kadar çok seviyor ki." Hiç samimi değiliz, Bora da genellikle tartışır onunla. Bir insanı kendisine ters düşen gündelik tartışmalarla değil de karakteri ile tarif edecek kadar olgun olması çok hoşuma gitti. Uzak birisinin kendini gizleyen Bora'nın duygularından bahsetmesi ne tuhaf. Onca zaman arkadaştık da Bora'nın bana karşı duygusal bir yakınlığı olduğunu bile anlamamıştım, ki ben uçan iki sineğin arasındaki romantizmi bile hissederim. İlk kez bir şeyler hissettiğimde gazeteye yazdığım öyküde, aslında Bora ile ilişkinin imkansızlığını yazmıştım. Arkadaştan sevgili olunmayacağından, arızalı adamların yoruculuğundan filan bahsetmiştim. Kendisinden bahsettiğimi anlamış olmalı ki, sevgili olduğumuzda gazete kesiğini çekmecesinde bulmuştum çok sonra. Arçil'le yaşadığımız o eve gelip kaldığı cuma gecelerinden sonuncusuna kadar da hiç bir şey hissettirmemişti. Arçil uyumuştu. Biz, aramızda olan o tuhaf şeyin bir açıklığa kavuşması için karar almıştık sanki de... neyse, kanepede ona döndüğümde öpmüştü beni. Çok güzel bir öpücüktü ve kucaklaşmaların da en güzeli. "Seni elimden kimse alamaz artık," demişti.
Hay allah, A. biraz gecikti, Bora onu bulmak için dışarı çıktı. Bora önde A. arkada geldiler. 4.30'da yatmış, azıcık uyuyup yollara düşmüş A. Bazı insanların yanında çok rahat edersiniz, kendiniz olmanızda hiç bir sakınca yoktur. A. öyle biri. İçiçe geçmiş kompartımanları yok zihninde, insancıllığı ile muhteşem bir tek derin düzlemden oluşuyor. İyi biri. Nefretle, kinle, kıskançlıkla kirlenmemiş olduğunu hemen anlıyorsunuz. Ben bazı insanların yanında hiç, bazılarının yanında ise kendimi bile şaşırtacak kadar çok konuşurum. A. ile çok konuştum. Bora, çok sevinçliydi, çünkü bulutlar ve deniz muhteşemdi. Bulutların fotoğrafını çekmeyi unuttuğuna sonradan üzüldü biraz. Sabah daha kuaföre giderken ben durgun havaya bakıp güzel bir gün olacağını anlamıştım. Çocuk nasıl fönleyelim dediğinde, bilmiyorum, dedim. Uzun, düz bir saç nasıl fönlenebilir ki? Olduğu gibi olsun, dedim. Bora sabahladı ama hiç bitkin değildi, aksine içi içine sığmıyormuş gibi, yüzünde gülücükler uçuşuyordu hep. Siyah kısa elbisemin altında trekking botları biraz tuhaf durdu galiba. Bora, koyu kahve pantolonu, hardal rengi kazağı, lacivert trençkotu ile çok hoştu.
A. beni eve bırakırken daha sık görüşme sözü verdik birbirimize. Babaanne'ye yemek yapmak için uzun bir öğle sonrası var şimdi önümde. Biz büyük ihtimalle bu akşam dışarıda yiyeceğiz. Küçük kuş, Elvis Castello'nun i want you şarkısına eşlik ediyor. Tina hala uyuyor.
Cumartesi, Aralık 8
shoot 'em up! kesmezse, death proof!

dün gece bora uyurken çıkardım filmimi. uykum iyice açılsın diye kendime koca bir fincan kahve de yaptım, magnum acı çikolatam da hazır, olmadı, çikolatalı kek de var, play düğmesine bastım.
film inanılmaz eğlenceli. çok matrak. başından sonuna kadar sürekli ama sürekli silahlar çalışıyor ve inanılmaz absürd şeyler oluyor. şimdi size konuyu anlatsam, mesela bu silahlar patlarken clive owen'ın kucağında yeni doğmuş bir bebek var, bu bebekle pis tuvaletin zemininde kayarken ya da bir apartmanın çatısından diğer apartmandaki dairenin camına bu bebekle atlarken desem, tüm annelerin yüreği ağzına gelir. ama hiç de öyle değil film. bizim bildiğimiz cool, karizmatik ve yakışıklı ve ah ses tonu nefis olan clive owen, müthiş bir yeni kahraman yaratmış bu filmle: Mr. Smith. Filmde sürekli kıtır kıtır havuç yiyor ve evet bildiniz, gözleri çok keskin bir nişancı. ayrıca dolabınızdaki turuncu sevimli havucun A vitamine sahip olması dışında gözünüzdeki itibarını kat kat artıracak, silah gibi kullanıldığı sahneler var ki, dudak uçuklatır. clive owen, peşindeki yüzlerce kişiyi öldürecek ama bugs bunny gibi kendisinin burnu bile kanamayacak film boyunca (filmin sonunda işler değişiyor birazcık ama o kadar olsun). ayrıca insanları gözünü kırpmadan öldürürken hayvanlara duyduğu şefkat göz yaşartıcı:p
Perşembe, Aralık 6
"hı, hıı... evet, severim blues brothers'ı."
bahsetmiştim, üniversitedeyken hem çalışıyor hem de okuyorken, ankara emek'te bir kapıcı dairesinde yaşıyordum. hani, baş kısmında kitaplık olan daracık, sert yatağı ve bir köşede küçük bambu takımı olan, her tarafından kalorifer boruları geçtiği için sıcacık olan tek odalı ev. işte o evde, akşam karanlığında yorgun argın eve döndüğümde, kendime bir bira açar, sigaramı yakar, kitaplıkta mavi minik hoparlörleri olan walkman'e, blues brothers kasetini koyardım. hemen dibinde sarmaşıklı bir duvara bakan pencerede kar yağıyor olur, ben dansederdim. blues brothers neşesi zihnimde işte taa o zamana, taa ankara emek'teki o eve götürür beni. ne tuhaf değil mi, mesela roger waters'ın, the pros and cons of hitc hiking albümünü dinlemeye başlar başlamaz, bir sonbahar ayazında kahvenin önündeki parmaklıklara yaslanmış bana hem müziği anımsatır hem sözlerini açıklar haldeki münir'i düşünmek?...
gece, mutfak penceresini açmış sigara içiyordu bora. kanepede oturmuş sleuth filmini izleyen yanıma geldi ( michael caine ile laurence oliver'ın oynadığı, joseph mankiewicz'in yönettiği nefis film), "yağmurla ilişkimiz ne tuhaflaştı," dedi. "eskisi gibi sıradan ve bazı zamanlar yazı özleten hali ile düşündürtmüyor kendini. şu küresel ısınma yüzünden, ender görünen, şımarık bir doğa olayına dönüştü." pencereye gidip baktım. dinmiş yağmur, caddeyi şöyle bir ıslatabilmiş sadece. sokak lambasının ışığı altında bir dekor gibi görünüyordu manzara. kediler kolilerin içine girip oynaşıyordu. bir sırrı biliyormuş gibi sessiz beni izleyen tina'yı kucağıma alıp filme devam ettim.
Çarşamba, Aralık 5
çok fantastik bir icat!
"Bu makina, Robert M. Trammell Müzik Konsevatuarı ve Iowa Üniversitesi Sharon Wick Mühendislik okulu arasındaki işbirliği ve gayretleri ile yapılmıştır. Makinayı meydana getiren parçaların %97 lik bölümü John Deere Endüstrisi ve Bancroft Iowa sulama ekipmanlarından gelmiştir, evet tarım aletleri !!! Bu filmi çekmeden önce ekip, kurulum, sıralama, ölçüm ve ayarlar için toplam 13029 saat harcamıştır (543 gün kadar)Şu anda Üniversitenin Matthew Gerhard Alumni Salonunda sergilenmektedir ve halihazırda da Smithsonian Kurumuna bağışlanmıştır. "
Pazartesi, Aralık 3
doktor dee'nin evi

matthew palmer, londra clerkenwell'de babasından miras kalan tuhaf evi araştırırken, evin, 16. yüzyılda yaşamış, bilim adamı, simyacı, kahin doktor john dee'ye ait olduğunu öğreniyor. john dee'nin kara büyü ile ilgilenmesi hatta günümüzdeki klonlamaya benzer bir deney ile kendisinin sonsuza kadar yaşamasını sağlayacak tüpte insan oluşturma çalıştırmalarını gerçekleştirmesi, ilginç olayların nedeni gibi görünüyor. 16. yüzyılın olayları ile matthew'nün hayatı kitabın her bölümünde ilginç bir şekilde kesişiyor.
kitap bir polisiye roman kadar heyecanlı; eski londra görüntüleri, alışkanlıkları, yemekleri, kara büyü, düşmanlar, tuhaf dostlar, sır dolu aile ilişkileri ile çok sürükleyici. zihni bulanık, ne yaptığının farkında değilmiş gibi şuursuzca hareket eden matthew ile cin gibi john dee karakterleri hoş.
kitaba başladığımda, bora da tesadüfen dost kitabevi'nin görsel gezi rehberini inceliyordu (aralık ayında londra'ya gitmeyi planlıyorduk ama, olmadı, belki bahara). kitapta geçen yerleri, gezi rehberi'nin haritasında birebir görmek çok hoş oldu. canınız isterse, kitabı bir londra haritasıyla birlikte de okuyabilirsiniz.
aşağıda, bülent'in sitesinde keşfettiğim dünyanın en güzel kütüphaneleri görselleri ile birlikte, kitabın kütüphane bölümünden alıntılar var. tekrar okuyunca alıntılar, sıkıcı bir kitaptan olduğu duygusu verse de buna kanmayın, hoş, eğlencelik bir kitap. iyi okumalar.
s.73

s.75


beni geçmişte yaşamakla suçlayıp alaya alanlar var, ama çok yanılıyorlar; parlak ve sabit yıldızların yardımıyla rotasını çizen yön bulucu gibi, geçmiş çağları anlayan biri şimdiye hükmeder. güneşe tutulduğunda rengarenk olan ama gölgede hiç renk göstermeyen yanar döner ipek gibi, şimdiki gün de ancak doğru şekilde bakmayı bilenlere görünür olan çok eski zamanların tüm renklerini ve dahi gölgelerini içinde barındırır.

s.76
Doktor Dee’nin Evi
Cumartesi, Aralık 1
teşekkür ederim aslı!

sevgiler.