Cumartesi, Aralık 29

mutlu yıllar!


sosyalleşmeyi de beraberinde getiren kutlamaların tümü acemileştirir beni, eğer sevinçli bir poz için kendimi kandıramamışsam, beklenilen ruhu bir türlü giyinip, süslenemem. kutlamanın doğasında olan sevinç benim doğamda olmaz böyle günlerde. genelde pek hasta olmasam da yatağa düştüğüm yılbaşları, yalnız başıma sinemada film izlediğim yılbaşları, evde oturup şarkılardan fal tuttuğum yılbaşları revaçtadır takvimimde.
hal böyleyken evde çocuk varsa, tüm kutlamalar gereği gibi olmalı. çocuk demek, her tür sevinci tepe tepe kullanmaya hazır olmak demektir. dün çam ağacını çıkarıp, süsledim, pencerelere ışıklar yerleştirdim, hediyelerin bir kısmını aldım. bugün de çıkıp eksikleri tamamlayıp, yılbaşı akşamı yemeği için hazırlamam gereken şenlikli yemeklerin malzemelerini almam gerek. hal böyleyken benim yine yılbaşı hastalığım tuttu. burnum akıyor, kafam da kazan gibi. sanki tüm yıl için enerji stokum artık son günlerde tam takır kalmış da yeni yılın enerjisi sevkiyatı da henüz yapılmadığından...
ben gecikmeden yeni yılınızı kutlayayım istedim. seri milli piyango biletimiz de hazır, kendimizi için dileklerimiz de. size de, her şeyin istediğiniz gibi olduğu, sağlıklı, neşeli, sevdiklerinizle birlikte huzur içinde olacağınız bir yıl dilerim.
not:
karlı kır evi manzarası bora'nın çocukluğundan beri en favori resimlerden. umarım bir gün böyle bir evin içinde, sallanan koltuğunda, konyağını yudumlar, sevdiği bir kitaba göz gezdirir...

Çarşamba, Aralık 26

şeytan kumaşı-çizgilerin ve çizgili kumaşın tarihçesi

eğer alışveriş yaparken siz de benim gibi gözünüzü çizgili giysilerden alamıyorsanız, bir kere daha düşünmekte fayda var. michel pastoureau, çizgili kumaş hakkında derinlemesine bir araştırma yapmış ve çizginin bir tür şeytan icadı olduğu yolunda tarihsel ve imbilimsel gerçekleri bir bir ortaya koymuş:) çizgili giyinmenin bir tür cesaret sınavı, farklı olmanın işareti olduğunu anlatmış. aşağıda, kitabın en şenlikli yerlerinden alıntı var. ancak, burdaki özeti okumakla yetinmeyip, bulabilirseniz (bora bir sahafta bulmuş çünkü, beğenirim diye almış), alın kitabı bence. atın çantanıza, dursun; bankada beklerken, servisle işe gidip gelirken okunup bitiverecek kadar kısa. hapishane giysisinden, yatak çarşaflarına varıncaya kadar her tür çizginin tarihini öğrenmekle kalmayıp, benim gibi, ah acaba puantiyenin tarihçesi ne zaman yazılacak, diye heyecan da yapabilirsiniz:)

(…) Çizgi sorunu, herhangi bir toplumdaki sosyal ve görsel unsurlar arasındaki ilişkiler konusunda bir sorgulamaya sevk ediyor insanı. Neden batıda uzun yıllar boyunca sosyal sınıfların büyük bir kısmı kendilerini ayrıcalıklı bir biçimde görsel kodlarla ifade ettiler? Görme olgusu, işitmeden ya da dokunmadan daha mı etkili? “görmek” sınıflandırmak mıdır?

(…) Çizgi beklemez, hareketsiz kalamaz. Sürekli bir hareketlilik içindedir. Çizgi, dokunduğu her şeye hayat verir, arkasında rüzgar varmış gibi durmadan ilerler. Ortaçağ’da, insanların geleceğini altüst eden yazgı sık sık çizgili elbise giyerdi. Bugün teneffüse çıkmış bir koridorda üzerinde çizgili giysiler olan öğrenciler diğer öğrencilere göre daha hızlı koşuyor (adidas, tüm dünyada satılan giyecek ve ayakkabılarında bulunan birbirine pararlel üç şeritli amblemi seçmekle yanılmadığını gösterdi. Bu üç şerit aynı zamanda sürat ve sportif performansı simgeliyor.)

S:14
(…) Ortaçağ sonlarında Güney Avrupa şehirlerinde giderek yaygınlaşan giyim kararnamelerinde fahişelerin, soytarıların ve hokkabazların ya tamamen çizgili bir elbise giymeleri ya da üzerlerinde çizgili bir giysinin bulunması gerektiği belirtilmişti: fahişeler için eşarp, etek veya omuz kordonları; cellatlar için çizme veya şapka; hokkabazlar ve soytarılar için hırka veya bone. Her tarafta bu insanların farklılığı görsel bir işaretle belirtilmişti. Böylece o mesleği icra edenler onurlu vatandaşlardan ayırt edilebileceklerdi. Birçok ülkedeki, özellikle Almanya’daki şehirlerde cüzamlılar, sakatlar, “bohem yaşayanlar”, bazen sapkınlar ve nadiren de Yahudiler ve Hıristiyan olmayanlarla ilgili benzer kayıtlar mevcuttu.

S: 23

(…) Çizgili (Ortaçağ Latincesinde “virgulatus, lineatus, fasciatus, vb.) ve farklı (varius) bu bağlamda bazen eşanlamlı olmuşlardır. Ve bu eşanlamlılık çizginin aşağılayıcı yönünü betimliyor genelde. Ortaçağ kültürü için farklı demek, erdemsiz demekti, kirli demekti, saldırgan demekti, ahlaksızlık veya aldatma demekti. Farklı olarak nitelendirilen bir insan kurnaz veya yalancı demekti, acımasız demekti, hasta demekti, akıl ya da amansız bir deri hastalığına yakalanmış demekti.

S:35

(…) Çağdaş hassasiyet anlayışı ile –ki farklılığı gençlik, neşe, hoşgörü, ve ince mizah unsurları çerçevesinde pozitif bir değer kabul eden Ortaçağ hassasiyet anlayışı arasında uçurumlar var. İyi bir Hıristiyan, namuslu bir insan, farklı olamazdı, olmamalıydı. Çünkü farklılık günah ve cehennemi çağrıştırıyordu.

S:36

(…) Modern çağla birlikte çizgide sürekli olarak yeni bir düzene geçildi. Çizgi, eski özelliklerinin hiçbirini kaybetmeden yeni şekiller ve anlamlar kazandı.

S:49

(…) Düşey çizgi modasının yeni bir çıkış yapması için yüzyılın sonunu beklemek gerekti. Özellikle de 1500’lü yılların dönüm noktasını. Zaman değişiyor ve bu “modern” çizgiler, kendilerinden öncekilerin üzerine yapıştırılmış utanç damgasını yavaş yavaş silmeye başlıyorlardı. Bazı hükümdarlar buna öncülük ederek , hırkalarının üzerinde portrelerini yaptırıyorlar ve çizgili cübbe giyiyorlardı. Sonra da prensler onları taklit etmişlerdi. Oysa yatay çizgi uzun süre hizmetçi ve kölelere has bir özelliğin simgesi oldu.

İspanyol modalarında, özellikle erkek giysilerinde, çizgilerin birbirine karıştığı küçük bir pencere açılması uygun görülmüştü. Genelde gösterişsiz ve sıradan olan bu Caravagiovari çizgiler, birbirlerine toprak rengi ile kahverenginden, siyah ile menekşeden, bazen de yeşil ile altın renginden dönüşüyorlardı.

S:59



(…) Fransız ihtilalinin, çizgilerin ve çizgili yüzeylerin kullanımına neden bu kadar çok yer verdiğini kesin bir ifadeyle açıklamak güçtür. (…) 1989 yılında, ihtilalin ikiyüzüncü yıldönümünde, bütün törenler ve ihtilalle ilgili aktiviteler esnasında çizgili kumaş, giysi ve nesnelerin kullanımı bir zorunluluk haline gelmişti adeta. Çizgisiz bir ihtilal düşünülemiyordu. İki yüzyıldan beri, resim sanatında, gravürde, kitap resimlerinde, tiyatroda, daha sonra sinemada, televizyonda ve çizgi filmlerdeki bütün ihtilalci dekorlarda çizgi vardı ver vatansever veya dışlanmış kişi çizgili jile veya pantolon giyerdi. Bu durumda sosyal düzeni hiçe sayan üç ihtilalciden, şeytan, hokkabaz ve cellat imgesinin bıraktığı izlerden birini a posteriori olarak görmek için fazla uzağa mı gitmek olur acaba?

S:64-65

(…) Bu arada tutukluların ve kürek mahkumlarının çizgili giysilerinin gerçek hikayesini belirlemek zordur. Bu giysilerdeki çizgiler de Amerika’dan gelmiş görünüyorlar. Bu giysilerin ilk defa, 1760’lara doğru yeni Dünya kolonilerindeki suçları ağır olan kürek mahkumlarında görüldüğü söylenmektedir. (…) Daha sonra, 19. yüzyılın başlarında bu çizgiye bazı İngiliz ve Alman hapishanelerinde rastlanmasının ardından, birkaç on yıl boyunca Avustralya, Sibirya ve hatta Osmanlı İmparatorluğu zındanlarında kullanıldığı da görüldü. Fransız zindanları, aksine bu giysiyi hiç kullanmamış, böyle çizgili bir giysi yerine kürek mahkumlarına kırmızı bir kask giydirmeyi tercih etmiş.

S:74

(…) Bununla birlikte bu dışlanmışlık haktan veya özgürlükten yoksun bırakma değil, hatta bazen himaye anlamına bile gelmiştir. Ortaçağ toplumunun deli ve kaçıklarla özdeşleştirdiği çizgili giysinin aşağılayıcı bir değer taşıdığı, bir dışlama işareti olduğu muhakkak. Fakat bu dışlanmışlık, bir engel, bir parmaklık, hatta giyenleri şeytansı yaratıklardan ve kötü ruhlardan koruyan bir engel olarak da kullanılabilir. Çabuk etkilenen ve zayıf olan deli, şeytan için iyi bir avdır. Böyle birisini şeytana yem etmemek için, eğer geç kalınmamışsa, ona bir filtre, bir engel işlevini yüklenmiş koruyucu bir elbise (çizgili bir elbise) giydirmek fena mı olurdu? Bu tür çizgili elbiselerin koruyuculuk erdemlerine olan inancın, üç aşağı beş yukarı çağdaş düzene kadar sürdüğünü düşünmek yanlış olmaz. Çizgili pijamalarımızı gece, dinlenirken, savunmasız ve zayıfken, kötü rüyalardan ve kötü güçlerden korunmak için giymez miyiz? Çizgili pijamalarımız, çizgili çarşaflarımız, çizgili yataklarımız bir kafesin demir parmaklıkları değil midirler?
S: 80
(…) Beyazdan renkliye geçiş her yerde aynı hız ve yoğunlukta olmamış, fakat her yerde ve her zeminde aynı tarzda olmuştur: pastel ve çizgi. Gerçekte hiçbir yerde, beyazdan, canlı ve doymuş bir renge çok ani bir geçiş olmamıştır. Yatak için olsun, iç çamaşırlar, havlular veya gecelikler için olsun, her zaman bir ara dönem mutlaka olmuştur. İşte bu ara dönemler pastel, boyalar ve çizgili kumaşlar dönemleridir.
(…) Bu arada, pastel ve çizginin, 19. ve 20 yüzyıllar arasında, batı giyim sistemi bünyesinde neredeyse dilbilimsel olan eşdeğerliliğini de belirtmekte fayda var. Pastel tamamlanmamış, öylesine renk sayılan bir renktir. Başka bir deyişle adını söylemeye cesaret edemeyen bir renktir. Çizgi de bu kullanımda yarı bir renktir ama bir renktir. Beyazdan elde edilmiş bir renktir. Her iki halde de boya kırılmıştır. Teknik açıdan farklı olmalarına rağmen, bu iki kırılma yöntemi aynı çift işlevi üstlenmişlerdir. Bu çift işlev, beyaza neşe katmak ve rengi arındırmaktır. Beyaz veya ağartılmış kumaşlar kabusunu aşarak, beden temizliği ve sosyal ahlak temizliği korunabildi.
S:85


(…) Çizgili gömlek tüm denizciler tarafından giyilmemiştir. Genelde tayfalara ait bir giysidir. Yani üst rütbeli erbaş veya subayların yönettiği manevralara katılan mürettebatın giydiği bir gömlektir. 18. yüzyıl resim sanatında tayfaları temsil eden bu gömlekler aynı anlamı bugüne kadar muhafaza etmişlerdir. Hiyerarşinin ast kademelrinde bulunan insanların giydiği, bazen kötü ve aşağılayıcı bir anlam taşıyan kıyafettir.
S:88
(…) Belki denizci kıyafetlerin kökeni ideolojik veya imbilimsel değil de sadece tekstile bağlıdır. Çünkü denizcinin çizgili kıyafeti trikodur. Yani sıcak tutan ve iç giyim özelliğini taşıyan bir örgüdür; çünkü avrupa’da teknik nedenlerden dolayı sadece çizgili kıyafetler örülmüş (çorap, dizlik, bone, eldiven).


michel pastoureau
şeytan kumaşı
iletişim yayınları
çev: ibrahim yılmaz

Salı, Aralık 25

içinde virginia woolf'un adı geçmeyen tek katherine mansfield yazısı

katherine mansfield, 1906

çok sevmiştim onu. ama hangi evdeydim? hayatını geçmişin evlerine göre ayıran benim için hatırlamanın en iyi yolu, evler. nasıl ki bazı evleri de çabucak unutmak istemişsem. her şeyi de tümden unutmak mümkün değil. bir abajurun ışığı, sabah uyanmalarında görülen tavan, bazı evlerde gördüğüm bir düş…çok hızlı bir arabadan görür gibi ani, yakalaması güç. bir evin duvarında, fırlattığım kahve fincanından yavaşça akan kahve lekesini izliyorum o yavaşlıkta. bazen. ama sonra eriyor tüm görüntü ve şimdinin evine, eşyalarına, duvarlarına, ışığına dönüşüyor. boşanmayı aklıma koymuştum da hep aynı kabusu görüyordum mesela bir evde. ve ferforje yatak başlığına vurduğum için kederle uyanırken her sabah biraz daha çatlıyordu sol bileğimdeki saatin camı. şimdi bazı eski kolyeler, fularlar arasında duruyor o saat, durduğu saatte öylece.
katherine mansfield'in 1888 yılında doğduğu ev, 25 tinakori road, wellington
katherine mansfield’i ilk hangi evde okudum, hatırlamıyorum. ama okuduğum an çarpılmıştım. yazılan öyle yumuşak ve ince, hayatın küçük ayrıntılarıyla doluydu ama etkisi ne güçlü olmuştu. o kitabın ismini de hatırlamıyorum. ama the garden parti öyküsü çok net aklımda. sonra bir hikaye daha vardı: genç bir çift akşam yemeğine bazı arkadaşlarını çağıracaklardı. kız çok ama çok mutluydu, “tanrım ne mutluyum!” diyordu içinden hep. bir sevinç, altın ışıltılı bir yumakmış gibi ancak böyle anlatılabilirdi, biraz da olacakların telaşını sezdirerek. biz, okuyucular, neredeyse kızı uyarmak istiyorduk, böyle hazırlıksız olmaması için olabileceklere. hayır, bir bildiğimiz yok ama… kız pek de iyi tanımadığı, sarışın, soğuk görünüşlü bir kızı da davet etmek istiyordu da kocası ısrarla karşı çıkıyordu. o kadından hiç hoşlanmadığını filan söylüyordu. yine de davet etmişlerdi. gece, tüm davetliler dağılmış, bir tek o kadın kalmıştı. kız masayı toplarken kocası o kadını yolcu ediyordu ve görmüştü kız; kocası “artık dayanamıyorum, sana öyle aşığım ki” diyip sarılıp tutkuyla öpüyordu yüzünü kadının. o kızla aynı anda kalbimiz çarpmaya başlamıştı. kendimizden biliyorduk, öyle anlarda içimiz kapkara bir okyanus olur, kalbimiz de küçük bir kayık. dalgalar kabardıkça kabarır ve ağzımızdan çıkacak gibi olur o kayık. kalbimizi atıp kurtulmak isteriz. oda sanki kararmıştı. kız, pencereden dışarıya bakıp, “tanrım şimdi ne yapmalıyım” diyordu.
1880'de wellington , Beauchamplar'ın evi görünüyor.
ah bu rüzgar, yıllar sonra okuduğum yeni basılan kitabı katherine mansfield’ın. İçinde bu öyküyü boşuna aradım, yok. şadan karadeniz’in seçtiği başka çok güzel öyküler var. örneğin prelüd ve koyda hikayeleri var ki, kendinizi bir kır evinin çocukları gibi sevinçli duyumsayabilirsiniz. katherine mansfield, memleketi yeni zelanda’yı londra’da müzik eğitimi almak için terk ettikten ve hayatta türlü türlü kırgınlıklar yaşadıktan yıllar sonra memleketini hayal edip yazmış bu öyküleri.
chesney wolde, karori, wellington, prelüd ve koyda öykülerinde geçen yer.
yazdığı kır evinin siyah beyaz fotoğrafını gördüm, anlattığı o nefis doğa sanki yok orada. ama biz de çocukluğumuzun bir evini hatırlarken ne denli büyüleyici olduğunu hissetmez miyiz? geçmişin evine şimdikinin değil, çocukluğumuzun bakışıdır o ve çocuklar için dünya olağanüstü büyüleyici bir yerdir. prelüd ve koyda hikayeleri, küçük çocuklar, evli çift, yaşlı annaanne ve hizmetlileri ile bir karakterden diğerine sanki biz bakıyor ve anlıyormuşuz gibi seri, dikiş izi olmadan kayıp gidiyor. katherine mansfield belki de haksızlık ettiğini düşündüğü kendi memleketi ile bu hikayelerle barışıyor, bu hikayelerle ondan af diliyordur.



katherine mansfield kızkardeşi jeanne ve erkek kardeşi leslie ile
parker ana’nın yaşamı, iç burkuyor. yoksulluk, yalnızlık içinde, ölen torunu için ağlayacak bir yeri bile olmayan parker ana’ya sarılıp “beni de sev. benimle ağla” demek geliyor içinizden; ve temizlik yaptığı evin yazarına, onun sıkıntısını paylaşmadığı için değil de ortalığı bu kadar dağıttığı için kızmak. açığavurumlar öyküsünde, şımarık ve kaprisli bir kadın, kuaförüne gidip off biraz olsun şımartılmak ister de kuaförde onunla her zaman müthiş ilgilenen adamın o günkü dalgınlığından hoşlanmaz. vesvese yapar içinden. oysa adamın daha o sabah ölen küçük kızının cenazesi vardır. kadın, sıkılır bu dertten ve randevusuna giderken de tümden unutur adamı.

katherine mansfield'in işadamı ve bankacı babası, harold beauchamp, 1909

katherine mansfield’i çağdaşı yazarlar pek sevmemişler. öyle ki d.h lawrence, ona, “ölmesini istediğim bir sürüngensin” diye yazmış. t.s. eliot, ondan “hem büyüleyici bir kişilik hem de derisi kalın bir dalkavuk, tehlikeli bir kadın,”diye söz etmiş. öyle sanıyorum ki, “her şeyi riske atın, ama her şeyi,” diyecek kadar gözüpek ve hayatı anlamak için savruklaşmış hayatı yanlış anlaşılmaya da çok müsaitmiş. uzaktan, sömürgeden gelen ve londra’da kendini var kılıp, burnunun dikine gitmek konusunda inatçı davranan birinin kendini anlatamaması çok doğal. doğal dedim de, katherine mansfield oscar wild hayranı ve daha genç kızken günlüğüne ondan bir alıntı yapmış, “ doğallık bir pozdan ibarettir, bildiğim en sinir bozucu pozdur.”:) eh, benim de en sinir bulduğum pozdur doğrusu.


rosabel’in yorgunluğu genç bir şapkacı kızın eve yorgun ve aç dönüp soğuk evinde uyumadan önceki bizi hem gülümseten hem de gözlerimizi yaşartan hayali ile ilgili. hayattan istediğimiz şeyleri düşünürken, hayal kurarken kendimizden uzaklaşıp bakarsak ne çocuksu buluruz kendimizi, değil mi? kendi saçımızı okşamak isteriz. “demek bunu istiyorsun, buncacık şeye sahip olmak derdin, demek,” gelir içimizden. ve şunu anlarız; zihnimiz akıllı bir neden sonuç ilişkisi, reel hayatın gerçekleri ile bir isteği biçimlemez. bir sürü hissiyat bir ışık yalımı ile isteğin o belirsiz nesnesini bize bir anlığına gösterir. biz her hayalle o belirsizliği netleştirmeye ve tatmin olmaya çalışırız. sanki bazı zamanlarda tatmak istediğiniz o yemeği bir türlü bilemememiz gibi. neydi? neydi! genç yaşta, henüz otuzdört yaşındayken veremden ölen katherine mansfield, biz kendimizden bir şey anlamazken bile içimizi okur sanki. böyleyken, o, hayatı avuçlamak ister, sabırsız ve tutkulu, “daha çok malzeme istiyorum, kafeslerinin içinde terbiyeli kuşları andıran küçük öykülerimden bıktım,”der.

katherine mansfield'in çok sevdiği, savaşta ölen kardeşi, leslie beauchamp, 1915


sinek öyküsü, katherine mansfield’ın hayran olduğu çehov ‘un öykülerine bence en çok benzeyeni. patron adamın ofisi müthiş rahat döşenmiştir. eşyaları daha yeni değiştirtmiştir. her şey mutluluk veren bir konforla donanmış gibidir. konuğu biraz da yaşlılıktan ona diyeceği şeyi bir türlü hatırlamaz da neden sonra bir kadehcik viski içince hatırlar: konsolun üstünde duran patronun oğlunun fotoğrafı var ya hani, asker üniformalı, ciddi görünüşlü fotoğraf… kızlarının, patronun oğlu olan bu askerin mezarını gördüğünü, çok güzel bir mezar olduğunu filan söyler. böyle aniden oğlunun mezarından söz edilmesi çok sarsıcıdır, konuk gittikten sonra ağlamak ister patron. neden sonra mürekkep hokkasına düşen sineği görür ve onun yaşam mücadelesine hayranlık duyar. onu alıp kurutma kağıdının üstüne koyarak üstüne mürekkep damlatır. sinek her seferinde kurtulmayı başarır. yiğit, cesur ve yaşamaktan vazgeçmeyen sineğe hayran kalır ve ister ki sonuna kadar yaşamayı becersin, ama sonunda ölür sinek. kendisine yeni bir kurutma kağıdı getirmelerini emrettiğinde aklından çıkmıştır olan bitenler, içinden sadece ağlamak geliyordur. katherine mansfield işte böyle mesela, tek başımıza otururken, kısacık sevimsiz bir cümle, bir sinek vızıltısı ile gözyaşlarımız arasındaki o ilintiyi mükemmel bir şekilde kurup, anlatmakta öyle ustadır ki, yaşamın her anının öyküsü yazılabilir diye duyumsar insan. her anının! bir olay, bir sonuç beklemek yersiz, bu öykülerde. insanın doğası tüm derinliği ve genişliği ile ele geçirir bizi. o küçücük hikayeleri, içimizdeki pırpırla ya da boğazımızdaki düğümle okumamız bundan.


mr. reginald peacock bir şan hocasıdır. canı sıkılan ev hanımlarına şan dersi verir ve onların romantik ilgilerinden çok hoşlanır. süslü, gösterişçi, sığ bir adamdır. olmadığı bir adam gibi davranır, evde ait olmadıkları sınıfın düzenini boşuna kurmaya çalışır. karısından hoşlanmaz. onu kendine denk görmez. insan elinde olmadan, katherine mansfield’in sadece bir gün evli kaldığı o şan hocası mı bu acaba, diye düşünür.


katherine mansfield ve 1912 yılında hızla evlenmeye karar verdiği genç edebiyat eleştirmeni kocası john middleton murry

dükkandaki kadın, öyle çarpıcı bir öykü, etkisi öyle olağanüstü ki, günlerce aklımdan çıkmadı. öyküde hem bir western havası var hem bir polisiye gerilim. bir sırrın tuhaf bir şekilde açığa çıkışı, o kadın, çocuk, yolcular… inanılmaz güzel bir öykü.

yabancı adlı öykü, avrupa'daki kızlarını göremeye gittiği için on aydır görmediği karısını bekleyen bir adamın tutkulu bekleyişini anlatıyor. adamın özlemi onu tahammülsüzleştirirken gemi de geciktikçe gecikir. nihayet karısına kavuşur ve otel odalarına yerleşirler. adamın karısına duyduğu sevgi öyle büyük, yalnız kalmak için duyduğu çaba öyle acıklıdır ki... tüm dünya onun bu çabasına karşı gibidir. hatta çok sevgili karısı rastlantı sonucunda gemi de kucağında ölen bir adamdan bahsettiğinde büyük bir kırgınlık duyar. artık hiç ama hiç yalnız kalamayacaklardır, aralarında hep o yabancı olacaktır diye düşünür. nefis bir öykü.


sarkacın salınımı, parasız bir genç kızın, birkaç saat içinde gelişen küçük bir olayla tüm hayatını etkileyecek ahlaki seçimini yapışını anlatır.

öleceğini anlamamış katherine mansfield. klinikte hayatının son günlerini yaşarken, arkadaşına yazdığı mektupta, “yaşam tarzımı tümüyle değiştirmeyi düşünüyorum. Her türlü işi ellerimle yapmayı amaçlıyorum. hayvanları beslemek ve elle yapılabilecek her işi yapmak.”

yeni yıl yaklaşırken biz de yapmak istediklerimizi düşünebiliriz. hayata çok geç olmadan ellerimizle tutunabiliriz. benim bir önerim de eğer henüz tanışmadıysanız kendinize bulabildiğiniz tüm kitaplarını alıp, katherine mansfield ile tanışmanız olacak.

ah bu rüzgar

katherine mansfield

can yayınları

çev. şadan karadeniz



ayrıntılı bilgi için:

Çarşamba, Aralık 19

canım noel baba

dün keyifsizdim biraz. çocuklar ortalığı fazla dağıtmıştı da ben onları okula yolcu ederken kafa ütülüyordum kapıda. zil çaldı, gelen kargo görevlisi, aceleyle elime bir paket tutuşturdu. üstünde aslı'nın adı yazıyordu. gülümsedim ve sinirli halden neşeli hale geçen yüzümü görüp rahatlayan çocukları öperken, "çevrenizdekileri mutlu etmek için birazcık özenli olamaz mısınız!?" diyip, okula gönderdim.

paketi açınca içinden tişörtler, mikado, bayıldığım buzdolabı magnetleri, kağıttan bir geyşa, iletişim'in çıkardığı 2008 yaratıcı direniş ajandası, içinde aslı'nın o güzel el yazısıyla matrak şeyler yazdığı kartpostal ortalığa saçıldı. öyle çok sevindim ki, ağlamaya başladım. durup durup ağladığım için de ona telefon açamadım, mail yazdım. onun kafasının içinde insanları nasıl, ne zaman mutlu edeceğini bildiren bir alarm var, tıpkı noel baba gibi. "seni kandırmak ne kolay, iki küçük şeye mutlu oluyorsun," diye yazmış sonra. aslında hiç kolay değildir, tatlı bir sürprizle bir insanı apansızın yakalayıp, dertlerinden ayırıp, sevinçli birine dönüştürüvermek. canım bora da küçük, pır pır hediyeler almakta ustadır.

teşekkür ederim aslı. öyle sevinçliyim ki varsın diye. seni seviyorum. sımsıkı kucaklıyorum seni.

Cuma, Aralık 14

Günlük: Ne güzel bir gün!


chagall-birthday

S. Hanım, basketbol sahasının hemen yanından, berrak gökyüzünün önünde, siyahlar içinde, sayfaları çevirdikçe hareket eden resimler gibi bize yaklaştı, elini kolunu sallayarak, geldiğini haber verdi. "Islık çalıyorum ama duyuramadım sesimi," dedi. Gökyüzü kabarık, pufuduk bulutları taşıyamıyormuş gibi sıkışık; deniz kurşuni, ama kıpır kıpır kırışık. Şansımıza ne kadar güzel bir hava! İçerde sıralı koltuklara oturduk. Küçük gözlerine göre uzun kirpikleri bir karanfil duygusu veriyor S. Hanım'ın. Bora sigara içmek için dışarı çıktığında, "Bora, çok sert görünür ama tanıdığım en iyi yürekli insanlardan biridir, sizi de o kadar çok seviyor ki." Hiç samimi değiliz, Bora da genellikle tartışır onunla. Bir insanı kendisine ters düşen gündelik tartışmalarla değil de karakteri ile tarif edecek kadar olgun olması çok hoşuma gitti. Uzak birisinin kendini gizleyen Bora'nın duygularından bahsetmesi ne tuhaf. Onca zaman arkadaştık da Bora'nın bana karşı duygusal bir yakınlığı olduğunu bile anlamamıştım, ki ben uçan iki sineğin arasındaki romantizmi bile hissederim. İlk kez bir şeyler hissettiğimde gazeteye yazdığım öyküde, aslında Bora ile ilişkinin imkansızlığını yazmıştım. Arkadaştan sevgili olunmayacağından, arızalı adamların yoruculuğundan filan bahsetmiştim. Kendisinden bahsettiğimi anlamış olmalı ki, sevgili olduğumuzda gazete kesiğini çekmecesinde bulmuştum çok sonra. Arçil'le yaşadığımız o eve gelip kaldığı cuma gecelerinden sonuncusuna kadar da hiç bir şey hissettirmemişti. Arçil uyumuştu. Biz, aramızda olan o tuhaf şeyin bir açıklığa kavuşması için karar almıştık sanki de... neyse, kanepede ona döndüğümde öpmüştü beni. Çok güzel bir öpücüktü ve kucaklaşmaların da en güzeli. "Seni elimden kimse alamaz artık," demişti.


Hay allah, A. biraz gecikti, Bora onu bulmak için dışarı çıktı. Bora önde A. arkada geldiler. 4.30'da yatmış, azıcık uyuyup yollara düşmüş A. Bazı insanların yanında çok rahat edersiniz, kendiniz olmanızda hiç bir sakınca yoktur. A. öyle biri. İçiçe geçmiş kompartımanları yok zihninde, insancıllığı ile muhteşem bir tek derin düzlemden oluşuyor. İyi biri. Nefretle, kinle, kıskançlıkla kirlenmemiş olduğunu hemen anlıyorsunuz. Ben bazı insanların yanında hiç, bazılarının yanında ise kendimi bile şaşırtacak kadar çok konuşurum. A. ile çok konuştum. Bora, çok sevinçliydi, çünkü bulutlar ve deniz muhteşemdi. Bulutların fotoğrafını çekmeyi unuttuğuna sonradan üzüldü biraz. Sabah daha kuaföre giderken ben durgun havaya bakıp güzel bir gün olacağını anlamıştım. Çocuk nasıl fönleyelim dediğinde, bilmiyorum, dedim. Uzun, düz bir saç nasıl fönlenebilir ki? Olduğu gibi olsun, dedim. Bora sabahladı ama hiç bitkin değildi, aksine içi içine sığmıyormuş gibi, yüzünde gülücükler uçuşuyordu hep. Siyah kısa elbisemin altında trekking botları biraz tuhaf durdu galiba. Bora, koyu kahve pantolonu, hardal rengi kazağı, lacivert trençkotu ile çok hoştu.

A. beni eve bırakırken daha sık görüşme sözü verdik birbirimize. Babaanne'ye yemek yapmak için uzun bir öğle sonrası var şimdi önümde. Biz büyük ihtimalle bu akşam dışarıda yiyeceğiz. Küçük kuş, Elvis Castello'nun i want you şarkısına eşlik ediyor. Tina hala uyuyor.
***

Cumartesi, Aralık 8

shoot 'em up! kesmezse, death proof!

yalnız başıma izleyeceğim zaman, bora'nın daha önce izlediği filmleri ya da izlemek istemeyeceğini tahmin ettiğim dandik statüsündeki filmleri tercih ediyorum. ben zaman zaman dandik film izlemeye de bayılıyorım. beni rahatlatıyor. shoot 'em up, CD kapağı, ismi, oyuncularıyla bora'nın, bu filmin evde işi ne, CD'ci kakalamış bize, dediği bir filmdi. yani yalnız başıma izlemek için birebir:)


dün gece bora uyurken çıkardım filmimi. uykum iyice açılsın diye kendime koca bir fincan kahve de yaptım, magnum acı çikolatam da hazır, olmadı, çikolatalı kek de var, play düğmesine bastım.


film inanılmaz eğlenceli. çok matrak. başından sonuna kadar sürekli ama sürekli silahlar çalışıyor ve inanılmaz absürd şeyler oluyor. şimdi size konuyu anlatsam, mesela bu silahlar patlarken clive owen'ın kucağında yeni doğmuş bir bebek var, bu bebekle pis tuvaletin zemininde kayarken ya da bir apartmanın çatısından diğer apartmandaki dairenin camına bu bebekle atlarken desem, tüm annelerin yüreği ağzına gelir. ama hiç de öyle değil film. bizim bildiğimiz cool, karizmatik ve yakışıklı ve ah ses tonu nefis olan clive owen, müthiş bir yeni kahraman yaratmış bu filmle: Mr. Smith. Filmde sürekli kıtır kıtır havuç yiyor ve evet bildiniz, gözleri çok keskin bir nişancı. ayrıca dolabınızdaki turuncu sevimli havucun A vitamine sahip olması dışında gözünüzdeki itibarını kat kat artıracak, silah gibi kullanıldığı sahneler var ki, dudak uçuklatır. clive owen, peşindeki yüzlerce kişiyi öldürecek ama bugs bunny gibi kendisinin burnu bile kanamayacak film boyunca (filmin sonunda işler değişiyor birazcık ama o kadar olsun). ayrıca insanları gözünü kırpmadan öldürürken hayvanlara duyduğu şefkat göz yaşartıcı:p




peşindeki kötü, acımasız adam ise paul giamatti. evet evet, sideway'den tanıdığımız şu sevimli, utangaç adam. bu filmde, gözlerini kocaman açıp döndürerek, clive owen'ın aklını okuyan, sürekli telefonda sevgili karıcığı ile konuşan ve 8 yaşındaki oğluna hangi kartpostalı göndermesi gerektiği konusunda kaygılanan soğukkanlı bir katil:)




monica belluci yine ifadesiz, boş, ben güzelim maskesi ile süzgün süzgün arzı endam ediyor. filmde en gizli fantazilerin eşlikçisi bir fahişe rolünde. ben clive owen'la pek kimyalarını tutturamadım ama beğenenleri, monica ile kimyası tutmayacak bir adamın daha doğmadığını söyleyeceklerdir ki bize susmak düşer bu durumda.


filmin konusu ne mi? bu aslında hiç önemli değil. kimin neyi, niçin yaptığıyla pek ilgilenmiyorsunuz filmi izlerken. zaten kahramanlar da ilgilenmiyorlar, vuruyorlar. clive owen'ın, otobüste giderken ağlayan bebeği susturmak için ayağındaki çorabı çıkarıp çocuğun başına bere gibi giydirmesi, sonra banyo küvetinde uslu uslu kendisine bakan bebeğe tabancanın bölümlerini öğretmesi çok dokunaklı sahneler desem film hakkında birazcık bilgi vermiş olurum belki:p clive owen'ın peşindeki o yüzlerce adamın tek isteği bu yeni doğmuş bebeği öldürmek, clive owen da tesadüfen ve kerhen bebeği korumak için dalıyor bu pisliğe. filmde silah ticareti filan lafları da geçiyor ama, laf olsun diye.



devamı çekilse eğlenerek yine izlerim. yanınıza fındık fıstık, bir kaç kafa arkadaş alıp, geyik yaparak siz de izleyin. bu arada filmi michael davis yönetmiş.



eğer fındık fıstık ve arkadaş kadrosunu tamamladıysanız ve vaktiniz iki film birden yapmaya elverişli ise ikinci film olarak önerim, tarantino'nun death proof'u olacak. tarantino, kurt russel ile yeni ve müthiş bir seri katil tipi yaratmış. dublör mike adındaki bu manyak katil, özel olarak yapılmış otomobiliyle güzel hatunları öldürüyor. hatunların kendi aralarında erkekler hakkındaki diyalogları fena değil. kafa kızlar. ilk hatun grubunu fena haklayan dublör mike'ın ikincisinde şansı yaver gitmeyecek, yollardaki tehlike, hobileri olan ikinci grup onu fena hırpalayacak.



Perşembe, Aralık 6

"hı, hıı... evet, severim blues brothers'ı."



bahsetmiştim, üniversitedeyken hem çalışıyor hem de okuyorken, ankara emek'te bir kapıcı dairesinde yaşıyordum. hani, baş kısmında kitaplık olan daracık, sert yatağı ve bir köşede küçük bambu takımı olan, her tarafından kalorifer boruları geçtiği için sıcacık olan tek odalı ev. işte o evde, akşam karanlığında yorgun argın eve döndüğümde, kendime bir bira açar, sigaramı yakar, kitaplıkta mavi minik hoparlörleri olan walkman'e, blues brothers kasetini koyardım. hemen dibinde sarmaşıklı bir duvara bakan pencerede kar yağıyor olur, ben dansederdim. blues brothers neşesi zihnimde işte taa o zamana, taa ankara emek'teki o eve götürür beni. ne tuhaf değil mi, mesela roger waters'ın, the pros and cons of hitc hiking albümünü dinlemeye başlar başlamaz, bir sonbahar ayazında kahvenin önündeki parmaklıklara yaslanmış bana hem müziği anımsatır hem sözlerini açıklar haldeki münir'i düşünmek?...

gece, mutfak penceresini açmış sigara içiyordu bora. kanepede oturmuş sleuth filmini izleyen yanıma geldi ( michael caine ile laurence oliver'ın oynadığı, joseph mankiewicz'in yönettiği nefis film), "yağmurla ilişkimiz ne tuhaflaştı," dedi. "eskisi gibi sıradan ve bazı zamanlar yazı özleten hali ile düşündürtmüyor kendini. şu küresel ısınma yüzünden, ender görünen, şımarık bir doğa olayına dönüştü." pencereye gidip baktım. dinmiş yağmur, caddeyi şöyle bir ıslatabilmiş sadece. sokak lambasının ışığı altında bir dekor gibi görünüyordu manzara. kediler kolilerin içine girip oynaşıyordu. bir sırrı biliyormuş gibi sessiz beni izleyen tina'yı kucağıma alıp filme devam ettim.

Çarşamba, Aralık 5

çok fantastik bir icat!

necla hanım, benim mektup arkadaşım. buraya çok sık uğrar ama pek yorum bırakmaz. bunun yerine mektup gönderir. çok akıllı, duyarlı, birikimli biri. bugün gönderdiği mektup, "fantastic machine" adında olağanüstü bir alet hakkındaydı. onun mektubundan aynen aktarıyor ve gönderdiği filmin youtube'da bulduğum kopyasını ekliyorum. inanılmaz keyifli, büyüleyici bir gösteri. teşekkür ederim necla hanım.

"Bu makina, Robert M. Trammell Müzik Konsevatuarı ve Iowa Üniversitesi Sharon Wick Mühendislik okulu arasındaki işbirliği ve gayretleri ile yapılmıştır. Makinayı meydana getiren parçaların %97 lik bölümü John Deere Endüstrisi ve Bancroft Iowa sulama ekipmanlarından gelmiştir, evet tarım aletleri !!! Bu filmi çekmeden önce ekip, kurulum, sıralama, ölçüm ve ayarlar için toplam 13029 saat harcamıştır (543 gün kadar)Şu anda Üniversitenin Matthew Gerhard Alumni Salonunda sergilenmektedir ve halihazırda da Smithsonian Kurumuna bağışlanmıştır. "


Pazartesi, Aralık 3

doktor dee'nin evi

londra, parapsikoloji, ökültizm, falcılık, kahinlik denilince aklınıza ne gelir? peter ackroyd'un kitaplarını okuyunca aklınıza ondan başkasının gelmesine pek imkan yok. eğer benim gibi, dünyanın temel fiziksel prensipler dışında anlatılmasından oyun zevki alıyor, geçmişi, geleceğe dedektif romanlarını aratmayacak kadar gizemli, heyecan dolu paranormal olaylarla bağlayan hikayelerden hoşlanıyorsanız peter ackroyd'un son okuduğum kitabı doktor dee'nin evi tam size göre.

matthew palmer, londra clerkenwell'de babasından miras kalan tuhaf evi araştırırken, evin, 16. yüzyılda yaşamış, bilim adamı, simyacı, kahin doktor john dee'ye ait olduğunu öğreniyor. john dee'nin kara büyü ile ilgilenmesi hatta günümüzdeki klonlamaya benzer bir deney ile kendisinin sonsuza kadar yaşamasını sağlayacak tüpte insan oluşturma çalıştırmalarını gerçekleştirmesi, ilginç olayların nedeni gibi görünüyor. 16. yüzyılın olayları ile matthew'nün hayatı kitabın her bölümünde ilginç bir şekilde kesişiyor.

kitap bir polisiye roman kadar heyecanlı; eski londra görüntüleri, alışkanlıkları, yemekleri, kara büyü, düşmanlar, tuhaf dostlar, sır dolu aile ilişkileri ile çok sürükleyici. zihni bulanık, ne yaptığının farkında değilmiş gibi şuursuzca hareket eden matthew ile cin gibi john dee karakterleri hoş.

kitaba başladığımda, bora da tesadüfen dost kitabevi'nin görsel gezi rehberini inceliyordu (aralık ayında londra'ya gitmeyi planlıyorduk ama, olmadı, belki bahara). kitapta geçen yerleri, gezi rehberi'nin haritasında birebir görmek çok hoş oldu. canınız isterse, kitabı bir londra haritasıyla birlikte de okuyabilirsiniz.

aşağıda, bülent'in sitesinde keşfettiğim dünyanın en güzel kütüphaneleri görselleri ile birlikte, kitabın kütüphane bölümünden alıntılar var. tekrar okuyunca alıntılar, sıkıcı bir kitaptan olduğu duygusu verse de buna kanmayın, hoş, eğlencelik bir kitap. iyi okumalar.

"... benim ve felsefi çalışmalarım hakkında uydurulan o budalaca, iffetsizce, düşkünce ve hakikatle hiç alakası olmayan masallar aklıma geldiğinde, burada, tüm çağların önünde sessiz sedasız uzandığı kütüphanemde, aptal aptal konuşan dillerden uzakta huzur buluyorum. burası benim quetus est’im, (dedikleri gibi) özgürlüğe gidiş pasaportum. hürriyet, geçmişin hafızasından ve geçmiş hakkında derin düşünmekten başka nerede bulunur ki?"

s.73

"... hakiki kitaplar, çağların mirası olanı idrakin gücüyle doludur: zaman içinde elinize bir kitap alırsınız, ama onu ebediyetin içinde okursunuz. şu metne, üstad mattehew tarafından yunanca’dan mükemmel tercüme edilmiş ars notoria’ya bir bakın – her kelimenin nasıl tözün esasına ve her cümlenin nasıl onun biçimine işaret ettiğine dikkat edin. nasıl bir bilgidir ki bu, (dünyanın daha sonraki ve çok ileri bir çağında bile) her satır, nenlerin gizli ve meçhul biçimlerinin mahreçlariyle nasıl sıkıca örüldüğünü açığa çıkarabiliyor!"

s.75


"... işte ben tüm bu bilgeliğin kaynağını buldum. ben susuzluğumu hakiki kaynağından içerek gideriyorum, çünkü adamızın mirasıyla çevrelenmiş durumdayım. tıpkı paracelsus’un duvarımda asılı posterini zihnimde yoğunlaştırıp bakışlarını bu tarafa çevirenler için parlak bir ışık olarak görünmesini sağlamak için suretini bu sayfalara yollayabileceğim gibi, etrafımdaki kitapların özlerini damıtıp dünyaya salabilirim. bu ciltler sadece benim için değil de daha pek çok gelecek nesil için sürekli ve sessiz varlıklarını koruyacaklar evlerde yaşayan ve eski duvarları ve dahi ahşap merdivenleri mesken tutan ruhların bulunduğu, avam tarafından konuşulan ve inanılan bir şeydir; mamafih, bu kütüphanede bir ruh varsa bile, bu geçmiş çağların ruhudur.




beni geçmişte yaşamakla suçlayıp alaya alanlar var, ama çok yanılıyorlar; parlak ve sabit yıldızların yardımıyla rotasını çizen yön bulucu gibi, geçmiş çağları anlayan biri şimdiye hükmeder. güneşe tutulduğunda rengarenk olan ama gölgede hiç renk göstermeyen yanar döner ipek gibi, şimdiki gün de ancak doğru şekilde bakmayı bilenlere görünür olan çok eski zamanların tüm renklerini ve dahi gölgelerini içinde barındırır.



işte burada, dünyanın hallerinden ve dahi halkından elimi eteğimi çekmiş, kütüphanemin ortasındaki büyük masada oturuyorum; kitaplarımlayken tüm budalalıklardan ve taarruzlardan korunuyorum ve böylece hakiki benliğime göre yaşıyorum. huzurluyum."

s.76


Doktor Dee’nin Evi
Peter Ackroyd
YKY
Çeviren Özcan Kabakçıoğlu


Cumartesi, Aralık 1

teşekkür ederim aslı!

hah haaa, çok hoş cevaplamışsın aslı hepsini. insan hem konuşmayıp hem bu kadar iyi anlatabilirdi:) çok eğlenceli, çok yaratıcı, çok samimi, çok sana dairdi cevaplar. bir de şunu farkettim, seni öyle çok özlemişim ki, siteye girip de cevapları gördüğümde nasıl mutlu oldum anlatamam. seni çok seviyorum, çabuk gelmeye çalış olmaz mı?

sevgiler.