süpürgenin kapatma düğmesine basınca hüzünleniyorum. onca yaşam dolu şamata, gürültü, eylem bir anda son buluyor. bazen o her şey sona ermiş gibi olan sessizliğe dayanamayıp tekrar açıyorum, yaşam ellerimde yeniden başlıyor:)
kahvaltı yapıyorum şimdi. uyku yoluna koymuş her şeyi. iyiyim.
rüyamda, göl içinde yaşıyor, orada yeni organizmalar arıyormuşum. yemek için mi, yoksa bilim aşkına mı, emin değilim. 'suda yaşayamam, nefes alamam,' diye korkutuyorum kendimi. bunu farkedinceye kadar gayet güzel idare ediyordum oysa. korkuyla uyandım sonra, nefes nefese... sabaha karşı. hava ılık, yağmur yağıyor, çok güzel. pencereyi açıp, yeniden girdim yatağa. az önce kalktım. tina ile oynadık. çay demledim. müziği açtım. kahvaltı yapıyorum. krem pantolon, mavi tişört mü giysem; yeşil bluz, siyah tayt mı?... zor karar, büyük dert:) uyku aşırıya kaçıp sorunlu bir zihni bu sığ sulara kadar çekmiş. bu mevkide olmakta sayısız fayda var. hazırlanalım. bir de ıslık çalmayı bilseymişim, yakışırmış.
rüzgar
bir şeyler anlatıyordum. konuşup durdum, kolay, hafif sözcükler. ama nerden baksan şiirli bir sabaha uyanmıştım. meselesi olan bir rüzgar vardı; tüm ağaçlara sataşıp durdu. bir balkondan izledim. yabancı bir balkon, yabancı bir manzara. beni biliyorsun; bir eve alışmamın ilk koşulu, penceredeki manzarasına alışmam. sabahın kör bir vakti. ağaç, rüzgar vardı. ben de vardım da bir insan bilinciyle yoktum sanki. diyelim, bir taş gibiydim. bir sevinci, kederi taşımayan ya da bir kader döngüsünde yuvarlanıp durmayan, bir laneti sürüklemeyen, karşı duran değil de umursamayan... bir taş kadar aldırışsız. kafamın arkasında çok uzaktan bir sismograf bir keyifle titreşip kaydediyordu ancak sabahı. kaydetti, şimdi yazıyorum.
küskün eve güzelleme
ne anlatmalı? şu an kederliyim biraz. tam olarak kavrayamadığım bir keder. artık değişmiyorum sanırım. değişiyorsun, dedi. nazım’ın bahçesinde gelmiş olması gereken baharı gelmiş varsayarak oturuyor,
doğal olarak üşüyorduk. değişmek bir fikrin başka bir fikirle mübadelesi
demekse, değişmiyorum, dedim. bunu derken aklımda ev ve sokak resim olarak
olarak karşılaştırmalı duruyordu. ev, dünyevi olandan uzaklaşıp, hayat hakkında
düşündüğün bir rafineri merkezi, bir tür ibadethane. sokak ise o karmaşası,
içinde evde kendi kendine tartışmaya açtığın kavramların uygulama alanı. sokak
hep bildiğim şeyleri söylüyor artık. beni şaşırtmıyor. bildiğim ne
varsa türevleriyle var hala. sokağı sevmiyorum. sokak ilkel bir yer; hiyerarşi
yaratıyor. verimlilik ilkelerinden bahsediyor, çıkar gözetiyor, kötü olmanın koşullarını
yaratıyor ve kendini mazur göreceğin anlayışı da beraberinde getiriyor. değişmek
düşüncene eleştirel bakmakla ilgili, evet, bakıyorum ve sokak mübadele etmeye değer gördüğüm bir fikir sunmuyor artık.
peki, insanda ne değişir? insan
belki hiç değişmez. belki insan gerçeğin yanılsamalarını değiştirir. buna da ihtiyaç duyar. çünkü gerçeği bilmez değildir de, gerçek sıkıcıdır, bunu
bilir ve yanılsamalar yaratır ondan, yanılsamaları değiştirir. sonra zaman
geçer. eve gitme vakti gelir.
çıktım. yağmur yağıyordu. dalgındım. kornalar bağırıyordu... hiçbir şey değişmedi. eve geldim. kendi manzaramın içine girince rahatladım.
ne yapsak? şiir filan mı okusak? bildiğimiz bir şiir olsun. tamam, bugün tam da bu şiirin günü, yoruluncaya kadar yazalım.
ne gelir elimizden insan olmaktan başka
ne çıkar siz bizi anlamasanız da
evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar
eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.
hiçbir şey! kadınlar geçtiği o kadın kokusu anlarında
yıkanmış, mayhoş ve taranmış duygularıyla
dönüşür içimizde az menekşe, bir sarmaşık
menekşe, hadi neyse, mor deriz sarmaşıklara
mor deriz, mor bilinir çünkü, bir yandan güneşler kurur
her yandan güneşler kurur, sanki yaz günüyledir
bir adam kayboluyordur bir taşra sıkıntısıyla
deriz ki, "şuram ağrıyor" bir de, "başım dönüyor", "yanıyor avuçlarım"
belki de bir çığlık mı bu, bu seziş, bu yakınma
bir çığlık, hem de nasıl, katılmış, donmuş, yaşıyorcasına
uzansak ellerimizde uzansak avuçlarımızda, bir çığlık
nedir mi ellerimiz -korkunçtur bir elin bir köşesinde insan olmalarıyla-
korkunçtur insan olmalarıyla kıyısında bir yüreğin
kıyısında gibi yangından, çok karanlıktan geçilmez caddelerin
ve korkunç anlamsız gözlerinde ha dünya ha bir park bekçisinin
korkunçtur insan olmaları, bir ceset, suda bir şapka gibi sallanaraktan
bitmeyen bir selam gibi, hastayken, inceyken, yalnızlıklarda aranan
korkunçtur -bunu anlıyoruz- bir yüzün en çoğul beyazında
korkunctur insan olmaları güz ortalarında, eriyen türbe ışıklarında
ve korkunçtur eriyip kaybolmaların bir köşesinde insan olmalarıyla
korkunçtur korkunç!
diyerek: ben kimim, kime anlatıyorum, neyi anlatıyorum
ayrıca neyim ben, bu olanlar ne, ya kimdir tüketen isteklerimi
tüketen kim. hani görmeden daha, sezmeden herşeyin bittiğini
ama ne zaman saçları kurularken çok eski bir alışkanlıkla
çökerken üstümüze bir sözün, bir gümüş kupanın o sebepsiz inceliği
ansızın bir ürperişte: bitti mi herşey bitti mi
yoo, hayır! öyleyse kimdir tüketen isteklerimi
bir rüzgar, duyulup binlercesi birden bir rüzgar
bırakıp giden beni bir kenara, bir uzağı, ya da bir boşluğu bırakır gibi
ve ben ki hazırımdır bir süre unutulmaya
ama hep sorulur gibidir benden: ben şimdi ne yapsam acaba.
ben şimdi ne yapsam, ben şimdi ne yapsam kaç kere yalnız
hem bunu kaç kere söylemek, ne türlü söylemek adına
eskimiş fırçalarda, kırılmış şişelerde, tozlanmış ilaç kutularında
okunmaz kitaplarda, uzaksı giyişlerde, çocuksuz avlularda
anlamsız kahvelerde, bir yolun çok ucunda, asılmış koyun butlarında
ben şimdi ne yapsam, ben işte ne yapsam kaç kere yalnız
kaç kere yalnız, ama kaç kere yalnız, gene kaç kere insan olmalarımla
kapansam, evlere kapansam, yıkanmış bir deniz bulacaksam orada
anılar bulacaksam -anılar mı dediniz?- ne sesli bir vuruşma
odalar bulacaksam, odalarda kadınlar, çiçekler, çok aynalar
rakılar, gene rakılar, kırıklar sonsuz yaralar
bulacaksam orada, bir koltuğu bir koltuğa doğru
bir yüzü bir yüze, bir eli bir ele doğru yaklaştıran çocuklar
sinekler bulacaksam, kaskatı yapan boşluğu, sinekler
zorlanmış bir gülüşten -iğrenip birden- kusmalar, bulantılar
bulacaksam belki de: susanlar, bilmem ki niye susanlar
ölüler bulacaksam -ölü gözleri onlar, cesetler, giderek dışa vurmalar
ne dedik, dışa vurmalar mı, yani ilk aydınlığı mı ölümün
ölümün ilk aydınlığı mı, ne dedik, sahi biz ne deseydik bu konuda
ne deseydik bilmiyorum, ama var bu kadarcık birşey insanın sonsuzunda
bu kadarcık bir şey -İyi ya, peki, şimdi kim var sırada
sakın haaaa! biz yoğuz, bizi unutun, yok deyin adımıza
yok deyin çünkü biz... biz işte korkuyoruz ne güzel korkumuzla
ne güzel ellerimizle... başlayın, hadi başlasanıza
örneğin bir kahve falı? az müzik? diyorum biraz iskambil!..
ama hiç seslenmeyelim -seslenmeyelim- içimizden oynayalım
ayrıca
- dört kişiyiz!
- hayır on!.
- bin kişiyiz!
- bana kalırsa..
ne kadarcık bir fark var bizimle bütün insanlar arasında
öyleyse başlayalım: koz kupa! ah şu sinek onlusu bire bir unutulmaya
çayınız soğuyacak! çayınız mı dediniz? ne tuhaf biraz anlıyorum
- üç karo!
- pas diyorum!
- susalım baylar, dört kupa!
ah şu sinek onlusu! koz kupa! çayınız mı dediniz? susalım!
susalım -niye susalım- anılar mı dediniz? ne sesli bir vuruşma!
ya sonra? bırakın şu sonrayı, bilmem ki nedir o sonra
gene mi, başladınız mı? peki şimdi kim var sırada
sakın haaaa! biz yoğuz, bizi unutun, yok deyin adımıza
yok deyin çünkü biz... biz işte korkuyoruz ne güzel korkumuzla
ne güzel ağzımızla... yok canım, ben var ya, istiyorum sırada
olmayı istiyorum -sahi mi- ama isterseniz siz olun
siz olun, biz olalım kim olacak ? -hep böyle oyalansanıza
yani "şu sinek onlusu, susalım baylar, koz kupa."
gibi oyalansanıza
biraz oyalansanıza.
bir oyun başka olamaz oyundan gibi
bir söz başka olamaz sözden gibi
bir şey başka olamaz bir şeyden gibi
tam öyle gibi, varıyor gibi bir mutluluğa
ne gelir elimizden insan olmaktan başka
ne gelir elimizden insan olmaktan başka
ne çıkar siz bizi anlamasanız da
evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar
eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.
bir düş görüyordum. çok da ciddiye alıyordum artık hangi saçmalığı yapıyorsam orada. telefon çaldı. elimi uzatıp telefonu yanıma, yorganın altına aldım. biraz konuştum. ne konuştum? hala yorganın altında, düşteydim, konuşma düşün içinde geçti. uyandım. pencere. gri, bulutlu. hala kış sandım. ama pencereyi sonuna kadar açınca, hala direnen kışa karşı... bahar, bahar gelmiş! derhal müzik lazım.
dışarı çıkacağım. ne giymeli? bu kızlar ne yetenekli, sokaktakiler diyorum. yürüyorum, hava bir an güneşli, bir kız çiçekli elbisesiyle geçiyor; sonra bulutlar, serinlik, bir kız cafe'de oturmuş, tam da gereken kalınlıkta bir hırka üstünde, yürümeye devam ediyorum, rüzgar çıkıp hava eni konu soğuyor ya, bu kez rüzgarlıklı bir kız vitrinin önünde. nasıl yapabiliyorlar bunca kararsız, değişken havaya an an uygun giyinebilmeyi. yanlarında görünmez bir gardropla filan mı dolaşıyorlar?
şöyle böyle konuşup durduk; ama demem gerek, hayatımın en güzel iki yılıydı. sakin, sessiz, ama nasıl desem dürüst ve içten bir iki yıl. çok şey öğrendim. başımın belası yalnızlıkla baş etmeyi ve onu sevmeyi, istemediğim hiçbir şeyi yapmak zorunda kalmadan yaşamayı... hangi kitabı okumak istiyorsam onu okudum, filmlerimi kendim seçtim. evde olmayı seviyorsam çıkmadım. gecenin üçünde kahvaltı mı yapmak istedi canım, ekmek kızartıp, yumurta haşlayıp, müzik açıp o saatte kahvaltı yaptım. tek başıma çılgınca dans ettiğim de oldu, avuçlarıma kapanıp göz yaşlarına boğulduğum da. bir çocuk ve bir kedi ile herkesin keyfine uygun bir düzen kurdum. kurmadım mı!? burada bir rüya aradım ve bana kalırsa buldum. bulmadım mı!?
birazdan çıkacağım, ama işte en basit hakikat yoruyor beni; şimdi ne giymeli?
iyi ki her şeyin bir nedeni var. bugün güneş iyi olmamızın nedeni. yarın sınav var, bu da heyecanlı olmamızın. basit. nedeni anladığımız an içimiz rahat. iyi ya da kötü sonuç, farketmez. nedeni bilelim. en çok sorduğum soru bu: neden?
bu aralar dışarda çok zaman geçiriyorum. kadıköy'e değil de karşıya, taksim'e gidiyorum çoğu kez iş için. geçen gün ama kadıköy'deydim. özlemişim çok. otobüsten inince her zaman oturduğum cafe'ye gittim. uzun otobüs yolculuğunu bitirince orada oturup bir çay içiyorum çoğu kez. bu seferki otobüs yolculuğu ilginçti de. otobüse girdiğim anda ön koltukta oturan adam otoriter bir tavırla yanına oturmamı işaret etti. başka boş koltuk yokmuş çünkü. oturdum. bir bacağını tuhaf şekilde öne uzatmıştı. nitekim ikinci durakta, akbil doldurmak için otobüsü bekletmek isteyen hanıma, "ben topal bacağımla zamanında akbillerimi dolduruyorsam sen de doldurmalısın. otobüs sizi bekleyemez, devam et şoför," dedi. şoför devam etti. yol boyunca, arkaya yürüme alışkanlığı edinememiş yolcuları payladı, akbili olmayana akbil verdi, bir kadının kucağındaki çocuğu kucağına aldı... topallığı ve gür sesiyle şoförün iktidarını devralıp otobüs ahalisini hizaya getirdi. bir ara hızlı bir otomobilin ters hareketi nedeniyle ani fren yapmak zorunda kalıp otomobil sürücüsüyle atışınca şoförümüz, erkek yolcularımız kadınlardan ayıklanarak ve göğüslerini şişirip şoförümüze destek olmak için öne atılınca, yanımdaki topal bey sol elini onları engellemek için ileri uzatıp, "zaman kaybetmeye değmez," dedi. ona bakan şoföre bu kez aynı elinin avuç içini açarak kibarca yolu işaret etti. herkes sakinleşip yerine döndü, şoför yola devam etti. kadıköy'de tüm yolcularla birlikte koltuk arkadaşım da indi. arkasından bir süre baktım; tek başına topallayarak yürüyüşünde iktidarını kaybetmiş bir imparatorun acıklı hali vardı. uygun davranış biçimini, bir hareketin en ideal yapısını bana kalırsa en iyi topal biri bilir. ilginçtir ki, birbirlerine pek benzemeyen iki kocamın da hayali aksak olmaktı. aksak bir insanda büyülü bir şey görürlerdi. ben de severim.
cafe'de her zaman oturduğum sokağa çıkarılmış masama çayımı alıp oturunca, yan masadaki üç neşeli hanımla selamlaştım. bir evraka bakıp sohbet ediyorlardı. neden sonra anladım ki, birinin çıkardığı astroloji haritasını, diğeri yorumluyor. kocalar, eski kocalar, burçlarıyla değerlendirilip kahkahalar patlatılıyor. zavallı tatsız arkadaşlarının oğlağı beşinci evde diye, sevimsizlikleri görmezden geliniyordu, filan. öyle hoş bir mizah anlayışları vardı ki, gülmeden edemedim. sohbete ben de katıldım. bir ara eski hayatlarında ne olduklarına ilişkin bir sohbet yürüken, "ben de rahipmişim," dedim. başka zamanlarda hiç dikkate alınmayan hakkımdaki bu bilgi, ilgiyle karşılandı, yüzüme baktılar, "zaten belli," dediler. "ama," dedi duygusal bir yengeç hanım olan "şamanlık var sizde." diğer harita yorumcusu ile bakışıp, kızılderili şamanı olduğum konusunda görüş birliğine vardılar. arkadaşımla buluşacaktık, gecikiyordum ama masadan da ayrılamıyordum. onlar da tekrar görüşmekten çok mutlu olacaklarını söyleyince birbirimize telefon numaralarımızı verdik.
arkadaşım üç tur attığı halde arabasını park edecek bir yer bulamamış. kırtasiyeyi ikimiz de çok sevdiğimiz için nezih'te buluşacaktık yine her zamanki gibi. ben nezih'in karşısında alçak tabureleri olan kahveye oturup, odun ateşinde türk kahvesi söyledim ikimize de. daha çantayı yanındaki tabureye koyup oturmadan bir mesele hakkında konuşmaya başlamıştık. yan masada arada iki cümle edip sessiz çay içen iki beyin konuştuklarımızı idrak edip, bir fikir oluşturduklarını sanmam. sadece, "kadınlar..." demişlerdir:)
kitapçıları dolaştık. mağazalarda bu yılın modasını teftiş ettik, pastel renkli pantolonlara, tişörtlere bayıldık, "ah bahar geliyor... buluşup ağva'ya gidelim," dedik. onu hiç gitmek istemediği toplantıya yetişsin diye otomobiline bindirip, komşufırın'dan ekmeğimi aldım. bahariye'ye yürüdüm. mudo'dan bir etek aldım yine. bu hafta aldığım ikinci etek. nazım'a uğradım. bülent neşeliydi, bense yorulmuş ve ciddi. gıcıktım bu nedenle biraz. masa kalabalıklaşmaya başlayınca kalktım. otobüse bindim. elimdeki ekmek poşetini gören hanımla ekmek çeşitleri, mayalama usülleri hakkında sohbet ettik.
bilmem ki nasılım? iyi miyim, durgun mu? bir dağınıklık, alışkanlıklarımın bozulmasından bir huzursuzluk var içten içe. ama tam olarak nasılım, pek bilemiyorum.
yavaş okuyorum. bazı günlerse hiç okumuyorum. genç türk edebiyatçılarının kitaplarından almıştım. şöyle bir aralarında dolaştım. pek beğenmedim. o nedenle, hiç bahsetmeyeyim şimdi onlardan. hala conrad'ın 6 öykü kitabı var elimde. hoyrat-öfke dolu bir öykü yeni bitti. yine rastlantı eseri bize ulaşmış gibi, hikayeyi kıl payı yakalamışız gibi kurgulamış. öyküyü nakledeni pek tanımıyoruz, öyküyü anlatanı ise kitaptaki kimse tanımıyor, oradan bisikletiyle geçerken uğramış bir yabancı. şurdan burdan söz ediliyor ve neden sonra hikayenin asıl kahramanı, içi şeytani bir kötülükle dolu, tam bir baş belası, deli bir gemi anlatılmaya başlanıyor. burada, edebiyat dedektifi kategorisi için uzun uzun yazmayı düşündüm bunu ya kalsın, kısaca bahsedeyim; conrad apse gemisi için fikri, bana kalırsa doğrudan moby dick'ten almış. kaptan ahab için moby dick nasıl ki dünyadaki tüm kötülüğün simgesi ise denizciler için de apse ailesi gemisi öyle. aşinalık için, gündemi yakalamak için kötü edebiyatla vakit harcamamaya verdiğim karara devam edeceğim anlaşılan o ki. tolstoy okurum yakında, kafka kitaplarını yeniden okurum, fowles'un kitaplarını da. borges okurum dönüp dönüp. tanpınar'ları okurum, sabahattin ali, sait faik, yusuf atılgan...
edebiyat dedektifi kategorisi için, edgar allen poe'nun usherların çöküşü kitabının sonu ile melville'in moby dick kitabının sonunu karşılaştırmalı konuşalım diye düşünüyorum. ama vakitsizlikten değil de bir tür zihin dağınıklığından, motivasyon eksikliğinden elim varmıyor yazmaya.
durumlar genel olarak böyle. hah, dün akşam bir çizgi film izledim; the secret of kells. çizgisi, renkleri çok, çok güzel. izlemediyseniz, çizgi film sevenlere hararetle öneririm.
haberler böyle. bir hali diğeriyle maskeleyip yazamıyorum burda size. eğer bulanık, belirsiz bir ruh hali görüyorsanız, tam da o halde olduğum içindir. nasılsam öyleyim burda da.
yalnızken insan bedenine yabancılaşıyor da, beden bir tür fikir haline geliyor. sokağa çıkan beden ise kendini hatırlatıyor. o yeşil hırkayı giymek istiyor, bu uğurda üşümeyi filan göze alıyor. bu bedeni başka bedenlerin ilgi alanına sokmak istiyor çünkü. bedenin, acıkmak, üşümek, beğenilmek gibi kendini ifade etme hallerinin önceliği oluyor sokakta. insan sokakta bedenine yakınlaşıyor ve bedeniyle yaşayan bir varlık olduğunun ayırdına varıyor.
internetin icadıyla bedene çok az işimizin düşeceğini hesap etmiştim. orada konuşan, paylaşan, tanışan, parasını orada batırıp, oradan kazanan, devrimleri orada örgütleyen zihinlerin bir bedene de sahip olduklarının unutulacağı bir evrime tabii olduğumuzu filan. gerçi şu sağlıklı beslenme ayinleri ile beden bir mabede de dönmüş durumda bir yandan. öyle de olsa, tereyağlı omlet isteyen bir bedene, üç dal maydonoz yedirten bir zihnin ambargosuyla beden de robotlaşmış durumda, dilsizleşmiş, isteklerini köreltmiş, yok hükmünde aslında.
korku filmlerinin bir türlü ölmeyen lanetli tipleri gibi bu yıl hiç bitmeyen soğuk havaya çıkacağım birazdan. varolmayan şövalyeyi var kılan o zırhı gibi, bu bedeni bir giysiyle kuşatacağım. bedenim olduğuna içten içe şaşacağım, yeşil hırka filan giydireceğim ona. böylece var olacak bu beden, başkalarına bir şey ifade edecek, bedene bakıp akıl hakkında fikir yürütmeye imkan verecek.
şurada rahmi öğdül'ün ortaokul kitabımızdan hatırladığımız üç beden tipi hakkında dümdüz bir yazısı var. ben okuyup hatırlamaktan hoşlandım.
nevresimi değiştirip, odayı havalandırıp, duş alıp uyumayı seviyorum.
"evde en çok neyi severim?" adında bir seriye başlıyoruz:) evi çok özlüyorum çünkü. dün gece arçil'in arkadaşları bizde kaldılar. beni de kovaladılar. özlem'de kaldım. bugün öğleden sonra eve geldiğimde dağınık ve pis evle karşılaşınca canım biraz sıkıldı. özlem çünkü çok titiz ve onun eviyle karşılaştırınca... yorgundum, ama duramadım, temizlik yeni bitti.
sanırım evin yarısını atacağım. kolçağı kırılmış çok sevdiğim bir iskemle var; bu kaçıncı tamir, yine kırık. vişne çürüğü pufun çatısı eğrilmiş. ve bir sürü eski giysi... taşınırken hepsini burada bırakacağım. o kenarı kırık tabakları, çatlamış fincanları... eski, ahşap masayı, sehpaları... az, sakin, temizlemesi kolay, sayılı eşya... hatta götüreceklerimin listesini yapacağım.
tina'cığımla epey bir uğraştık temizlik işiyle. beni çok özlüyor. şimdi küsüp, kapris de yapmıyor, eskisi kadar çok göremiyor, diye. cuma gecesi, yatağın kenarında o da yatmış, koluma minik minik öpücük kondurdu:) 'ben de seni seviyorum, tina'cığım,' dedim. arçil uyumuyormuş, duymuş. güldü. böyle anları seviyorum.
şöyle diyebiliriz; insan yalnızken öylece sakin ve duru bakıyor ya önünde sereserpe, çepeçevre uzanan hayata; bir sırrı çözmüş gibi oluyor. her evde geçen akşamı, her akıldan geçen düşünceyi... öfke, kıskançlık, nefret, aşk, hırs... böyle bazı şeyler var ve bu şeyler bazı hadiselere neden oluyor ya hani, apaçık görüyor bunları. kar neden yağar, mesela? biliyor. şu ağacın çiçeklenmesindeki hikmet kadar ölümümüz, bundan fazlası değil. kabul ediyor. o an, oracıkta ölüverse, yaşamın sırrına ermiş ve hak edilmiş bir ölümmüş gibi... öyle sanıyor, içi rahat.
sonra bu insan bu bedenini, zihnini alıp, sırrı çözülmüş bu manzaranın içine salıyor. çok tuhaf bir şey oluyor, o çözülen yumak, her temasla yeniden karışmaya, bir sır yeniden inşa edilmeye başlıyor... yani diyeceğim o ki, hayat yeniden başlıyor. dışarıya çıkıyor ve bazı sorunları çok ciddiye alıyor mesela, dışardan kuş bakışı gördüğü o anlamın derinliklerinde kendini kaybediyor filan. ölümü aklına bile getirmiyor. zaten bahar da gelmiş oluyor.
bugün, mutfak masamda, eski günleri taklit eden yavaşlıkta bir sabaha uyandım. muz, ceviz ve balla krep sandiviçler hazırladım. müziği açtım. pırıl pırıl bir güneş var. nevresimleri değiştiriyorum. pencereden bakıyorum ara sıra. sanki hayat denilen macera bizzat zihnimin bir kurgusu gibi oluyor o anda, öyle biliyorum.
tam olarak kontrol edemiyorum işleri şimdilik. ilk kez bir ajandayı mantıklı bir şekilde kullanıyorum. bir takım süreli, acil işler varken, sanki o aciliyet durumuna tepki duyuyormuş gibi öylece durup camdan seyretmeyi istediğim anlar çok oluyor. en gerekli olduğu anda telefonum bozuluyor, fotoğraf makinası bilmediğim bir engel çıkarıyor, printer'ın kablosu kayboluyor, tina'nın ciğeri bitiyor, arçil'in burnu akıyor, hızla ulaşmam gereken yere giden yol uzuyor, trafik sıkışıyor... ve ben iyice şuursuzlaşıp, boş boş camdan dışarı bakıyorum böyle zamanlarda.
ama iyiyim. kadıköy'e giderken artık formam olan kot ve kazak dışında dolapta başka giysilere gözüm takılmaya başladı. bugün ne giysem acaba, diye düşünüyorum. daha dikkatli beslenmeye dikkat ediyorum ki gücüm hiç hesapta yokken bitivermesin. hem bahar da geldi, sokakta olmak nispeten daha zevkli. bazı anlar acı verecek kadar büyük bir özlemle evde olmayı çok istiyorum yine ama alışıyorum ondan ayrı kalmaya da.
buraya pek uğrayamıyorum. şimdi duştan çıktım ve tekrar çalışmam lazım. dün akşam atölye çıkışı, iş arkadaşım özlem'le birlikte yemek yedik. konuştuk. sonra bir bara gidip içtik. konuştuk. saat geç olduğu için onun evine doğru giderken sabaha kadar açık bir fırından taze çıkmış kurabiyeler alıp, eve gidip koca bir demlik çay demledik. sabaha kadar konuştuk.
sabah uyanıp onun odasına gidince baktım, kocaman yatağın kıyısında yatıyor (evet anladınız; özlem de sevgilisinden ayrıldı:); yatağın hiç bozulmamış tarafına da ben yattım. konuştuk. sonra birlikte uzun uzun kahvaltı edip evet, konuştuk.
yarın akşam toplantı var. bu yaz kesin ama kesin olarak evi şehre daha yakın bir yere taşımam lazım.
durum şimdilik böyle. gelişmelerden yine haber veririm fırsat bulur bulmaz. süssüz, edebiyatsız bir yazı oldu, aceleyle d eyazdım. kusuruma bakmayın artık.
bir duygululuk hali var üstümde. mayalanan bir hamur gibi, ılık ve örtülü bir halde bekleme, dünyaya uzanan saçaklarını toparlayıp bir kendini yine kendinde bulma ihtiyacı... camus, yolculukların sonunda kendimizi yeniden tanırız, der. böyle bir şeydi galiba, mealen diyorum. yıllar önce üniversite yurdunda ranzada okuduğum onun ince, tersi ve yüzü kitabından aklımda kala kala bu kalmış. o zamanlar hızla okurdum bir kitabı. şimdi elimde eğlenip duruyor. yazarın dediği gerçekten de öyle midir, diye çok düşünüyorum. hah işte, insan, sahnesi değiştiği zaman da ezberlediği kendine daha dikkatli bir bakış geliştiriyor.
conrad'ın gizli casus'u dün ofiste kalmış. ama altı öykü kitabının, gaspar ruiz bölümünü okuyorum. okuyamıyorum. birkaç sayfada heyecanlanıp, mutfağa gelip, sigara yakıyorum çünkü. mutfak, sigara, çay, müzik alanı. yemeğin, suyun, planların, çiçeklerin, geleceğin, anıların, en olmadık hayallerin, en can kulağı dinlenen şarkıların karmakarışık zihinde cümbüş yaptığı... çocuğunu en iyi, onun en rahat olduğu müdahalesiz anlarda gözleyeceğini bilen dikkatli bir anne gibi kendine, zihnindeki bu cümbüşe uzaktan bakarak derinden derine ne hissediyor anlamaya çalıştığı... soğukla ve işte üstündeki bu duygululuk haliyle ürperdiği bir mağara.
atölye çıkışı, simurg kitabevinde dolaşırken, ben değil başkası gördü bu kitabı raflarda. elin kitaba uzanışını ve sonra kitabın yazarını, adını ayırt ettim. alttaki kitabı alıp, ödemeyi yaptım. otobüste, lamba altı bir koltuk buldum. conrad'ın önsözünü okumaya başladım. sağ yanıma farklı duraklarda top sakallı, bereli birbirine ikiz kadar benzeyen iki yaşlı adam oturdular. tanıştılar. ikisi de kemalistti galiba. hararetle, birbirlerini onaylayarak bir konuşmaya daldılar. sol yanımda iki kız, biri eve gidince yumurta kıracak, diğeri yorgun olduğu için hemen uyuyacaktı. karşımda genç bir delikanlı, ben ne zaman pencereden baksam telefondan başını kaldırıp... conrad, her kitabının önsözünde olduğu gibi burada da, hangi esinle, nerde gördüğü bir haberle bu kitabı yazdığını anlatıyordu. onun dürüstlüğü, alçakgönüllülüğü, kendini ve bazen de kitabı mazur göstermek isteyişi ya da hiç yoktan savunuşu... buna gerek yok, seni seviyorum, diyorum her seferinde.
mutfakta, oturup sigara içerken, bir direktifle kendimi bir ciddi plan, bir düşünce için örgütlemeye çalışırken aklımda yine ipsiz sapsız, alakasız sahneler, konuşma parçaları... bu aralar sanki çok konuşuyorum. kendimi sürekli bir şeyleri açıklamayı çalışırken buluyorum. kaybolmaktan, görünmemekten korkmak mı bu? anlaşılmamaktan, yanlış anlaşılmaktan bu kadar endişe edip kendine sözcüklerden bir biçim, bir varlık vermek... keşke bir maya gibi sessizlikte, sadece kendim için, kendimin bildiği bir dönüşmeyi göze alsam. ama insan neyse odur, ne kadar kendisiyle uğraşsa da. çocuğunun varoluş biçimine rıza gösteren, onu kurcalamayı bir sınırda bırakan bir anne gibi kendini rahat bırakmalı insan.
o halde, bana, olduğu kadarıyla katlanalım, devam edelim; size artık can sıkıcı gelen ısrarımla, conrad'ın henüz okumakta olduğum gaspar ruiz'inden haber vereyim. belki okumak istersiniz, cümlesini de bir kurabiye gibi ekleyeyim yanına ısrarcılıktan uzak bir ılımlılıkla. işte aşağıda, heyecanlanıp, sigara yakıp, mutfakta tur atmama neden olan bir alıntı var.
conrad, altı öykü
çev. hasan fehmi nemli,
iletişim yayınları
"hapishanenin kalın demir çubuklarını rahatça aralayan gaspar ruiz, diğerleriyle birlikte dışarı çıkarılıp yargısız infaza götürülmüştü. bir atasözü, 'her kurşunun kendi hedefi vardır,' der. atasözlerinin hikmeti özlü ve çarpıcı anlatımlarındadır. bizi şaşırtarak ikna ederler. bir başka deyişle çarpılırız ve bu şokla ikna oluruz.
bizi şaşırtan biçimdir, öz değil. atasözleri birer sanattır ama ucuz tarafından. genel kural olarak doğru değildirler; sözgelimi 'yarım somun hiç ekmek olmamasından iyidir' ya da 'hedefi ıskaladın mı ha bir milim olmuş ha bir mil' gibi basmakalıp bir söz değillerse tabii. kimi atasözleri düpedüz aptalcadır, kimileriyse ahlaksız. büyük rus halkının naif yüreğinden çıkan 'tetiği insan çeker, ama kurşunu götüren tanrı'dır,' atasözü fevkalade zalimcedir ve genel kabul gören merhametli tanrı kavramıyla fena halde çelişir. yoksulların, masumların ve çaresizlerin koruyucusu için hiç kuşku yok ki kurşunu örneğin bir babanın kalbine götürmek tutarsız bir iş olurdu.
(...)
mor bir okyanusa batmakta olan kırmızı, bulutsuz bir güneş hararetli bakışlarını görkemli batışının saygıdeğer tanığı olan cordillera sıradağlarının muazzam duvarına dikmişti. ama bir karınca sürüsünü andıran ve kendilerini tam olarak anlamadıkları, genellikle çocukça nedenlerle saçma sapan ve önemsiz ölme, öldürme işlerine vermiş insanları fark etmiş olduğu tasavvur bile edilemez. güneş yine de ateş eden askerlerin sırtlarını ve ölüm mahkumlarının yüzlerini aydınlattı. mahkumlardan bazıları dizlerinin üzerine çökmüştü, bazıları ayakta duruyordu, birkaçı da başlarını kendilerine çevrilmiş namlulardan başka yöne çevirmişti. hepsinin en iriyarısı olan gaspar ruiz dimdik durmuş bir balyayı andıran koca başını göğsüne eğmişti. batmak üzere olan güneş biraz gözünü alıyordu ve kendini artık ölü bir adam sayıyordu."
bu aralar biraz koşturmaca içindeyim. bedenim değilse bile zihnim hep bir şeylerle meşgul. bu nedenle buraya çoğu kez akşamları uğrayabiliyorum. biraz yoluna girsin, size uzun uzun anlatırım. şimdilik yarı zamanlı olacağını düşündüğüm bir işe başladım. iş arkadaşlarım çok, çok tatlı. aşağıda gördüğünüz fotoğraf, yeni tanıştığım, çok sevdiğim bir iş arkadaşımla.
dramaistanbul'un atölyesine devam ediyorum. senaryo yazmak üzerine bir sürü yeni şey öğreniyorum. çok da eğleniyorum. filmler hakkında konuşmak, film yapmak üstüne konuşmak, daha önce izlerken farketmediğin şekilde filme, hikayesinin niçin öyle kurulduğunu düşünerek bakmak... bilmem ki, çok heyecanlı geliyor bana. eğer düşünürlerse istanbul'daki arkadaşlara da öneririm. gerçi sınıfımızda ta ankara'dan gelen bir arkadaş da var:) cumartesi günleri dört saat, aklınızda olsun. 7 nisan'da yeni atölye başlayacak. ayrıca atölye yeni yerine taşındı; cihangir'de çok sevimli bir daire.
sigarayı bırakmaya gücüm yetmedi, ama azalttım epey bugün. bahar iyice
gelsin, sabahları 45 dakika yürüyeceğim. arçil ve tina iyi. mutfaktayım
şu an. çoğu kez yokluğumu pek hissetmiyorlardı odada, ama özlemişler
bugün:) size bildireyim, dedim gelişmeleri, odaya geçeceğim şimdi.
bahar gelsin, az nikotinle de birlikte daha enerjik olup, zamanı daha verimli kullanabilirim sanırım. bi de çok tuhaf, ne olursa olsun, size anlatmayı düşünüyorum hep, sanki size anlatmazsam eksik kalacakmış gibi:)
işte böyle, arkadaşlar. şimdilik bu kadar diyeyim. iyiyiz. vaktim olunca uzun uzun yazarım yine.
bi şey olur... eski arkadaşlarla sonradan karşılaşmalarda, kaybettiğiniz bir şeyi arar gibi dolaşır
kelimeler aranızda. sohbet bazen bir köşeye yığılır, bazı yerlerde seyrekleşir...
çoğu yerde de susarsınız; kelimeler ne halt edeceğini bilemez.
dün konuştuğumuzda
ama, her şey yerli yerindeydi. ortak dostumuz, reha sohbetimizde, yanımızdaydı
çünkü.. itiraf ettik; ikimiz de onu özlüyorduk. özlüyorduk, çünkü, kendine bile
dillendiremediğin bir şeyi, reha’ya söyleyebilirdin. onun anlayışı içinde,
insan olmanın macerasına dahil olarak coşkuyla kabul görürdün. isterdin ki reha
tanık olsun, ne yapıyorsan. ben reha’yı
ara sıra arçil’in yüzünde, tavırlarında görüyorum gerçi. geçen gün arçil’i uyandırmak
için, yorganı çekip, omzuna dokunup, şakağını öper, o hala uykuda direnirken,
dedi ki gözleri hala kapalı, yüzünde muzip bir ifade; ‘dayı, ne satıyosan
almıyom, yaw.’:) öylesine babasıydı ki o anda oğlum, şaşkınlıkla kahkahayı bastım,
ama gözlerim de doldu.
arkadaşım, conrad’ı, faulkner’ı, carson mccullers’ı ve daha bir çok yazarı sevmesinde reha’nın
katkısından bahsetti. şaşırdım; ben reha’yı neden kitaplarla hatırlamıyorum? kitapları,
oradaki karakterlerin onun farkettiği gizli trajedisini anlatırkenki heyecanını hatırlıyorum;
ama ne yazarları, ne kahramanların adlarını hatırlıyorum. keşke unutmasaymışım; conrad hakkında ne, ama ne söylüyordu? benim şimdi, carson mccullers’ın sinirli, ergen
kızlarında kendimi buluşuma güler miydi? faulkner’ın, döşeğimde ölürken
kitabının benim için adana demek olduğunu söylesem, ne demek istediğimi tümden
anlardı ama, eminim.
arkadaşımla
aramızda ortak bir şey var; onunla konuşurken memlekete dönmüş gibi hissediyorum. çünkü dilimizin genetiğinde hala reha’nın kodları gizli. dün biraz reha’dan
bahsettik... ikimiz de rahattık, kelimeler adreslerini biliyordu. sohbet, neşeli,
derin, akışkandı. en sonunda dedi ki; esra yalazan’ın yazısını oku. işte, şurada.
bütün gün yataktaydım. çok, çok yorgun hissediyordum. sabah yağmur yağıyordu, yatak çok rahattı. iki yastık tam da istediğim açıda, yükseklikte. arçil'i uyandırdım, şirkette yapacaktı kahvaltıyı, iyi oldu, kalkmadım hiç. uyudum. zihnimde sayıklama dolu bir ses "yürüsem," diyordu. uykumda bir yerlere yürüdüm. sıcak bir çay hayali ile uyandım bir seferinde, onu yapmayı becerdim. dondurucudan kurabiye, poaça çıkardım. çözülsün de yerim, dedim. fincan yatağın yanında, yarısında, yine uyumuşum. uyanıp, kurabiye değil de fıstık ezmesi yedim, dondurma gibi kavanozdan. bu sırada, conrad'ın gizli casus'undan bir bölüm okudum. tatlı insanın uykusunu getiriyor ki uyuyakalmışım. bay varloc'la londra'da oxford street'in paralelinde, mağazaların arka kapılarının açıldığı caddedeydik. sevimsizdi. varloc'a izmir'de basmane'de var buna benzer cadde, diyorum. o, güneşi gösteriyor, londra'nın güneşi, kanlı bir göz gibi bakar, diyerek. korkunç kötü bir benzetme, diyorum. çayı ısıtıp, bir dizi açmaya çalıştım bilgisayardan. kilitlendi, yeniden açıldı, sıkıldım. uyuyakalacaktım, bugün bir randevum olabileceğini hatırladım. bir telefon görüşmesi yaptım. bugün netleşmemiş toplantı. çok sevindim.
balkanlardan yeni bir soğuk hava... çıkıp uzak marketten ciğer alıp, akşama... ankara'da öğrenciyken akşam yemeğinden sonra çıkıp yürürdüm evlerin pencerelerine, sabırsız arabalara bakarak. yalnız yürürdüm. öğleyin de okuldan çıkıp bir esnaf lokantasında yemeğimi yiyip, öğle uykusu uyumak için yurda dönerdim. yalnızlık sorun değildi, çok mutluydum.
sonra gökhan'la kurtuluş parkı'nın içinden geçen yürüyüşlerimiz. sigara içmeye başlamıştım artık. işaret parmağımla izmariti fırlatışım, sohbet arasında. reha ile bebek'te yağmurlu bir akşamüstü yürüyüşümüz, bebek oteli'nin cafe'sinde konyak içişimiz. bora ile belgrad ormanında uzun, sessiz, sadece parmağımızla diğerinin dikkatini çekmek için bir mantara, kuşa işaret ederek yürüyüşümüz. kaçak'la saraybosna'da miljacka nehri boyunca upuzun caddede eski şehre doğru yürüyüşümüz. yürümek güzeldir. aşkla çok ilgilidir ama dikkati ona yoğunlaştırmaz. bu nedenle güzeldir. sanki kalbin genişler, çözülür, hava girer her şeyin arasına, mesafelenir ama eve döndüğünde o kalp tekrar sıkıca kapanır, birbirine yoğunlaşır. yürüyüşten yorulmuş eve dönmek harikadır. öyle güzeldir ki... hem insan birbirini yürürken tanır. adımlarının ritminde, birbirinin hacmini kollayışında, çevreye ilgisinde... birbirine bedensel ve zihinsel olarak bu hareketli alan içinde ne kadar uyumlusun, yürürken anlarsın. yürürken iyi konuşursun. birbirini bilmek için nerdeyse sevişmek kadar doğru bir yoldur. tevrat'ta, kadın ve erkek birbirini bilir ve sonra çocukları olur, der.
insan bu kadar uyumak istemese de kalkıp yürüyebilse. yağmur da yağıyor. kalkıp sıkıca sarıp sarmalasam kendimi, ayakkabımı giyebilsem, ormana gidip, cafe'ye oturup, çay söylesem. çam ağaçları kokuyordur. ama uyku durdurulamaz bir çığ gibi gelip her şeyi örtüyor, gözlerim yine kapanıyor.
güzel bir başlangıç olsun, yağmur yağsın mesela. şimdi yağmıyor, yarın yağacak. şimdi duyabiliriz onu ama. hafızamızda tüm yağmurlar var. geçmişin ve geleceğin tüm olası görüntüleri ve sesleri de orada çünkü. bazısı bizim başımıza gelecek, bazısı başkalarının. ciddiyeti yüksek bir merak geliştirelim yeter. oyuna dahil olacak kadar. oyuna inanacak kadar, diyelim. yağmuru yağdırırsak, gerisi kolay.
ona, şimdi ne ekleyelim? elimizde kurabiyeler pişen bir mutfak var.
şu an ben duyuyorum o kokuyu. diyince, siz de duyacaksınız. ikişer ölçek zencefil, tarçına, bir ölçek tuz. karıştır bir kapta bunları. unu ve kabartma tozunu da baharatlara ekle. varsa bir avuç da kahverengi şeker. tereyağ, bir yumurta, pekmez... hadi biraz da tahini başka bir kapta karıştır. birleştir. cevizleri elimle kırıp kırıp koydum ben. ceviz koyunca, açıp, kurabiye şekilleri ile süs vermek zor. avuç içinde yuvarlat. pat, pat. eh, kızarınca, kahve iyi olur bu kurabiyeyle. başka kurabiyeler de yapacağız, ama şimdi mola zamanı.
müziği açalım. çok da ferah feza bir müzik olmasın. endişe ve korku derinde dolaşsın. katil ve maktül hemen, az önce karşılaşmışlar gibi. yakın geleceği ikisi de çok merak ediyor. ikisi de aşık gibi bakıyor birbirine. yaklaşık şöyle bir müzik.
masaya oturduk mu? camdan da baktık mı biraz? güzel, yağmuru yağdırmaya devam. masada hangi kitap varsa o. mutfak masasını, tesadüfleri sever yapalım. yatak odasından, salona ulaşamamış kitaplar dursun. ya da salondan henüz yatak odasına varamamışlar. dostoyevski'nin öteki'si var masada. geçelim onu. ona küsüz biraz. can dostumuz, gogol'le pek sıkı fıkı olmuş. bunu hazmedip, öyle dönmem lazım ona. içerledim şimdi... çok hazırlıksız yakalandım. salinger'ın dokuz öyküsü, hemen yanında. nefis. ondan konuşmayı öğreniyorum. öyle kelimeleri bıçakla kesip filan değil, cümle cümle elimle bir ucundan yukarıda tutup... iyi ama içimizde dolaşan ince bir sancı var. nedensiz. belki şu pencereye monte ettiğimiz yağmurdan. belki başka bir şeyden. merak etmiyoruz. adres aramaya kalksak, canımız sıkılır. gerek yok. sert, kokulu kurabiyeyi, kahvemize banıyoruz. iyiyiz. o halde şu kitaba, şiir kitabına uzanalım. aman dikkat, kahveye girmesin sabahlığın kolu. işte açıyorum.
josé
şimdi n'olacak, josé?
parti bitti,
ışıklar söndü, herkes gitti,
gece soğuk,
şimdi n'olacak, josé?
ne diyorsun ha?
adsız josé
başkalarını kızdıran
şiir yazan,
kavgadan hoşlanan
şimdi n'oalacak, josé?
kadının yok,
ne söyleyecek sözün,
ne sevgin kaldı,
ne içki içebilirisn artık,
ne de cigara,
tüküremezsin bile,
gece soğuk,
gün doğmadı,
ne otobüs geldi,
ne de ütopya,
gülen kimse yok,
her şey sona erdi,
her şey çekip gitti,
her şey çürüdü,
şimdi n'olacak, josé?
şimdi n'olacak, josé?
tatlı dilin,
şölenlerin, perhizlerin,
o ateşli anların,
raflardaki kitapların,
altın çıkan madenin,
camdan giysilerin,
anlaşılmaz sözlerin,
nefretin, şimdi n'olacak?
elinde anahtar
kapıyı açmak istiyorsun
kapı yok
denizde boğulmak istiyorsun,
deniz kurumuş;
minas'a gitmek istiyorsun,
artık minas yok;
josé, şimdi n'olacak?
bağırabilsen,
inleyebilsen,
bize bir viyana valsi
çalabilsen,
uyuyabilsen,
yorulabilsen,
ölebilsen...
ama ölemezsin sen,
sapasağlamsın, josé.
karanlıkta tek başına,
vahşi bir hayvan gibi
kafa yormadan tanrılara,
dayanabileceğin
bir duvar bile olmadan,
dörtnala kaçabileceğin
bir kara attan yoksun
yürüyorsun, josé!
josé, nereye?
carlos drummond de andrade
dünyayı taşıyor omuzların
çev. cevat çapan
yky
hmm... üzüntülü. (puntoyu küçültelim. üzüntüyü göze alan okusun.) oysa, hala mutfaktayız, hala savrulup giden neşenin eteğine yapışmış... fırın soğumadan, beklettiğimiz diğer hamuru hazırlayıp tepsiye... tamam, cümle kuralım: sevmediğim bir peynir vardı evde. domates kurusu, toz kırmızı biber, kekik, zeytinyağı arasında küp küp bekletecektim de belki öyle yenebilecekti. aldım onu (içeriye, cik cik cik...) porselen büyük kaseye (bu işler için seramik kase alacağım ne zamandır), elimle yoğurdum iyice. un, kabartma tozu, tereyağ ekledim. minik poaça süsü vererek dizdim tepsiye. üstüne yumurta sarısı (beyazı da hamurun içindeydi), çörek otu. azıcık tuz ekleseymişim iyiymiş. ama valla nefis olmuş (yeminli yemek blogırı:)
geç oldu. hızla geçelim. tuzlu kurabiye de yaptım. o da klasik, portakal ağacı'ndan tarif aldığım, şu sirkeli, kıtır kıtır kurabiyeden. bunlar önemli değil, asıl yaptığım kuru köfte nefis olmuştu. her zamanki gibi yaptım, niçin böyle güzel oldu bilemedim, diyorum ya, ben yumurta eklemiyordum, bu sefer ekledim. maydonoz da kıydım gayet anne usulü olsun diye. eh, her zamanki gibi yine bir iki yemek kaşığı sirke var, kalanı bildiğiniz gibi.
acele ediyorum çünkü, bir filmi yarıda bırakıp geldim buraya. apar topar, sanki acilen sizinle konuşmam gerekiyormuş gibi. hemen filme devam edeceğim. şu film: bir cinayetin anatomisi.
radyatörün üstünde yatan ve bakışıp durduğumuz tina'ya, 'aa, bugün kediler günüymüş!' dedim. kuru mama perhizi nedeniyle yeşil gözleri küskünlükle daha da koygunlaşan tina çenesini şöyle bir kaldırdı. tüm akşam boyunca nasıl bir sohbet konusu bulsam da onunla aramızı düzeltsem, diye kara kara düşünüyordum. ona muhteşem kedi macavity'yi okurken, düşünceli başını, gücü ayarsız patilerine dayayıp güzelce dinledi. kutlu olsun tina'cığım günün!
esrarlı kedi macavity
nam-ı diğer 'saklı pençe', macavity esrarlı bir kedidir:
yasaya meydan okuyan suçludur; en hünerlisidir.
scotland yard’ın aldatılışı, uçan ekip’in umutsuzluğudur:
çünkü ne vakit ulaşsalar suç mahalline – macavity orada yoktur!
macavity, macavity, kimse değil macavity gibi,
çiğner bütün insan yasalarını, çiğner yerçekimini.
havada yükselme gücüne şaşar bir hint fakiri,
ve ne vakit ulaşılsa suç mahalline – yoktur orada macavity!
havaya bakabilirsin, arayabilirsin onu bodrumda,
ama tekrar tekrar söylüyorum sana, macavity yoktur orada!
kumral bir kedidir macavity, çok uzun ve sıskadır;
görsen tanırsın, çünkü gözleri içe basıktır.
derin çizgilidir alnı düşüncelerden, kafası kötülüğe yargılıdır;
ihmalden dolayı tozludur ceketi, bıyıkları taranmamıştır.
sallar durur kafasını bir yandan öbürüne, yılansı hareketlerle;
ve büsbütün uyanıktır hep, yarı uyur olduğunu düşündüğünde.
macavity, macavity, macavity gibi değil kimse,
ahlâk bozuculuğun ucubesidir, bir zebanidir kedi biçiminde.
yan sokaklardan birinde rastlayabilirsin ona, rastlayabilirsin meydanda
ama ne vakit bir suçun farkına varılırsa, macavity yoktur orada!
dıştan bakıldığında saygıdeğerdir. (iskambil oynarken hile yaparmış).
ve ayak izleri scotland yard’ın hiçbir dosyasında bulunmazmış.
ve ne vakit kiler yağmalansa, yahut mücevher kasası soyulsa,
yahut sırra kadem bassa süt, yahut başka bir pekin cinsi köpek boğulsa,
yahut seranın camı kırılsa, ve sarmaşıklığın onarımı bozulsa,
muhakkak, o şeyin bir şaşkınlığı vardır! macavity yoktur orada!
ve dışişleri bakanlığı bir antlaşmanın hatalı olduğunu anladığında,
yahut donanma bakanlığı bazı planları ve çizimleri kaybettiğinde,laf aramızda,
belki bulunur bir kağıt parçası merdivende yahut salonda
ama faydasızdır bunu araştırmak – macavity yoktur orada!
ve şöyle der gizli servis, kayıp açığa çıktığında:
“macavity’nin işidir bu mutlak! ” – ama o şimdi bir mil uzakta.
bulacağından emin olabilirsin onu dinlenirken yahut pençelerini yalarken,
yahut uzun ve karmaşık bölme toplama işlemleriyle uğraşırken.
macavity, macavity, kimse değil macavity gibi,
asla böyle hilekâr ve kaygan bir kedi görülmedi.
hep vardır onun bir şahidi, yahut bir veya iki yedeği:
ve ne vakit vuku bulursa bulsun fiil – MACAVİTY ORADA DEĞİLDİ!
ve kötü fiilleriyle nam salmış bütün kediler aslında
(mesela mungojerrie, griddlebone mesela)
onların bütün çalışmalarını denetleyen suçun napolyon’u
o kedinin sadece ve sadece taşeronu.
dört saat uyuduktan sonra tam da uyanma saatim gelmiş gibi yataktan fırlamamın nedeni gün boyu içtiğim kahvelerdir belki, dedim bu sabah. bu bilgiyle gözümü açtım. sanki daha uyurken zihnim az sonra uyanacağını, bunun sağlıklı olmadığını düşünüp taşınmış gibi daha gözümü açarken aklımdaki cümle buydu. kahveyi hazırlarken, bir daha eve kahve sokmayayım, dedim. bir tür tedavi olarak insan, çözemeyeceği sorunları, daha kolay sorunlara tahvil edip, o kolay sorunları çözünce arkadaki devasa sorunu çözmüş gibi rahatlamayı bir yöntem olarak kullanabilir.
gerçi zihin çok evcil bir hadise değil. istediğin kadar düzene sokmaya, kural koymaya, eğip bükmeye çalış, ikna olmadıysa kendi başına iş yapar. kahve almayacağım, diye istediğin kadar kural koy, sivil bir örgüt olduğunu meydan okuyarak bildirir, istiyorsa o kahveyi bal gibi yutturur sana. zaten bu sivil sözcüğünün eski karşılığı 'başıbozuk'muş. anadolu'ya turneye çıkmış cambaz kumpanyaları 'başıbozuk 10 kuruş, asker 5 kuruş' diye ilan edermiş duhuliyeyi. sivil toplum örgütü yerine, 'gönüllü kuruluş' demenin daha doğru olduğunu bildiriyor mümtaz soysal. devlete, hükümete ait olmayan, onun kurmadığı anlamında.
sabah uyanıp, arçil'i kaldırıncaya kadar okuyorum, müzik dinliyorum, zaman geçiriyorum. istiyorum ki arçil gönüllü olsun uyanmaya... büyük meşakkat. sanki dünyanın düzenini ben kurmuşum gibi yatırırken itiraz, uyandırırken itiraz, boynuna kaşkol dolarken itiraz. 'yağmur yağıyor, şemsiye al,' itiraz! 'dünyaya bir şey satmayan, ona metelik vermek zorunda da değil,' ama eğer bir çocuğun varsa ondan itibaren tüm dünyaya metelik vermen gerekir. istediğin kadar dünyaya karşı tarafsız, kendi yargısına bağlı, uygun görmediği her kurala meydan okuyarak yaşayan bir gönüllü kuruluş gibi örgütle zihnini. bir güvenlik açığı olarak çocuk dünyayla uzlaşmak için masaya oturtur seni. bir yandan da çocuğun, gönüllü olarak katılmadığın dünyanın kurallarını kabul etsin diye uğraşman gerekir üstüne üstlük. çözüm olarak ona sadece bağımsız bir zihin vermenin en iyi çözüm olduğuna karar veririsin. ama bağımsız zihin sana karşı da bağımsızdır. istemiyorsa o şemsiyeyi almaz. hep itiraz.
dünyanın her an her dakika etki bombardımıyla bağımsız bir zihin de mümkün değildir ya. işte, siz nasıl diyorsunuz? (:p) quasi- bağımsızlık. quasi, sözde, demek. victor hugo'nun quasimodo'sundan hatırlayın; sözde insan.
belki kahve yerine, kahvenin karaborsaya düştüğü zamanlarda olduğu gibi nohut kahvesi filan içmek sağlıklı olur. bir tür placebo etkisi. ama insan kendi zihnini kandıramaz ki... ilaç yerine şeker aldığını bilmemek zorunda insan. placebo, latince beğeneceksin, demek. nohut kahvesini beğeneceksin! peki. intihar etmeye cesaretinin olmayıp, kiralık katil tutmak gibi biraz. fellik fellik katilinden kaçmaya başlarsın. bir de bakmışsın meğer yaşama tutkuyla bağlısın. kahve mi, kahveyi tercih eden insan mı suçlu? epeyce dindar bir ahpabım var eskilerden. geçen gün, tesadüfler allah'a mahsustur ama tercihi yapmak insana, diye yazmış mektubunun bir yerinde. hmm...
kim suçlu? madem buraya, kiralık katile kadar geldik kahveden - nasıl olduysa artık bu:)- ve böylece sivil mivil de derken -insan zihni böyledir: kendi şaşırtıcı yatağında akar- polisiyeye geldi dayandı konu; bir suçlu aramalıyız. suçlu aramazsak içimiz rahat etmez. ve bir suçlu varsa elbette kurban rolünü kendimize biçeriz. madem böyle oldu, o halde şöyle devam edelim:
bu aralar okuduğum kitapta kahkahayı patlatmama neden olan bir cevabı var bunun. sevgili redrabbit önerdikten sonra sağdaki kolonda, tina resmine tıkladığınızda bir radyo çıkıyor karşınıza... işte o radyoyu açıyor, sesini kısıyor, kitabımı okuyorum. bilgisayarla bağımı bu radyoyla sınırlamak ve internette, şurda burda zaman öldürmek yerine, kitap okumak için nasıl olduysa kendimi böyle bir keyif haline ikna edebildim.
hangi kitaba elimi attıysam tatsız, yavan bir okumaya dönüşmüştü bu aralar. yarıda kesiyordum. bitmemiş her kitap da cızırtılı bir radyo kanalı gibi zihnimi bulandırıyor, gereksiz bir karmaşa yaratıyordu. sorun, seçtiğim kitaplarda değil de bu aralar kitaba kendini adayamayan zihnimde, diye düşünüp üzülüyordum.
(aa... şu an kahve fincanı altlığını buldum! çok alakasız oldu ama önemli bu. dün akşam masadan düşürmüştüm. ara tara bulamamıştım. mutfağa her gelişimde de baktım. yok, yok. düşen bir şeyi yerden anında kaldırmazsak sonra ne olur dünyanın hali. gizemli bir şekilde altlık kayboldu. galiba yanıldım, altlık filan düşmedi de ben öyle sandım, diye karar verdiydim kuşkuyla. ama şimdi size yazarken, bir anda farkettim. tam da pencerenin altına dümdüz, dik bir şekilde, saklanıyor gibi duvara yapışmış altlıkla göz göze geldik. aşkolsun! dedim. bir tür delilik olabilir, nesnelerle konuşmam. insanla olmuyorsa eşyayla konuşuyor insan, demek ki. laptop'un ekranı da bir anda kendiliğinden kararıp, kapanıyor bu aralar -ona sonra geleceğiz. aslında bu yazıya başlama nedenim bizzat bu konuyu konuşmaktı, ama zihnimin tuttuğu ipin ucunu takip ederken, bu konuya gelemeyecek kadar dolambaçlı bir yol izlemeye başladı. 'ayy afedersin' diyorum laptop'a. neyi yanlış yaptım acaba?- kahve fincanı altlığını derhal alıp masaya koyup, gazete üstündeki kahvemi onun üstüne yerleştirdim. şimdi ipin ucu kaçtı, nasıl devam edeceğimi hiç bilemiyorum, iyi mi! bilinç akışı altlık hadisesinin bombardımanına uğradı. ben bir yatakları toplayıp, tina ile oynayıp geleyim ve eğer zihin kendi yolunu bulursa ne ala, öylece devam edelim. olmazsa bu yazıyı çöpe göndereceğiz. görüşürüz umarım birazdan.)
...
muhtemelen kaldırtacak bu fotoğrafı bana. farkedinceye kadar dursun:)
evet. döndüm. hava çok soğuk. sevimsiz. dün markete uğradığımda bizim manavla hanımlar müdafaa-i hukuk cemiyetinin gizli bir toplantısındaymış gibi, elma kasasının önünde toplaşıp, bir hafta sürecek sibirya soğuklarından bahsediyorlardı. farkındayım, yazı iyice yolunu şaşırdı, kitaba gelmek istiyorum. ne yapsak ki? başka ipin ucunu yakaldık madem, ordan devam edelim bambaşka bir yazıymış gibi. taammüden yazıları sevmiyorum. zaten iyi de yazamıyorum öyle, katır kutur bir dili oluyor. uzatıyorum, kusura bakmayın, ama bir süre olmayacağım galiba, sitede uzun bir yazı olsun.
arçil dün akşam tarih çalışıyordu da bu müdafaa-i hukuk cemiyeti ordan. 'adım, RAUF ORBAY olsaydı keşke,' dedi dalgacı evladım, odanın sessizliğine. okuduğum kitaptan başımı kaldırmadan gülümsedim. "ya da ali fuat CEBESOY!' sonra 'başıma hiç, senin adın arçil, benim adım da arçil, senin ismin bundan sonra mustafa arçil olsun, gibi bir şey gelmeyecek. kahraman olmak için hiç şansım yok,' dediğinde kahkahayı patlattım artık. bu sözünün arkasında aslında bana gizli bir sitem var. google'a arkadaşları 'arçil' diye sorunca doğrudan benim sitede onun hakkında yazdığım yazılar görünüyormuş. ismi çok bulunmadığından, başka arçil dosyaları arasında kaybolup gitme şansı bile yokmuş. bundan rahatsız. 'istediğim kadar bahsetmiyorum bile senden diyorum,' ama o, siteyi baştan sonra silmemi istiyor. ağır baskı altında çalışıyorum burda. 'şimdi böyle düşünüyorsun. otuz yaşında burayı okuduğunda çok hoşuna gidecek. hem benim, bizim, hayatımız hakkında istemediğin kadar bilgi bulacaksın,' diyorum, ikna edemiyorum. ergen zihni böyledir, dünyaya meydan okur bir küstahlıkla bakar ve istedikleri hemen şimdi olsun ister. çok severim ergen zihnini. çocukluğun o bizim bildiğimiz dünyada yankısını bulamayan bu nedenle saftirik olduğunu düşündüğümüz, komik doğallığını aşmış; ve fakat henüz sinir bozucu, hesapçı, politik, çıkarcı, kendine çalışır bilgiç, düzenbaz yetişkin dünyasına da girmemiş arafında kavramları kendine özgü nasıl yorumlaması gerektiğiyle karışık, itirazlarla dolu, çok dürüst, çok doğrudan bir alemi vardır zihninin. bir quasi-mantıklı düzene (bu quasi sohbetini hayal meyal hatırlıyorum bir yerden;) sahipmiş gibi olan dünyayı yerle bir edip, yeniden kurmaya cüret edecek kadar enerji ile doludurlar. bayılırım. bir ergenin eleştirisini çok ciddiye alırım. toplumun, kendine özgü, bağımsız olması gerekirken öyle ya da böyle, her durumda büyük sistemlerin baskıcı ve buyurgan bir şekilde ihdas ettiği ailesinden itibaren başıbozukluğu ile 'suçlu' ilan edilen devrimci asilerdir ergenler. sonra bozulurlar, biz olurlar.
güzeeel. 'suçlu'ya geldik mi yine?:) tali yoldan kavis çizip ana yola bağlanalım tekrar. fena da olmadı; ormandı, dereydi, gözlemecilerdi, dinlene dinlene çıktık otobana yine:) gözümüzü tabelalardan ayırmadan devam edelim bu sefer:
dostoyevski'nin ezilmiş ve aşağılanmışlar kitabında dün akşam nataşa'nın evinde kritik bir tartışma oldu. nataşa'nın çocuksu sevgilisi alyoşa bütün suçu üstlenmek istediğinde nataşa; 'hayır, kendini suçlama alyoşa... başkalarındadır suç... düşmanlarımızda! bütün suç onlarda!..." dedi. (s.205) bunu okuyunca gülümsedim ve hangi konuyu çalıştığını sorduğumda, kongreler bahsini, 'olaylar, olaylar' şeklinde geçiştiren arçil neye güldüğümü sorunca, anlatmaya üşendim; 'otuz yaşına geldiğinde, siteyi okuduğunda anlarsın. siteye yazacağım,' dedim. nataşa'ya güldüm; çünkü bir suçlu varsa bunu kendinde, sevdiklerinde aramayıp da tüm suçu düşmanlara ithaf etmek?... çabayı, gerçeği bulmak yerine, kendine toz kondurmamak için harcamak?... nedir yani? eğri oturup doğru konuşalım, suçun birazı da sende be, nataşa.
ezilmiş ve aşağılanmışlar, tam bir melodram. dostoyevski'nin diğer kitaplarına nazaran kolayca, bir çırpıda okunuyor. derin karakter analizleri, ruhsal hesaplaşmar, ayrıntılı sorgulamalardan ziyade olayların gidişatı merak duygunuzu kışkırtıyor.
dostoyevski sevenleri ilgilendiren bir tarafı da, bu kitabın biyografik özellikler, dostoyevski'nin hayatından yoğun izler taşıması. kitapta üçlü bir aşk hikayesi var. vanya, nataşa'ya aşık. nataşa alyoşa'ya. vanya, nataşa sevdiğine kavuşsun, diye nataşa'ya yardım eder. dostoyevski'nin ilk karısı maria, dostoyevski ile tatlı, akıllı bir öğretmen olan vergunov arasında kararsız kalmış. dostoyevski de vanya'nın alyoşa için söylediği gibi, vergunov'dan, 'bana kardeşten daha yakın,' diye bahseder. -ne soylu bir dünya! çıkarların çatışması birini düşman ilan etmen için yeterli değil ki.- ayrıca kitaptaki vanya, dostoyevski gibi bir yazar. onun ilk kitabının, insancıklar'ın konusuna birebir benzer bir kitap yazar o da ve belinski benzeri bir eleştirmen tarafından göklere çıkarılır. bu övgüden başı dönüp, çok mutlu olmuş, 'saf ve düşünceli' bir yazardır, vanya da.
ayrıca kitap dostoyevski'nin sonra yazacağı büyük eserlerinin tohumlarını barındırır. bu kitaptaki saf, iyilik dolu alyoşa'dan doğmuştur bana kalırsa budala'daki muhteşem prens mişkin.
kitabın, iyiniyetli, dürüst, masum kahramanları, alyoşa'nın babası prens valkovski gibi ünvan sahibi, para düşkünü insanların entrikaları, gizli planları, yüze gülüp arkadan iş çevirmeleri ile ezilir, aşağılanır, küçümsenirler. alyoşa, babasının onu evlendirmek istediği tatlı katya ile birlikte bazı toplantılara da katılır ve buradan 1860'ların rusya'sının siyasi, düşünsel yapısını sezeriz.
dostoyevski bu kitabı sürgünden sonra yazmış. elbette, sibirya anılarını içeren ölü evinden anılar'dan sonra. ben bilmeden mantıklı bir sıralama yapmışım, ölü evinden anılar kitabından sonra bu kitabı okumakla. dostoyevski sürgündeyken, kırım savaşı kaybedilmiş, nikola I'in otuz yıllık saltanatı sona ermiş, moskova-berlin demiryolu yapılmış ve bunların rus yaşantısına derin etkileri olmuş. dostoyevski sürgüne gitmeden önce, yani bu kitaptan on yıl kadar önce, rus düşüncesi avrupa'ya ümitle bakıyor. ancak 1848 siyasi karışıklıkları avrupa'yı anında karşı devrime sürükleyince, herzen'in deyişiyle, 'avrupa uyumuyor, avrupa ölmüş." zaten nikola I'in lanetlenişi, kölelerin özgür bırakılışı, sansürün kaldırılışı ile rusya'da ateşli, coşkulu bir reform hareketi görülüyor. liberaller, radikaller, tutucular, hepsi birden aynı dili kullanarak bitkin ve yaşlı avrupa'ya sırt çevirip, taze genç dev rusya'nın aydınlık geleceğine bakıyorlar. işte, dostoyevski sürgünden geldiğinde rusya'da böylesi bir halka bağlılık, köylülüğün yüceltilmesi hadisesi var. eskiden benzer ülküler için insanlar fransa'ya bakarken, şimdi kendilerinde, rus halkında yüceltiyorlar bu ülküyü. nitekim alyoşa katya ile gittiği toplantılardaki ateşli konuşmaları büyük bir saflıkla nataşa'ya anlatırken, bizzat 1861'in rusya'sından bahseder aslında.
dostoyevski'nin diğer kitaplarında insan zihninin basık tavan arasında derin sancılarla dolu sayfalar okurken, bu kitapta nispeten daha ferah feza, daha aydınlık bir hava var. karakterler yine dostoyevski'nin karakterleri, ama biz diğer kitaplarından dostoyevski'nin insan tiplerini bildiğimiz için görece ayrıntısız olması bize yetersiz gelmiyor.
evet. böyle diyip, bitirsek mi artık sohbeti? hah, laptop'un mikrofon girişi bozuk. kendiliğinden kapanıyor ya da kilitleniyor. bakıma mı göndersem acaba, dedim. öyle olursa konuşamayacağız bir süre. süpürgeden sonra şimdi de laptop. acaba ortak elektrik akımıyla aralarında bir sohbet mi dönüyor bunların? topluca isyan planladıkları bir twitter kanalları filan mı var, anlamadım. yanlış mı kullanıyorum acaba? suç bende mi? çünkü otomobil sahipleri bilir, şoförün kullanma biçimine, nerdeyse onun karakterine göre otomobil çalışma şeklini belirler. bunun bir de adı var galiba. okudum ya bir yerde, hatırlamıyorum şimdi tam. gerçi hep de kullanıcı belirlemez eşya ile ilişkiyi. bazen eşyanın şekli şemali, onu nasıl kullanman gerektiğini emreder sana. bu fincanı kulbundan tutup içmen gerekir. yanarsın. kitabı abajur'un altında tutarsın. ben bu laptop'un hangi kullanma talimatına uymuyorum acaba? çünkü eğer hata bendeyse bunu at başka laptop al, bir süre sonra aynı sorun baş gösterir. acaba bu durumda sorun sevgililerimde değil de bende miydi!? amanın!:) hayır, başkalarındadır suç!... düşmanlarımızda!... :) kitap okumak faydalıdır;)
toplam üç büyük kupa kahve içtiğim yazıda yararlanılan kitaplar: . dostoyevski, ezilmiş ve aşağılanmışlar, ç. ergin altay, iletişim yayınları. . e.h. carr, dostoyevski, ç ayhan gerçeker, iletişim yayınları. . önder şenyapılı, her sözcüğün bir öyküsü var, odtü geliştirme vakfı yayıncılık.