Cumartesi, Mayıs 21

çok teşekkür ederiz serpil

bugün kargo geldi. bir küçük koli. arçil'in odasında heyecanla açtık. içinden harika yabancı dil kitapları ve iki kutu sözcük seti çıktı. sevgili arkadaşım serpil, beni çok duygulandıran dikkati ile arçil'in önümüzdeki yıl sınava gireceğini, üstelik yabancı dilden bir bölüm kazanmak istediğini takip etmiş, unutmamış, umur etmiş, ne olacak bu çocuğun hali, demiş ve bu kitapları yollamış. arçil bayıldı kitaplara, şaşırdı da. "kazanmazsam çok ayıp olur serpil'e," dedi düşünceli bir şekilde kitaplara bakarken. fırsattan istifade, müthiş ciddi bir şekilde başımı sallayıp, "çok ayıp olur, arçil," dedim:) bu kitapları hocasını davet edip göstereceğiz ve onun yapacağı programla hızla çalışmaya başlayacağız.

serpil, canım, sıkıntımı paylaşıp, bana öyle destek oldun ki bu hareketinle, ne desem, nasıl teşekkür etsem az. arçil'in üstünde senin de hakkın var. 

sımsıkı sarılıyorum, yürekten teşekkürler, sevgiler.

Cuma, Mayıs 20

bugün, kadıköy'de bir kahvede...

ikimizin de kadıköy'de işi vardı. bir ara buluştuk ve onun harika bir şekilde anlattığı gibi komik bir zaman geçirdik. ikimizin de keyfi yerindeydi. çok güldük. birbirimizi çok seviyoruz evet ama birbirimizle arkadaş olmayı öğrenmek ayrı bir şey... deniyor, öğreniyoruz. eğlenceli bir uğraş:)

her eve bir kedi


ev, ne güzel bir yerdir. ama kedili bir ev daha güzeldir. evde birlikte yaşadığınız bir canlının faydasından bahsetmek abes gelir bana, ama evde bir kedinin olması öyle iyidir ki, kendinizi mutlu hissedersiniz. kedi sıcaklık verir, avutur, neşelendirir. kitap okurken bir elinizle de  kedinizi okşamak gibisi yoktur. soğuk kış günlerinde çayınızı içerken karnınıza yatmış bir kediden daha konforlu bir şey düşünemem.

bence herkes ama herkes bir kedi ile yaşamayı hak eder. bir hayal edin, niçin sizin de bir kediniz olmasın ki. çok, çok düzenli canlılardır inanın; iki patileri önde hep yanyanadır:) onları izlemek bile sevinç verir insana.




neo hanım'la birlikte, daha mutlu, daha adil, daha sevgi dolu evler için... barış için, insanlık için (öhöm)"her eve bir kedi" kampanyasını başlatmış bulunmaktayız. şimdilik bu  üç birbirinden tatlı, şirin mi şirin, evinize mutluluk, huzur, bereket getireceği feng shui öğretisine göre kanıtlanmış  (öhöm) yavruyu ilginize sunuyoruz.   kedilerden birini alırsanız, ona vereceğiniz adı, yaptığı oyunları, hikayelerini öğrenmeyi de çok isteriz.

son haber:

bu sabah öğrendim ki kedilere yuva bulmuş arkadaşım ve bana haber vermeden gümüşlük'e gitmiş :( çok kızdım. atze de heveslenmişti. 

bulup bizim ofise getirdiğimiz kediyi arkadaşım teyzesine vermişti ama geri aldı, mutsuz olmuş orda diye. kendisinin 4 kedisi vardı, 5 oldu, belki o vermek ister diye ona sordum. bakalım. 

durum budur, facebook linklerini kaldırmak gerekecek bu durumda, kedilere yuva bulamıyoruz derken mahcup oldum fena halde. 

sevgiler
 
neo

Perşembe, Mayıs 19

conrad okuyor: justine

Justine'in Conrad'la, ah pardon, vicdanla imtihanı




















Tırzah'a*

"…
Ölümlü doğumla doğan her özne
Tüketilmelidir dünyayla birlikte
Doğuşu için özgür bir kuşağın:
O zaman seninle olmaz hiç işim.

Utançtan ve kibirden gelir insan
Sabahları esip, akşamla durulan
Merhamet ölümü uykuya çevirir
İnsan uyanır, çabalar, didinir.
…"

Masumiyet ve Deneyim Şarkıları/William Blake
* milton ve Kudüs kitaplarında adı geçen tirzah,  yeryüzünün zalim kraliçesini simgeler.


 "Yapma Jimmy! Böyle yapma! Melek olsa katlanamaz bu yaptıklarına, istediğin kadar hasta ol."
(Belfast-Narcissus'un Zencisi/Joseph Conrad)

Conrad okurken, süslü ağdalı cümlelerin sarhoşluğuna kapılmadan, usta bir yazarın -hayır, beyninin değil-, dilinin süsüne aldanmadan, tayfaların sesine kulak verdim, o basit cümlelerde durdum. Varoluşumuzun en basit halinde, insan olmanın, doğum, hastalık, mutluluk, yaşam ve ölüm dönemeçlerinde sık sık nefes alıp verdim. Tanrım, Conrad bir ölümlüyle beni konuşturuyordu, hâlleşiyorduk onun ellerinde. Bana, yine bir ölümlüye yapıyordu bunu üstelik. Ne basit, ne karmaşık! Çok karşılaşılan bir durumun, çok sınanan bir bilinç hâlinin, küçücük bir alanda, karadan medet ummanın mümkün olmadığı bir zamanda sağlamasını yapıyordu. "Zenci"  bir tayfa, "aşağılık" bir adam, "nobran", ama düşünceli bir kaptan, "ermiş" ve yaşlı bir gemici, bu bir avuç adamın eşliğinde insanlık tarihini gezdim ben. Conrad'ı çok sevdim, ama yazımından ve dilinden çok karısını -ve beni- korkutan kâbuslar gördüğü için sevdim onu.

Çok teşekkürler canım, tavsiyen için. Bu kitabı okurken, aklımın bir köşesinde, bir cümle hep duruyordu; "o, Peri'nin Conrad'ı";)

p.s.: Bu fotoğraf dün gece çekildi. Sahilde çok yürümüş ve yorulmuştuk. Sözüm, söz dedim ve Poliş'in yardımıyla Conrad fotosu işi tamamlandı;) Çok güldük, çok eğlendik, aslında daha komik pozlar var ama, onlar bana kalsın, belki birini kendi bloğumda yayınlarım. Sanırım?;p Bunlar biraz sıradan kaldı ya, neyse;)

Senin pozunu da bekliyorum ve sakın oyundan kaçma. Sakın! Biz buna çocukken mızıkçılık etme derdik, bilirsin;p

Bu müzik iyi gider bu yazıya, ne dersin? (Lilişka'nın "ne dersin"lerinden tabii;))
Daha önce koymuştum bloğa ve sen dinlemiştin zaten, Giora Feidman, Let's Be Happy.

bedenin ev halleri


"Ev, tüm yaşanmışlığıyla, barındırdığı tarihle kirli bir mekândır; anılarla, kişisel eşyalarla, duvarlardaki lekelerle, bedensel döküntülerle zamanın izlerini çoğaltır durmadan. Bedenin bir protezi, bir eklentisi gibidir; mekânları tamamen bedensel işlevlere göre örgütlenmiştir. Ev içi mekânların örgütlenmesinin tarihi, aynı zamanda bedenin kirli tarihidir. İnsanların yerleşik düzene geçişlerinden bu yana beden-mekân ilişkisi üzerinden tüm bedenin toplumsal tarihini okumak mümkündür. Her tarihsel dönem, kendine özgü beden anlayışı ve bu bedene denk düşen konut tipine göre ayırt edilebilir. Günümüzde, uzmanların tasarladığı bir giysi gibi, hazır-giyim ya da haute couture evlerden söz edebiliyoruz mesela.


Oysa ev, doğal olanla, hayvani olanla bağlantılar içeren, içeriden dışarı doğru bedenlerimizle gerçekleştirdiğimiz bir inşa sürecidir aslında. Küçümsediğimiz, dönüştürmeye çalıştığımız gecekondular tam da böyle bir süreci gösteriyor bize. Bedenin gereksinimlerine göre içeriden dışarı doğru gelişen yapısıyla gecekondu, Michelet’in anlattığı kuşun yuvasını yapmasına nasıl da benziyor: “Kuş, hiç aleti olmayan bir işçidir… Onun kullandığı tek gerçek alet kendi bedenidir; malzemeleri bastırıp sıkıştıran, onları bütünüyle uysallaştıran, ortaya çıkan bütüne baş eğdiren göğsüdür” diye yazar Michelet (aktaran Gaston Bachelard, Mekanın Poetikası, Kesit yayıncılık). Erkek kuşun dışarıdan topladığı çeşitli malzemeleri dişi kuş kendi bedeniyle, göğsüyle bastırarak keçeleştirir. Yuvanın içinde bir merdane gibi sürekli dönerek içeriden dışarı doğru biçimlendirir yuvasını. Yuva bedenin biçimini alır. “Ortaya çıkan ev, kuşun kendisidir, kendi biçimi ve dolayısıyla çabasıdır; çektiği acıdır” diye ekler Michelet.

Hazır bulduğumuz kabuklara benzeyen günümüz konutlarıyla kurduğumuz ilişki düşünüldüğünde, kuşlardan daha çok keşiş yengeçlerine yakın duruyoruz galiba. Keşiş yengeçleri, bedenlerinin yumuşak arka kısımlarını korumak için buldukları boş deniz kabuklarının içine yerleşir ve kabuk dar geldiğinde, yeni ve daha geniş bir kabuğa taşınırlar. Keşiş yengeçleri gibi, bedenlerimizin gelişen gereksinimlerine göre yeni kabuklara taşınıyoruz durmadan. Bize dayatılan bir dış kabuk olarak evleri yine de olabildiğince içeriden, bedenlerimizle uysallaştırıyor, dışarıdan toplayıp eve getirdiğimiz malzemeleri bedenlerimizle ezerek keçeleştiriyor, bu kabuğu bir yuvaya dönüştürmeye çabalıyoruz. Ev, bedenlerimizin izini taşıdığı, bedenlerimizle keçeleştiği, kirlendiği ölçüde yuvaya dönüşüyor.

Terk edilmiş konutlarda geçmiş yaşamların gölgeleri, kokuları sinmiştir her tarafa. Eve yeni taşınanlar, eski sahiplerine ait beden izleri silmek için büyük çaplı tadilata girişirler hemen. Başka bedenlere ait yazıları silmek, kendi bedenleriyle yeniden yazmak isterler evlerini. Başka bedenlerin halden hale geçtikleri mekânları kendi halleriyle yeniden kurmaya, kendi bedenleriyle keçeleştirmeye çalışırlar."


rahmi öğdül'ün birgün gazetesi'ndeki şuradan alınmış yazısı.
fotoğraflar şuradan.

canım arkadaşım tina için



"ben, ister gece ister gündüz, ister uyuyayım ister uyanık olayım, yatakta gözlerimi hep kapalı tutarım. yatmanın keyfini daha fazla çıkarmak için. insan ancak gözleri kapalıyken kendi benliğini tam duyabilir; sanki ışık, varlığımızın toprak yanına daha uygun olduğu halde, karanlık öz varlığımızın asıl yakınıymış gibi."


moby dick, melville, ç.sabahattin eyüboğlu- mina urgan, cem yayınevi, s.85

Salı, Mayıs 17

bana güneş olsun



çok özlemişim güneşli zamanların evini. ama insan nasıl hemen de unutuyor soğuktan tir tir titrediği o korkunç günleri. yorganı kenara itip  pikeyi üstüne çekmenin o serinlik duygusunu özlemek ne tuhaf. insan kendi kendine gülümseyip duruyor; özlediğine kavuşmanın o zapdedilmez sevinciyle evle uğraşıp duruyor. arçil'in kilimini yıkadım bugün. terası yıkayıp, askıyı oraya alıp hazır etmiştim önceden. evi süpürüverip, sildim köşe bucak; çıplak ayak basılabilir. çikolatalı trüf yaptım. dolapta duruyor, yarına kadar bekleyecek. sonra şekilsiz bir şekil verip, kakaoya, fındığa, hindistancevizine bulanacak. manavda, erik, çilek, kiraz, şeftali... naneler, dantelli marullar, badem salatalık... ne hoş, ne neşeli her şey.

insan özgür hissediyor güneşle. dün, mutfak sedirinde oturup izledim mesela, miyazaki'nin daha önce izlemediğim filmini. tam sevdiğim gibi, klasik miyazaki filmi değil, ama olsun. güzeldi. vitaminlerimi akşam uyumadan hemen önce içiyorum ki, sabah enerjiyle kalkıyorum. kefir aldım, artık sabah uyanınca arçil'le birer bardak içeceğiz.

terasa iskemle çıkardım. soğuk bir bira da açacağım, kilimi de toplayayım o sırada. güneş var ya hemen kuruyor.


Pazar, Mayıs 15

melville istanbul'da



"1856'da kayınpederinin verdiği parayla, kudüs'e gitti. bindiği gemi bu arada dört gün istanbul'da kaldı. ilk iki gün yoğun sisten ötürü, melville hiçbir şey görememiş, ancak sahilde köpeklerin havladığını duymuştu. sis dağılınca istanbul'un görünüşüne hayran kaldı. büyükdere'den bakınca boğaz'ın ne kadar güzel olduğunu anlatır mektuplarının birinde. ama her nedense, istanbul'un ona bir kasvet duygusu, bir bunalım verdiği de anlaşılıyor. sokaklarda, karanlık, korkunç, trajik bir hava seziyor. sanki her birinde kendini asan bir adam varmış gibi, çoğu evlerin yıkık, çürük ve korkunç olduğunu söylüyor. 'binbir direkli sarnıç' dediği yerebatan sarayı'nda, bir cinayete kurban gitmek korkusuna kapılıyor. kapalıçarşı'daki insan kalabalığı, yangın yerleri, mezarlıklar, müthiş sarsıyor melville'i. mektuplarının birinde, bir cenaze alayının peşine takıldığını, bu arada bir mezarın üstüne kapanmış, ağlayan bir kadın gördüğünü anlatıyor; bu kadının ağlayıp inlemesini bir türlü unutamadığını, yirmi yıl sonra bile rüyalarına girdiğini söylüyor."

mina urgan
 

gemilerin yüzdüğü yerde, deniz ejderini yarattın, sularda oynasın diye.*


moby dick okuma zamanı her geçen gün yaklaşıyor, içime sıkıntı basıyordu. ama daha ne kadar geciktirebilirdim ki... çaresiz, kütüphaneye gidip,  reha'nın hapishanede okuduğu, içinde adı yazılan kitabın kapağını açtım: "ishmael deyin bana..."


*davut

Cumartesi, Mayıs 14

yaz günleri insanın çocukluğudur

(bileniniz var mı, soulemama yine mi hamile?)

köyde, yaylada çocuktuk. sabahın köründe, kahvaltı yapar yapmaz kendimizi dışarı atardık. oynayacak ne çok şey bulurduk ki ancak akşama gelirdik eve. inekler güdülmekten dönerlerdi alacakaranlıkta. her biri evlerinin yolunu bilir, yolda birbirlerinden ayrılır, en sonunda çeşmeden yokuş yukarı bizimkiler gelirdi de işte o zaman eve dönme vaktinin geldiğini anlardık. ahırda süt sağılır, niyeyse biraz verandada dururdu kocaman süt tası da, babaannem, "amanın, sütü alın içeri, yılan gelmesin," derdi. incir, dut yemek için ağaçların tepesinde saatlerce durmama, başakların arasında gelincik toplamama rağmen ne yılan, ne akrep gördüm çocukluğum boyunca. oysa çok varmış. ya çocukluğumda da gözlerim böyle bozuktu ya da iflah olmaz şekilde dalgındım gene.

dün neo ile eve alınacak hayvanlar konusunu konuşurken, o tilkiyi de önerdi de aklıma ordan geldi. tilki ile aram bozuk benim. yayladaydık. biz çocukların her birinin ad taktığı, kendisinin bildiği birer tavuğu vardı. hangimizindi bilemiyorum, tavuklardan biri kafadan çatlaktı. biz çardak altında kahvaltı yaparken bir gün hoop bir yumurta çardaktan aşağı yere düşüp kırıldı. ilkinde şaşırdık, birbirimize, sonra çardağa baktık. tüyleri yoluk, zayıfça, çirkince, boz renkli tavuğumuz yumurtlayınca rahatlamış, kanatlarını açıp gıdıklayarak uzaklaştı o sırada.  önlem alınamıyor muydu, yoksa bizim evde  hep olduğu gibi, ilgisizlikle, her canlının kişiliğine saygı duyulması karışımı bir yaklaşım nedeniyle mi bilmem, hemen her sabah tekrarladı bu durum. çardaktan kıpırtı geldiğinde yana çekiliyorduk ki, yumurta kafamıza filan düşmesin.

sonra kümesteki tavuklarımız birer ikişer eksilmeye başladı. babam dedi ki, bir tilki dadanmış kümese. ilgisizlikten mi, yoksa her canlının kişiliğine... neyse, en son bu çatlak tavuk kaldı, onun yumurtasının akibeti de zaten belliydi. sonunda tilki onu da yedi. o gün bugündür, okumayı sökünce masal kitaplarında okuyarak da kurnaz ve hırsız olduğunu öğrendiğim tilkiyle aramız pek bozuktur. eve meve almam onu.

not: sabah temizliği bitirdikten sonra, dün aldığım tavuğun içini dışını, deri altını, zeytinyağı, tuz (tuz tavuk etini yumuşatır), pul biber, kekik ile ovup dinlenmeye bıraktım.  bu tarifi şurdan okumuştum, ama şimdi bulamadım. tam da böyle miydi, emin değilim. arçil dün akşam arkadaşında kaldı bir ödev yapmak için. arçil'in gelmesine yakın, saat üç gibi önce harlı, sonra çok kısık ateşte pişmeye bırakacağım. bir de pilav, salata yanına. tavuk mevzuu bir de bundan geldi aklıma.

Perşembe, Mayıs 12

pa'nın rüyasından geçerken


sen mayıs'ı bahar olarak yaşıyorsun şimdi. çünkü senin kış eşiğin yüksek.  böyle kaygısız, neşeli olduğunda ne güzelsin. halide edip okuduğun ve uşaklıgil'in yaklaşımını merak ettiğin için de... mustafa kemal ve latife'nin flört konuşmalarını sabırla yazdığın için ve onları o an gabriel samson ile miss bee'ye benzetip bana kahkahayı bastırdığın için de... sonra sen, balkon kapısından kiraz, ceviz ağaçlarını seyredip, bir bebek gibi  karşı koyamadığın erken uyumalı rüyalarında arkadaşın peri'ye yemekler hazırlıyorsun. ben bu rüyadaki çaban için nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. verdiğim zahmet için gerçekten endişeleniyorum okurken. sen mutfakta oyalanırken eve davetsiz bir misafir kabul edip ona benim için piyano çaldırıp uyumamı sağlayacak kadar zarifsin. ben rüyanı hayra ve gerçeğe yordum. evet, kısırı bol domatesli severim.

soğuk, gri bir mayıs gününe uyandım bugün. rüyamı hatırlamıyorum. ev temiz, düzenli. bu çok iyi. akşama
pizza yapacağım. hamuru mayaladım. şimdi domates rendeleyeceğim, mantar kıyacağım. arçil için olanına, sosis, salam, sucuk da koyacağım. salata, bir de yoğurt çorbası.

bugün zihnime onu dölleyecek bir fikir olsun veremiyorum. öyle donuk, bedenimi işe koşacağım şimdi.

sevgiler.

Salı, Mayıs 10

geri dönmeyen



"babam derdi ki bizim zamanımızda bir insanın efendiliği kitaplarından anlaşılırdı; oysa bugün geri vermediği kitaplardan anlaşılıyor."

ses ve öfke, faulkner, rasih güran, YKY,,s. 72

bizden başka



"biz o kadar korkunç bir şey yapabilseydik de kimse kalmasaydı cehennemde bizden başka."


ses ve öfke, faulkner, rasih güran, YKY, s.71

Pazartesi, Mayıs 9

yaz günleri artık beni hatırlamıyor


ağaç dalları sallandı. hışırdadı. yere yakın dallardan birine iki eliyle tutunup kendini yere sarkıttı. bir süre öylece durup, bana baktı. güneş gözümü alıyordu. başımı eğip, gözlerimi kıstım. o hala asılı, gülümsüyor. bana doğru uçtu. dizlerinin üstüne çöktü, bir eliyle yerden destek alarak. ayaklarımın dibinden yüzüme doğru yükseldi. kollarıyla doladı beni, "nasılsın, bakalım?" benden küçüktü, ama sesi hep böyle avutucu. dut,tırtıl, güneş kokuyordu. nefesimi bıraktım.

Pazar, Mayıs 8

kutlama




güneş sabahları yatak odalarımızda doğuyor.  ne şans! hem lisa'yı da açtım. uyandı nihayet. uyanır uyanmaz mutfağa geldi, kahvaltı hazırlayan bana sarıldı; "iyi ki benim annem sen olmuşsun, iyi ki..."
sütü çıkarmıştım dolaptan, istemedi yine. "17 yaşında olman süt yerine çay içmek için mazeret olamaz, arçil. hala büyüyorsun." tina pencerenin dışında, havayı kokluyor.  ne güzel bir gün.

Cumartesi, Mayıs 7

geveze


"(...) dil tutukluluğu nesneleri eksik olarak izah etmek demektir ve manasının saçmalığı tam izah edememekten ileri gelir. gevezelik, sözlerin manadan artık olduğunu anlatır ve imkansızlık, mananın mana üzerine artık (fazla) gelmesinden doğar."




farabi, hazırlayan hüzeyin gazi topdemir, say yayınları, s.167

Cuma, Mayıs 6

kim bunlar?


bora bilgin'in arkadaşları. istanbul'a gelmişler, dans edip film çekmişler. filmlerinin izlenmesi konusunda heyecanlılar. hep beraber izleyelim, dedim ben de. gayet sevimliler.

Çarşamba, Mayıs 4

oyun ve fal: buldum seni!


'...
geçen gün yüzüme rastladım bir ilan panosunda
korktum birden, kusacak gibi oldum
olur öyle dedi palyaço,
herkes alçaktır biraz
otur ulan! dedim, bağırdım ona
ben bazen bağırırım biraz

rakı doldur! dedim, eksilmesin!
ben bazen eksilirim biraz
aslında hepimiz eksilirmişiz biraz
bunu sonradan öğrendim

ben aslında her şeyi sonradan öğrendim
herkes herkesi sonradan öğrenirmiş
bunu da sonradan öğrendim ...'

turgut uyar

buradan

oyun ve fal: bulabildim mi?


sabah yağmuruyla mayalanan yaprak, çimen, toprak kokusunu soluna alıp, dön. bir kız çilek yıkıyor olacak mutfağında, duydun mu çilek kokusunu? güzel. derin derin nefes alıp ver, yürümeye devam et. merdivenli yoldan çık. kalbin nasıl, hızlandı mı? dur biraz. bir kadın vanilya kokusuyla geçecek yanından, onu takip et. bırak, o mavi kapalı eve girsin, sen girme. iyot kokusunu aldın mı? hemen sağa sap o halde. gel şimdi buraya, kahve kokusuna. seni burada bekliyorum.

ne


akşamları bitki çayı içip, uyumadan önce bir diziye boş gözlerle bakıyorum ki bir düşünce, bir dert beni alıkoymasın. dün gece de öylece uyuyakaldım. ancak sanki derhal gözlerimi açtım; karanlık evde bir yerde şiddetli bir tıkırtı. yorganı atıp, doğruca daire kapısına gelip kapıyı açtım sonuna kadar. asansöre, merdivene, çiçeklere boş gözlerle baktım. sanmıştım ki sessizce girmeyi bile umursamayan, gözü dönmüş hırsızla burun buruna geleceğim. hayret, kimse yok. kapıyı kapatıp mutfaktaki sedire oturdum. karanlığa ve sese dikkatli, bekledim. solumdaki şiddetli gümbürtüyle yerimden fırladım. buzdolabı. hızla kapısını açtım. taze patateslerle, kaşar peynirine baktım, baktım. en iyisi börek yapmak, dedim. en iyisi.

Salı, Mayıs 3

1 mayıs'ta atze ile



atze ile moda'da çay bahçelerinin birinde oturuyorduk.  aşağıya doğru çimenler, çimenlerin üstüne uzanmış sevgililer... daha sonrası ise deniz işte, üstünde vapurlar, küçük balıkçı tekneleri, onların da üstünde martılar. bahar gelmeye çalışıyor da çok derin uyumuş, mahmurluğu üstünden atamıyormuş gibi donuk, ama gayretiyle zaman zaman güneşli... tatlı  bir esinti.

atze, doğa bildiğin gibi değil, diyerek deniz tavşanlarından tut, böceklerin, kuşların cinsel yaşamını anlatıyor terbiyesi izin verdiği kadarıyla:) bizim dedikodu bundan müteşekkil. toplu seks yapan deniz tavşanları, aşk yaparken şarkı söyleyen fareler, lezbiyen semenderler... kimse artık bana doğanın masum olduğunu iddia edemez:) atze anlattıkça, masamızdaki keke, sandiviçe, pekmeze yaklaşmaya çalışan böceklere çok karmaşık ilişkilerin kahramanları gibi bakıyorum artık.

siyah saçlarının altında masmavi gözleri, vişne dudakları, güneş vurdukça pembeleşen yanakları ile atze bugün konuşkan. ama nasıl konuşkan? bir göçebe gibi. bir konuya yerleşiyor, sonra bakmışsın, başka bir konuya konaklamış. ben biraz her konunun yerlisi gibi suskun, dinliyordum. atze nin konakladığı nokta konuları  hayalimde birleştirip bir atze anlamı çıkarıyordum.  atze sözcüklerinin içinden parmağıyla bir yeri gösteriyor; hızla dönüp bakıyorum, denizin ortasında küçük bir balıkçı teknesinde onlarca martı. o, parmağını kendine ve konuya geri çekiyor; anlattıklarının içinde artık martılar da uçuşuyor. 

hemen aşağıda ağacın altında bir adam oturuyor. kahveli birası (atze çok popüler olduğunu söyledi bu biranın. dediğine göre tadı da nefismiş) ve radikal gazetesiyle birlikte. orda olduğumuz süre boyunca, ki üç saat filandı, gazetesini okudu. kalktığımızda okunacak gazete sayfası bitmemişti bile. radikal reklamı gibiydi adam, dedik:)

kalkıp otobüslerimize binmek üzere kadıköy'e yürüdük. gazeteciye uğradık. radikal okuyarak döndüm. evde beni bekleyen şeklimin içine yerleştim. 



atze ipod'undan bana iki şarkı dinletti. 
bu şarkının bendeki hikayesini hatırlıyormuş. 
diğer şarkı onun sitesinde.