Pazar, Nisan 11

muz balığı için mükemmel bir gün


Bugün hava şöyleydi sevgili günlük: Gökyüzü tuhaf, metalik bir ışıkla parlıyordu. Öyle ki, yeryüzünün benim pencereme denk gelen parçasındaki tüm şeylere abartılı ve kesin gölgeler oluşturuyordu. Sanırsın ki günlük, amatör bir fotoğrafçı az bilgisine ama atraksiyon yapma hevesine kapılmıştı da bu fotoğraf çıkmıştı ortaya. Şeyler ve gerçekmiş sanısı uyandıracak kadar iddialı gölgeleri ile bir curcuna vardı.  Sağıma döndüğümde mavi işlemeli uzun bir bina da giriyor sahneye, ki  müteahhidin beziganca tutumunu unutup kendine özgü sanat aşkına yenildiği duygusuyla özene bezene yaptığını düşünebiliriz ve bunu düşününce, binanın kitsch halini görmezden gelip duygulanabiliriz. Ah…

Hayır günlük, hayır… Öyle duygulu değil!  Bazı zamanlar bir öyküyü okumak için ölüp bitiyorum ya, bu sabah da okumak istedim de böyle bir duygululuk. Sulugöz değiliz, heyecanlıyız. Güne  güveniyoruz, onun arkasındayız, yok önünde… hmmm…bir yerinde işte, ama günlük yine içinde değiliz elbette. Günün içinde olamayız biz, olamıyoruz.

Hangi öykü bu? Çok kıskanıyorum, söyleyemiyorum kimseye bu öyküyü sevdiğimi. Ama bugün, -az önce bir mektupta okuduğum şu sözcüğü kullanma hevesine kapıldım- diğergam bir günümüzdeyiz. Ve evet insan bu sözcüğü kullanmak istiyorsa, öyle de olmalı. İşte söylüyorum sana da öykünün adını diğergamlıkla dolup taşarak: Salinger’ın Muz Balığı İçin Mükemmel Bir Gün öyküsü. İşte:


salinger, dokuz öykü, 
çev. coşkun yerli, YKY

Muz Balığı İçin Mükemmel Bir Gün

Otele New Yorklu doksan yedi reklamcı doluşmuş ve adamların şehirlerarası hatlara koyduğu tekel yüzünden 507 no’lu odadaki kız, öğlende yazdırdığı telefonu saat iki buçuğa kadar beklemek zorunda kalmıştı. Bu süre içinde boş durmamıştı ama. Küçük boy bir kadın dergisinden “seks bir eğlence ya da cehennemdir” adlı bir yazı okumuş, tarağıyla fırçasını yıkamış, bej renkli tayyörünün eteğindeki lekeyi silmiş, bluzundaki düğmenin yerini değiştirmiş, beninde peydah olan iki tüyü cımbızla almıştı. Sonunda santraldan aradıklarında, pencere kenarına oturmuş, sol elinin ojesini bitirmek üzereydi.

Öyle telefon çalınca elindekileri yerlere düşürecek kızlardan değildi. Ergenliğe girdiği günlerden beri telefonu hep çalıyormuş gibi bir hali vardı.

Telefon çalarken, ojenin fırçasıyla serçe parmağının kavisini tamamladı. Sonra kapağı oje şişesine yerleştirip kapattı. Ayağa kalktı, sol -yeni ojeli- elini havada ileri geri salladı. Ojesi kurumuş eliyle pencerenin kenarında duran tepeleme dolu kül tablasını aldı ve üstünde telefonun durduğu komodinin üstüne koydu. Yeni düzeltilmiş iki kişilik yatağın kenarına oturdu ve –beşinci ya da altıncı çalışta- alıcıyı eline aldı.

“Alo” dedi, sol elinin parmaklarını açarak ve –topuklu terlikleri bir yana- üstündeki tek giyimi olan beyaz ipekli sabahlıktan uzak tutarak; yüzüklerini banyoda bırakmıştı.

Santral görevlisi, “New York telefonunuz hazır, Bayan Glass” dedi.

“Teşekkür ederim” dedi kız ve kül tablasına yer açtı komodinin üstünde.
Alıcıdan bir kadın sesi geldi: “Muriel? Sen misin?”
Kız alıcıyı kulağından uzaklaştırdı biraz. “Evet, anne. Nasılsın?”
“Merakımdan ölecektim neredeyse. Niçin aramadın? İyi misin?”
“Dün gece de, önceki gece de telefon yazdırdım. Ama burada tele-“
“İyisin, değil mi Muriel?”
Kız telefonu, kulağından iyice uzaklaştırdı. “İyiyim. Ama çok sıcak burası Florida’nın en sıcak günü.”
“Niye telefon etmedin? Nasıl üzül-“
“Anneciğim, canım benim. Bağırma öyle. Sesini çok iyi duyuyorum.” dedi kız. “Dün gece iki kez aradım. Birinde tam-“
“Babana, dün akşam, arar, demiştim. Ama nerdeee? Baban… iyisin, değil mi? Muriel doğru söyle bana.”
“İyiyim. Artık sorup durma n’olur.”
“Ne zaman vardınız oraya?”
“Ne bileyim. Ha, çarçamba sabahı, erken.”
“Kim kullandı arabayı?”
“O kullandı”dedi kız. “Hemen heyecanlanma. Çok güzel sürdü. Hayret ettim.”
“O mu kullandı? Muriel bana söz vermiş-“
“Anne” diye kesti kız, “Söyledim ya. Çok güzel kullandı. Üstelik sekseni de aşmadı hiç.”
“Ağaçlarla o acaip işi yaptı mı?”
“Çok güzel kullandı dedim ya anne. Tamam artık lütfen. Beyaz çizgiye yakın sürmesini söyledim, o da ne demek istediğimi anladı, öyle gitti. Ağaçlara bakmamaya çalıştığı belliydi. Ha, babam yaptırdı mı sizin arabayı?”
“Daha olmadı. Dört yüz dolar istiyorlar şuncacık-“
“Anne Seymour babama ödeyeceğini söyledi ya. Neden-“
“İyi, iyi. Bakarız. N’aaptı –yani arabada filan?”
“Bir şey yapmadı” dedi kız.
“Sana yine o acayip laf-“
“Hayır, şimdi yeni bir şey buldu.”
“Ne?”
“Amaan anne, ne fark eder ki?”
“Muriel, söyle bana, ne diyor? Baban-“
“Peki peki. Bana ‘1948 Ruhani Başıboşlar Güzeli’ diyor” dedi kız ve güldü.
“Hiç de komik değil, Muriel. Hiç. Korkunç. Acıklı aslında. Düşünüyorum da nasıl-“
“Anne” diye kesti kız yine. “Beni dinle. Bana Almanya’dan gönderdiği kitabı hatırlıyor musun? Biliyorsun ya, hani şu Almanca şiirler. Nerede o kitap, bulama-“
“Sende ya.”
“Emin misin?” dedi kız
“Tabii. Yani bizde, Freddy’nin odasında. Oraya bırakmışsın. Ben de bir daha… ne oldu? Kitabı mı istiyor?”
“Hayır. Yalnızca sordu, buraya gelirken. Okuyup okumadığımı öğrenmek istemiş.”
“Ama kitap Almanca değil miydi?”
“Evet anneciğim. Ama fark etmiyor ki.!” dedi kız, bacak bacak üstüne atarak. “Yüzyılın tek büyük şairi yazmışmış, çevirisni filan alsaymışım. Ya da bu dili öğrenseymişim, öyle diyor.”
“Rezillik. Rez-zillik. Acıklı aslında. Dün akşam baban diyordu.”
“Bir saniye anne” dedi kız. Gidip pencere kenarından sigarayı aldı, yaktı ve gene yatağına oturdu. “Anne?” dedi, dumanı dışarı savurarak.
“Muriel! Dinle şimdi beni.”
“Dinliyorum.”
“Baban Dr. Sivetski ile konuştu.”
“A-Ah?” dedi kız.
“Ona her şeyi anlattı. Yani anlatmış, öyle diyor; bilirsin babanı işte. Ağaçları. Şu pencere meselesini. Büyükannene söylediği o korkunç şeyleri; hani ölümüyle ilgili planlarını sormuş ya! Bermuda’da çektiği o güzel resimlere yaptıklarını, her şeyi, her şeyi anlatmış.”
“Ee?” dedi kız.
“E’si, doktor, en başta ordunun onu hastaneden taburcu etmesi başlı başına bir suçtur, demiş; yemin ediyorum. Seymour’un kesinlikle her an tamamen denetimden çıkma olasılığı –büyük bir olasılık- bulunduğunu anlatmış babana. Yemin ediyorum sana.”

“Burada, otelde bir psikiyatrist var,” dedi kız.
“Kim? Adı ne?”
“Bilmiyorum. Rieser miydi neydi. İyi bir doktor diyorlar.”
“Hiç duymadım.”
“İyi bir doktor diyorlar yine de.”
“Muriel, toyluk etme lütfen. Senin için üzülüyoruz. Baban dün gece eve dönmen için bir telgraf çekecekti aslın-“
“Şu an gelmeye hiç niyetim yok anne. Rahat ol artık.”
“Muriel, yeminle sana. Dr. Sivetski, Seymour’un tümüyle denetimden-“
“Daha yeni geldim anne. Yıllardan beri bu ilk tatilim ve her şeyi toplayıp geri dönmeye de hiç niyetim yok.” dedi kız. “Zaten yola çıkamam. Güneşte öyle yanmışım ki, kıpırdayamıyorum bile.”
“Yandın mı? Çantana koyduğum güneş yağını kullanmadın mı? Çantana koyduğumu çok iyi hatır-“
“Kullandım anne. Ama yine de yandım.”
“Ah çok kötü! Nerelerin yandı?”
“Her yerlerim canım, her yerlerim.”
“Çok kötü.”
“Ölmem, korkma.”
“Söyle bana, o psikiyatrisle konuştun mu?”
“Eh, biraz” dedi kız.
“Ne dedi? Seymour neredeydi sen doktorla konuşurken?”
“Okyanus Salonu’ndaydı, piyano çalıyordu. Burada iki gecedir piyano çalıyor.”
“Peki, ne dedi doktor?”
“Pek bir şey demedi. O açtı konuyu önce. Bingo’da yanımda oturuyordu. Bana, ‘Salonda piyano çalan kocanız mı?” diye sordu. Evet, dedim. Seymour’ın hasta olup olmadığını sordu. Ben de anlat-“
“Niye sormuş ki?”
“Ne bileyim anne? Herhalde rengi çok solgun, ondan sormuştur” dedi kız. “Ha, Bingo’dan sonra doktor ve karısı içki içmeye davet ettiler beni. Peki, dedim. Karısı dehşet bir kadın. Bonvit’in vitrininde gördüğümüz o rezalet gece elbisesini hatırlıyor musun? Hatta, demiştin ki, bunu giymek için daracık kal-“
“Ay, o yeşili mi diyorsun?”
“Hah, işte onu giymiş. Kalçalar da löpür löpür. Bana sorup durdu, “Seymour’la Suzanne Glass’ın bir akrabalığı var mı?” diye; hani şu Madison’da şapkacı dükkanı olan kadınla.”
“Ne dedi doktor?”
“Ha. Valla, pek bir şey demedi; yani barda otururken ne desin adam? Korkunç gürültü vardı.”
“Evet ama, anlat- Anlatmadın mı büyükannenin koltuğuna yaptıklarını?”
“Hayır, anne. Fazla ayrıntıya girmedim” dedi kız. “Ama onu bulup konuşabilirim. Adam sabahtan akşama kadar barda oturuyor.”
“Garip şeyler –biliyorsun işte- sana garip şeyler yapma olasılığı var mıymış, ne diyor doktor? Bir şey dedi mi?”
“Pek değil,” dedi kız. “Olup bitenleri daha iyi bilmesi gerekirmiş. Dedim ya, çok zor konuştuk, çok gürültü vardı.”
“Peki. Mavi ceketin nasıl? Olmuş mu?”
“Olmuş. Vatkasını çıkardım.”
“Bu yıl kıyafetler nasıl?”
“Korkunç! Ama görülmemiş şeyler. Minin minik pullar, yok bilmem neler” dedi kız.
“Odanız nasıl?”
“Güzel olmasına güzel de; savaştan önce kaldığımız odayı vermediler,” dedi kız. “Bu yıl insanlar pek berbat. Yemek salonundaki milleti bir görsen, kamyonla gelmişler sanki buralara.”
“Valla her yer öyle. Balerin elbisen nasıl olmuş?”
“Çok uzun olmuş. Sana o zaman da uzun demiştim.”
“Muriel, son bir kez daha soruyorum: Gerçekten iyi misin?”
“Evet anne. Doksan sefer sordun.”
“Ve eve dönmek istemiyorsun. Öyle mi?”
“İstemiyorum anne.”
“Dün gece baban dedi ki, kendi başına bir yerlere gidip her şeyi tekrar bir düşünsen… Masrafını seve seve ödermiş. Nefis bir vapur gezisine çıkardın. İkimiz de düşündük ki-“
“Hayır anne, teşekkür ederim” dedi kız ve bacağını indirdi. “Anne, bu konuşma fazla para yaza-”
“Bu oğlanı tüm savaş boyunca nasıl da beklediğini düşünüyorum da; yani, kocaları yokken şu küçük hanımların yaptıkları-“
“Anne” dedi kız. “Artık kapatsak. Seymour her an gelebilir.”
“O nerelerde?”
“Plajda.”
“Plajda mı? Ay, tek başına mı? Plajda tek başına durabiliyor mu?”
“Anne” dedi kız. “Sanki manyakmış gibi konuşuyorsun onun hakkında.”
“Öyle bir şey demedim, Muriel.”
“Ama öyle demeye getiriyorsun. Plajda yatıp duruyor. Bornozunu da çıkarmıyor.”
“Bornozunu çıkarmıyor mu? Niye?”
“Bilmiyorum. Teni bembeyaz, herhalde onun için.”
“Hay Allahım! Güneşe ihtiyacı var onun. Çıkarttıramıyor musun?”
“Seymour’u biliyorsun” dedi kız ve yine bacak bacak üstüne attı. “Döğmesine bir sürü salağın bakmasını istemiyormuş.”
“Onun döğmesi yoktu ki! Yoksa askerdeyken mi yaptırmış?”
“Hayır anne, hayır canım” dedi kız ve ayağa kalktı. “Seni yarın ararım belki.”
“Muriel. Şimdi iyi dinle beni.”
“Evet anne” dedi kız, ağırlığını sağ bacağına kaydırarak.
“Sana saçma bir şey –biliyorsun işte- yapar veya derse, o an hemen beni ara. Beni duyuyor musun?”
“Anne, Seymour’dan korktuğum filan yok.”
“Muriel, bana söz vereceksin.”
“ Pekii, peki. Söz. Allahaısmarladık anne” dedi kız. “Babama sevgiler.” Telefonu kapattı.






“Simorgless,”* dedi Sybil Carpenter. Annesiyle otelde kalıyorlardı. “Simorgless’i gördün mü?”**
“Güzelim, tekrarlayıp durma. Deli olacağım artık. Rahat dur, n’olur.”
Bayan Carpenter, Sybil’in omuzlarına güneş yağı sürüyordu, minik iki kanat gibi çıkmış omuzlarındaki ince kemiklere yayarak. Sybil, yüzü denize dönük, şişirilmiş kocaman bir deniz topunun üstünde, her an düşecekmiş gibi oturuyordu. İki parçalı, kanarya sarısı bir mayo giymişti, ama aslında üst parçaya, daha dokuz on yıl için hiç de gerek yoktu.

“İşte sıradan bir ipek mendil – yakından bakınca” dedi Bayan Carpenter’ın hemen yanındaki plaj koltuğunda oturan kadın. “Ah! Nasıl bağlandığını bir öğrenebilseydim. Nasıl da tatlı görünüyor.”

“Evet, çok tatlı görünüyor” diye onayladı Bayan Carpenter. “Sybil, rahat dursana kızım.”

“Simorgless’i gördün mü?” dedi Sybil.

Bayan Carpenter içini çekti. “Peki, tamam” dedi. Güneş yağı şişesini kapattı. “Hadi bakalım, koş oyna. Anneciğin otele çıkıyor. Bayan Hubble ile birer Martini içeceğiz. Zeytini sana getiririm.”

Sybil kurtulur kurtulmaz, hızla aşağıya, plaja doğru koştu ve Balıkçılar Kulübü yönünde yürümeye başladı. Islak ve yıkılmış bir şatoyu ayağıyla dağıtmak üzere biraz oyalandı, sonra yürümeye devam etti. Otel müşterilerine ayrılan bölgeden çıkmıştı bile.

“Kıyıda beş yüz metre kadar yürüdü ve sonra birden kumların kuru olduğu iç kısma doğru yan yan bir koşu tutturdu. Genç bir adamın sırtüstü yattağa yere gelince durdu.

“Denize giricen mi simorgless?” dedi.

Genç adam irkildi, sağ eli bornozunun yakalarına uzandı. Midesinin üstüne yan dönerken yüzündeki burulmuş havlu yere düştü ve kısık gösleriyle yukarıya, Sybil’e baktı.

“Vay! Selam Sybil.”
“Denize giricen mi?”
“Seni bekliyordum” dedi genç adam. “N’aber?”
“Ne?” dedi Sybil.
“N’aber? Yani, neler oluyor?”
“Babam geliyo yarı nuçakla” dedi Sybil, kumları tekmeleyerek.
“Yüzüme geliyor ama bebek” dedi genç adam ve uzanıp bir eliyle kızın ayak bileğini tuttu. “Evveeet, baban geliyor sonunda. Her an için bekliyordum onu zaten. Her an.”
“Hanfendi nerde? dedi Sybil.
“Hanfendi mi?” genç adam seyrek saçlarına dolan kumları silkti yere. “Valla, ne bileyim, Sybil. Her an her yerde olabilir. Saçını boyatıyordur. Odada fakir çocuklara bebek yapıyordur.” Yüzükoyun döndü, yumruklarını üstüste koydu, üstüne de çenesini yerleştirdi. “Anlat bakalım, Sybil” dedi. “Ha, mayon çok güzel. Hayatta sevdiğim bir şey varsa, o da mavi mayodur.”

“Sybil bir ona baktı, bir de tombik karnının altına. “Ama sarı bu” dedi. “Bu sarı.”
“Aaa! Öyle mi! Gel bir bakayım. Kesinlikle haklısın. Ne aptalım.”
“Denize giricen mi?” dedi Sybil.
“Bak, cidden girmeyi geçiriyordum kafamdan. Bilsen nasıl düşünüyordum Sybil.”
Genç adamın bazen yastık niyetine kullandığı deniz yatağına elini bastırdı Sybil. “Sönük” dedi.
“Haklısın. Biraz şişirmek gerek.” Yumruklarını çekti ve çenesini kuma koydu. “Sybil,” dedi. “Çok tatlısın. Ne iyi oldu seni görmem. Kendini anlat bana bakayım.” Öne uzandı ve Sybil’in her iki ayak bileğini avuçlayıp tuttu. “Ben oğlak burcundanım” dedi. “Sen hangi burçtansın?”
“Sharon Lipschutz dedi ki, piyano çalarken yanına oturtmuşsun onu.”
“Sharon Lipschutz öyle mi dedi?”
Sybil başıyla onayladı.
Kızın ayak bileklerini bıraktı, ellerini geri çekti. Yanağını sağ koluna dayadı. “Valla,” dedi, “Böyle şeyler nasıl olur bilirsin, Sybil. Orada oturmuş çalıyordum. Eh, sen de yoktun ortalıkta. Sharon Lipschutz geldi, oturuverdi yanıma. Onu itelese miydim yani?”
“Evet!”
“Aa? Olur mu? Olmaz öyle şey. Yapamam.” dedi genç adam. “Ama n’aptığımı söyleyebilirim.”
“N’aptın?”
“Yanımda sen varmışsın gibi yaptım.”
Sybil birden diz çöküp eğildi ve kumu elleriyle kazmaya başladı. “Hadi, denize girelim!” dedi.
“Peki” dedi genç adam. “Sanırım girebilirim.”
“Bir dahaki sefere itele onu” dedi Sybil.
“Kimi iteleyeyim?”
“Sharon Lipschutz’u”
“A evet. Sharon Lipschutz” dedi genç adam. “Bu da nereden çıktı? Bellek ve istekler, hepsi bir arada.” Sonra birden kalktı. Denize baktı. “Sybil,” dedi, “n’apalım, biliyor musun? Bakalım muz balığı tutabilecek miyiz?”
“Ne balığı?”
“Muz balığı” dedi genç adam ve kuşağını çözüp bornozunu çıkardı. Omuzları beyaz ve dardı. Mayosu koyu maviydi. Bornozunu önce dikine ikiye, sonra da üçe katladı. Yüzüne örttüğü havluyu sallayıp açtı, kuma yaydı; üstüne bornozunu koydu. Eğildi, yatağı kaldırıp sol koluna aldı. Daha sonra sol eliyle Sybil’in elini tuttu.
İkisi denize doğru yürümeye başladılar.
“Sanırım sen kendin de bir iki muz balığı görmüşsündür vaktiyle” dedi genç adam.
Sybil “hayır” anlamına başını salladı.
“Görmedin mi?  Sen nerede oturuyorsun, Allah aşkına?”
“Bilmiyorum” dedi Sybil.
“Biliyorsun. Bilmen gerek. Sharon Lipschutz nerede oturduğunu biliyor, hem de daha üç buçuk yaşında!”
Sybil durdu ve elini çekti. Yerden sıradan bir deniz kabuğu aldı, derin bir ilgiyle inceledi ve sonra kabuğu yere fırlattı. “Whirly Wood, Connecticut,” dedi ve yürümeye başladı; karnı dışarıda.
“Whirly Wood, Connecticut,” dedi genç adam. “Bu Whirly Wood, Connecticut’a yakın mı?”
Sybil ona baktı. “N’oolmuş? Ben orada oturuyorum işte” dedi sabrı taşarak. “Whirly Wood, Connecticut’ta oturuyorum ben.” Birkaç adım koştu, sol eliyle ayağını tuttu, tek ayak üstünde iki üç kez hopladı.

“Bunun her şeyi na kadar iyi açıkladığından hiç haberin yok” dedi genç adam.
Sybil ayağını bıraktı. “Küçük Kara Sambo’yu okudun mu?” dedi.
“İşte bunu bana sorman çok komik oldu” dedi. “Şu rastlantıya bak ki, daha dün gece okuyup bitirdim.” Uzandı ve Sybil’in elini tuttu. “Nasıl, beğendin mi?”
“Kaplanlar o ağacın çevresinde koşuşuyorlar mıydı?”
“Evet. Ben de hiç durmayacaklar sandım. O kadar çok kaplan da ner’den çıkmış ki?”
“Yoo. Hepsi altı tane yalnızca.”
“Yalnızca mı?” dedi genç adam. “Sen buna mı yalnızca diyorsun?”
“Balmumu sever misin?”
“Ne sever miyim?”
“Balmumu.”
“Ohoo, çok severim. Sen sevmez misin?”
Sybil başıyla onayladı. “Zeytin sever misin?” diye sordu.
“Zeytin mi? Tabii! Zeytin ve balmumu. Onlarsız bir yere gidemem.”
“Sharon Lipschutz’u seviyor musun?”
“Evet. Evet seviyorum” dedi genç adam. “Onun özellikle en sevdiğim yanı ne biliyor musun? Otel lobisinde küçük köpeklere hiç kötülük yapmıyor. O  Kanadalı hanımın minik köpeğine sözgelimi. Belki buna inanmayacaksın ama bazı küçük kızlar var, balon sopalarıyla minik köpekleri dürtüklüyorlar, yaa. Sharon öyle kötü şeyler yapmıyor, acımasız olmuyor. Onu bu yüzden çok seviyorum.”
Sybil suskundu.
Sonra birden, “Ben mum yiyorum” dedi.
“Kim yemez ki?” dedi genç adam, ayağını suya sokarken. “Amman! Çok soğuk” dedi. Yatağı suya bıraktı. “Yo, bir saniye bekle Sybil. Biraz gidelim, ondan sonra.”
Suda ilerlediler; su Sybil’in beline gelene dek. Genç adam küçük kızı kaldırdı ve yüzükoyun deniz yatağına yatırdı.
“Başlığın filan yok muydu senin?” diye sordu.
“Bırakma!” diye emretti Sybil. “Tutsana beni.”
“Bayan Carpenter. Lütfen. İşimi öğretmeyin bana” dedi genç adam. “Gözünüzü dört açın ve muz balıklarına bakın. Muz balığı için mükemmel bir gün bu gün.”
“Hiç görmüyorum” dedi Sybil.
“Anlaşılıyor. Çok değişik huyları vardır. Çok değişik.” Yatağı itmeyi sürdürdü. Su daha göğsüne bile gelmemişti. “Çok acıklı bir yaşamları vardır” dedi. “N’aparlar, biliyor musun, Sybil?”
Sybil başını salladı “hayır” anlamında.
“Muz dolu bir delikten içeri girerler. Deliğe dalmadan önce basbayağı balıktırlar. Ama delikten içeri bir girdiler mi, domuza dönerler. Neden mi? Öyle muz balıkları bilirim ki, delikten içeriye girdikten sonra yetmiş sekiz muz yediler, ondan.” Yatağı ve üstündekini bir adım daha ilerletti. “Tabii, bu kadar muzla öyle şişko olurlar ki, delikten çıkamazlar. Kapıdan geçemezler.”
“Uzağa gitmeyelim” dedi Sybil. “N’oluyorlar onlara?”
“Kimlere n’oluyor?”
“Muz balıklarına.”
“Yani o kadar muz yiyip delikten çıkamayınca mı?”
“Evet” dedi Sybil.
“Off, Sybil. Hiç istemiyorum söylemeyi. Ölürler. Yaa!”
“Niye?”
“Muz hastalığından. Korkunç bir hastalıktır.”
“Dalga geliyor” dedi Sybil, sinirli sinirli.
“Boş verelim. Ama haddini de bildirelim ona” dedi genç adam. “Biz iki züppe” diye ekledi. Sybil’in ayak bileklerini tuttu, aşağıya doğru bastırıp ileri doğru itti. Deniz yatağı dalgayı göğüsledi. Sybil’in sarı saçları ıslanmıştı ama çığlığı pek keyifliydi.
Yatak düzelince, Sybil eliyle ıslak bir saç tutamını kaldırdı gözünden ve “Bir tane gördüm” dedi.
“Ne gördün hayatım?”
“Bir muz balığı.”
“Tanrım! Olamaz!” dedi genç adam. “Ağzında muz da var mıydı yoksa?”
“Evet” dedi Sybil “Tam altı tane.”
Genç adam birden, deniz yatağının ucundaki ıslak ayağını kaptı Sybil’in ve üst kısmını öptü.
“Heey!” dedi ayağın sahibi dönerek.
“Hey sensin! Hadi dönüyoruz artık.Yeter, değil mi?”
“Hayır!”
“Kusura bakma” dedi ve Sybil inene dek yatağı kıyıya sürdü. Kıyıda  yatağı kaldırdı, eline aldı.
“Allahaısmarladık” dedi Sybil ve otele doğru koştu, kaygısız.


Genç adam bornozunu giydi, yakalarını iyice kapadı ve ıslak havlusunu cebine tıkıştırdı. Yapış yapış ıslak ve hantal deniz yatağını kaldırıp koltuğunun altına aldı. Sıcak ve yumuşak kumlarda, yalnız başına, ağır bir yürüyüşle otele yöneldi.

Genç adam ve burnu cıva merhemli bir kadın, idarenin denize gidip gelenler için otelin alt giriş katındaki ayırdığı asansöre bindiler.

Asansör harekete geçince, genç adam kadına “Ayaklarıma bakıyorsunuz” dedi.
“Afedersiniz, anlamadım” dedi kadın.
“Ayaklarıma bakıyorsunuz, dedim.”
“Özür dilerim. Ben yalnızca yere bakıyordum” dedi kadın ve yüzünü asansörün kapısına doğru çevirdi.
“Ayaklarıma bakmak istiyorsanız, söyleyin” dedi genç adam. “Ama öyle allahın belası bir sinsilik etmeyin.”
“Burada ineyim lütfen” dedi kadın çabuk çabuk, asansör görevlisi kıza.

Asansörün kapıları açıldı ve kadın arkasına bakmadan çıktı gitti.

“Yahu, şu iki normal ayağa bakmak için en  küçük bir lanet neden bulamıyorum” dedi genç adam. “Beş lütfen.” Cebinden oda anahtarını çıkardı.
Beşinci katta indi, koridorun sonuna doğru ilerledi ve kendini 507’ye attı. Oda taze deri bavul ve aseton kokuyordu.

Birbirine bitişik iki yatağın birine uzanmış uyuyan kıza baktı. Sonra bavulların önüne çöktü, birini açtı, don ve fanila yığınlarının altından 7.65 kalibre, Ortgies marka otomatik tabancayı çıkardı. Şarjörü söktü, baktı, sonra yerine taktı, mermi sürdü. Boş olan yatağa gidip oturdu, dönüp kıza baktı ve tabancayı sağ şakağına dayayıp ateşledi.


* Sybil, Seymour Glass’ın adını “see more glass?” diye telaffuz ederek “daha fazla cam görmek” diye çevirebileceğimiz  bir sözle karıştırıyor (ÇN)

** Bu soru hem “Seymour Glass’ı gördün mü?” ve hem de, “Daha fazla cam gördün mü?” anlamlarını taşıyor. Ama, buradaki “glass” sözcüğü “Glass ailesinden biri” gibi düşünülürse, “Daha başka Glass gördün mü?” anlamına da gelir ki, Salinger, sanırız bu cümleden esinlenerek, tam dört Glass öyküsü yazmıştır: “Franny”, “Zooey”, “Yükseltin tavan kirişini ustalar” ve “Seymour bir giriş” (ÇN)