Joseph Conrad – Karanlığın Yüreği
Şimdi
Ne zaman ki sirkten kaçmış olağandışı birine bakar gibi baktıklarını fark ettim, okuyorum artık otobüste. Soru dolu bakışlarını kaçırmıyorlar. Erkekleri daha teklifsizce bakıyor ve ben onları asık suratımla centilmence başlarını öne eğmeye davet ettiğimde de hiç aldırmıyorlar.
Çok ama çok sıcak hava. Çil çıkmasın diye şapka takıyorum. Bu sıcak coğrafyada şapka normal bir nesne olmalı ama o da yadırganıyor. Estetik olan, nezakete, iyi yaşamaya dayalı her nesne, söz, durum, alayla karşılanıyor. Sürekli birbirlerini izleyip, sınıyorlar. Her şeyi gözleriyle tartıp, kategorilere ayırıyorlar. Sanırsınız ki bu durum tek tip insan biçimi yaratır. Yok, öyle de değil, kentlerde görüp görebileceğinizden çok daha karmaşık, ilginç, zengin karakterler var.
Şöyle pencereye yan dönüp okuyorum. Güneş sırtımda gümbür gümbür. Tren köprüsünden geçerken başımı kaldırıyorum, yalnız. Köprüler ne güzeldir, eğilmeleri öyle tevazu ile, değil mi? Trenlere severim. Gitme olasılığına bayılırım. “ Eh, sizi tanımak çok güzeldi ama artık yola çıkma vakti” diyebilme olasılığı cennette bile, ne hoş olurdu.
Bu kupkuru yerde Faulkner okumak denk düşerdi ama ben Conrad okuyorum şimdi. Bordeaux’dan başlayıp, batı Afrika kıyıları boyunca güneye doğru ilerleyip, Kongo Nehri’nin deltası, oradan nehir gemisiyle Stanley Şelaleri’ne doğru, akıntının tersine “Karanlığın yüreği” ne yapılan bir yolculuk bu. Conrad, sömürgeci güçlerin para ve güç hırsıyla, yerlilerin köyünün ateşe verilişlerine, tutarsızlıklarına, insafsızlıklarına tanık olur. Öylesine dehşete düşer ve utanç duyar ki gördüklerinden, üslubuna yansır bu. Beyazlarla aynı tarafta olmanın sorumluluğunu üstlenemez de bulanık, belli belirsiz bir atmosfer içinden seslenir. Benim, karanlığın yüreğine yaptığım yolculukla karşılaştırılmaz doğal ki... ama kalbim paramparça, aklım bulanık, kitaptan fal bakıyorum, yolum aydınlık mı, diye.
Sayfa: 83-84
“Sırtına vurdum. “Perçinler geliyor!” Diye bağırdım. Ayağa fırlayıp, “Yok ya! Perçinler ha!,”
dedi, kulaklarına inanamamıştı sanki. Sonra kısık sesle, “Sen, ha?” diye ekledi. Neden böyle deliler gibi davrandığımızı bilmiyorum. Parmağımı burnuma götürüp gizemli bir havayla başımı salladım. “Helal be!” diye bağırdı oynamaya başlarken. Bense zaten sevinçten oynuyordum. Metal güverte üzerinde hoplayıp duruyorduk. Enkazdan korkunç tangırtılar kopuyor, nehrin karşı kıyısındaki bakir orman çıkan sesleri uyuyan şubeye gökgürültüsü gibi geri gönderiyordu. Patırtı, harabe kulübelerinde uyuyan seyyahlardan bazılarını ayağa dikmiş olmalıydı. Müdürün aydınlanan kapı kapı girişinde karanlık bir silüet belirdi, kısa süre sonra, önce silüet, sonra da kapı girişi gözden kayboldu. Kendimize geldik, tepinerek uzaklaştırdığımız sessizlik, toprağın derinliklerinden geri geldi. Büyük bitki duvarı, karmakarışık ağaç gövdeleri, dallar, budaklar, yapraklar, öbek öbek çiçekler ay ışığında kıpırtısız duruyordu, sessiz yaşam asi bir işgalde gibiydi; bitkilerin büyük dalgası tepe noktasına ulaşmış, ırmağın üzerine devrilmeye, biz küçük adamların küçük varlıklarını süpürüp atmaya hazırdı. Ama harekete geçmedi. Ötelerden büyük şapırtıların büyük sesleri bize ulaşıyordu; sanki çağlar öncesinden kalma bir su yaratığı koca nehirde yaldız banyosu yapıyordu. Kazancı makul bir ses tonuyla, “Elbette ya,” dedi, “neden parçinimiz olmasın ki?” Elbette, neden olmasındı."
1 yorum:
yüreğin karanlığı.
Yorum Gönder