Nefis, nefis bir yağmur yağıyor. Bu ev sanki doğanın doğrudan bir parçasıymış gibi iklim değişimlerini tüm hassasiyetiyle, abartıyla yaşıyor; gök gürleyip, şimşek çakarken tepedeki bu ev ürküntüyle, dehşetle, dehşetle sarsılıyor. Ama şimdi, şu an fırtınayla göğüs göğüse bir mücadelesi var ki onunla gurur duyuyorum. Kışın dondurucu soğuklarında elinden bir şey gelmedi, sonuna kadar açtığım kombiyle ve dizimin yanına koyduğum elektrik sopasıyla atlattık o günleri, çok şükür. Soğuk, cin masallarındaki gibi duvardan korkunç yüzünü gösteriyordu da paniğe kapılıyordum, bir daha ısınamayacağım gibi geliyordu.
Ama bu fırtınada sevimli bir yan var. Hükmetmiyor. Öfkeli, kızgın, ama konuşuyor işte, derdini anlatıyor. Kabulleniyorum, bunu anlarım. Kuşların üstünü örttüm, Tina da yanımda sepetinde uyukluyor ya, fırını çalıştırmak istedim. Çavdar ekmeği yoğurdum. Birazdan, çok sevdiğim mısır ekmeği hamuru da hazırlayıp hep birlikte fırına koyacağım. Ben daha önce izleyip beğenmediğim, ‘Benim Aşk Pastam’ filmini izlerken, ev güzel kokacak. Bazı filmleri tekrar izliyorum. Audrey Hepburn filmlerine baktım salonda, soğuk orası çok, duramadım çıktım hemen. Yoksa o da iyi giderdi şimdi.
İstanbul’un havasını tuhafsıyorum hala. Gündüz bir başka güzeldi. Güneş ve hafif bir rüzgar vardı. Bir kafede yüzümü güneşe dönmüş oturur, Hamsun’ın Göçebe üçlemesinin son kitabı ‘Son Mutluluk’ kitabını okurken, içimdeki tüm endişeler yok olup gitmişti. İnsan mutlu olmak için, büyük sözler, müthiş filkirler, parlak çözümler bekliyorsa, boşuna bekler. Bir gün güneşle uyanırsınız ve her şeyin yolunda olduğunu ta içinizde duyarsınız.
Sessiz geçiyor günler, geceler. Soğuk, karlı günlerde kuşları, Tina’yı, çiçekleri odama aldım ya, kuşlar ötüyor, küçük küçük kanat çırpıyorlar, tina gerinip esniyor… Sesler bunlar. Bir de klavye sesi. Ona uzun uzun mektuplar yazıyorum. Bu nedenle sanırım, siteyi ihmal ettim ne zamandır. İdeal okuyucumu bulmuşum gibi, derdimi tam da istediğim gibi anlatabilmişim gibi, tümüyle anlaşılabilmişim gibi huzurlu duyuyorum kendimi. Ondan gelen uzun yorumları okurken anlıyorum bunun böyle olduğunu. Bu, hırçınlığımı, huzursuzluğumu öylesine derinden yok ediyor ki geriye sadece, saf, süzülmüş mutluluk kalıyor. Mektup yazmayı çok seviyorum, O da seviyor. bu mektuplarla derin, çok derin duygular, kendi yolunca yordamınca çok büyük bir aşk biçimini alıyor sanki. Sözcüklere bayılıyorum... Sadece sözcüklerin yapabildiği bu şey… ne?... hmmm… bu şey olağanüstü büyüleyici.
Knut Hamsun’ı çok seviyorum. Hakkında uzun uzun da konuşmak isterim. Olabildiğince yavaş okudum. Hızlanmak elimden gelmedi, kitap evet şahaneydi de, biraz da çok duygusal zamanlar geçiriyorum, satırlar arasında hep Onun sözcükleri beliriyor, neden sonra kendime geldiğimde, dakikalarca aynı satırda öylece beklediğimi görüyorum. Benim için Hamsun’ın bu kitabı, hani kitaptan çok kitabı okuduğum zamanları anlatıyorum ya, Onu çok derin düşündüğüm zamanlar. Hala da devam ediyor kitap.
Aklım da karışık bir yanıyla, bambaşka düzenlemeler içinde, her şeyin yeri, önceliği değişiyor ve bu karmaşa içinde bundan sonra okuyacağım kitabı seçmekte epey zorlanacağım, diye hesap ediyorum. Bakalım artık.
Ben şu fırını açıp, ekmeği pişireyim artık. Yarın hava nasıl olacak acaba?
not: eğer aldırmazsa Ona yazmaya buradan devam etmek isterim. böylece endişeliperi'nin günlüğü, bir günlük olarak yaşamaya devam edebilir hem.
6 yorum:
Sevgili Peri uzun zamandır siteye uğramayınca seni merak ettik hatta endişelendik. Bizim için bir kitap kahramanı gibisin. Yazmadığın zamanlar okuduğumuz kitap da yarım kalıyor gibi. Lütfen siteyi ihmal etme hatta senin kadar şeffaf ve tüm duygularını içtenlikle dile getiren biri bizce de O`na mektuplarına buradan devam etmeli..
Bizce hiç bir mahsuru yok.Mektuplarını burada yayınlarsan böylece bizde Bir PERİ MASALIndan mahrum kalmamış oluruz.
sevgiler...
Biraz ayrıntı versen,nasıl tanıştığınızı,nasıl aşık olduğunuzu,ilk kimin söylediğini,ilk ne zaman anladığını,neden imkansız olduğunu falan anlatsan.
sizi sevdiğimi söylemiş miydim:)
**
bu kez de bir film hediye etmek istiyorum..
In the Mood for love [film 11 parça halinde ama, böyle olması daha iyi]
Ha, niye bu film derseniz, kadın fizik ve huy olarak, size çok benziyor:)
o da seni seviyor
“Çocukların hayali arkadaşı olur ya, ben 4-5 yaşlarındayken benim de rüzgarım vardı... sabaha karşı nohut tarlasının üstünden gelirdi. Ve karşılaşmamız için benim yataktan kalkıp, çıplak ayak, yanında kurumuş ağaç gövdesinin olduğu o yokuşa tırmanmam gerekirdi. Hep kaçırdığımı sanırdım ama asla kaçırmadım rüzgarımı, taze nohut kokusu ile yüklü beni nefessiz bırakan bir güçle gelir, sarılırdı rüzgarım. O yüzden taze nohut kokusu beni sevinçten çılgına döndürebilir.” Bunu sen yazmışsın işte.
Şimdi ise (yani son 30 yıldır) kelimelerle sarıp sarmalamışsın etrafını, kendini ve hayatını kat kat kelime ağlarıyla örtüyor örtüyor, daha karmaşık ve içinden çıkılmaz cümleleri sardıkça çevrene, kendini boğuyor, kaybediyor, yabancılaşıyorsun.
Kelimelerle donanmış insanlara bak bi peri, hangisi mutlu? Sen bile sadece düşünmezken mutlusun, hani Tina'yla limonata yaptığın gün gibi, hatırladın mı?
Artık hayatının bu dönüm noktası gerçek bir dönüm noktası olsun. Sana “gerçek düşünülerek bulunmaz, ancak düşünmeyi bırakınca hissedilir”, “bütün kitaplarını yak ve bir çiçeğe bak” (ya da rüzgarına koş) diyen son bir kitap al ve bir süre yalnız ol.
Kaçakkova sürekli okuyor,sorular soruyor, alıntılar yapıyor, çaresiz hissediyor, düşünüyor ama çare bulamıyor. Çok umutsuz biri o peri. Kaç oradan. Sakin sade kendini ve hayatı çok önemsemeyen birini bulup ondan bişeyler öğren. Senin kanatların kaçakkova’yı hayata taşıyabilecek kadar güçlü değil.
Deniz Doğan
Yorum Gönder