Pazar, Şubat 7

günlük



İyi haber: Arçil tatilden döndü. Sanki biraz daha büyümüş. Yüzünün yuvarlaklığı gidiyor ve çenesi daha erkeksi, köşeli oluyor. Muğla’ya bir arkadaşına gitmişti. Büyüdüğü belliydi ki havaalanına ben bırakmadım, Kadıköy‘den otobüse bindirdim sadece. Çok heyecanlıydı. Onbeş dakikada bir aradı; yok, uçak rötar yapacakmış merak etmeyeymişim, yok arkadaşının telefonunu bir daha teyit edelimmiş, yok evde yalnız kalmaktan korkar mıymışım… Çok iyi vakit geçirmiş. Arçil yemeğe düşkün çok, arkadaşının annesinin yemekleri nefismiş. Öyle söyledi, bozuldum biraz. "Seninkilerden daha iyi değil elbette," dedi. "Ne yapıyor mesela," dedim sinirle kekeleyerek:) Ispanağı kıymalı yapmıyormuş mesela. Benimki daha lezzetliymiş ama boğazda bir kuruluk bırakıyormuş yutarken. "Aa..." dedi, "bütün sebzeleri arka bahçelerinden topluyorlar." "Ondan" dedim, "fark sadece bundan kaynaklanıyor." Elimden bir şey gelmez buna. Hiç makarna yememiş orada, ki ne çok sever. Benim de en sevdiğim yemek domatesli spagetti sanırım. Akşama sebzeli mercimek çorbası, tavuk şinitzel, domatesli spagetti ve salata vardı. uzun uzun konuşmayı sevmez; bir akşam yemeği ritüeli olarak konuştuk yine. O kalktı. Mide sorunum nedeniyle yavaş yemem gerek. Sıkılıyorum da masada öyle oturmaktan. Bazen bir şeyler okuyorum, bazen de yemeği bilgisayarın karşısına getiriyorum.

Karın erimesine, artık kış mevsiminin bir aşamasını bitirdik diye çok seviniyorum. Hiç böyle çabuk geçmesini istememiştim. İş bulmam gerek ya, önce biraz kafamı toplamayı, sonra karı, şimdi de yağmuru bahane ettim. Eh, Nisan ayında bir tatile çıkmayı planlıyorum. Güzelim güneşli Mayıs ayı işe başlamak için en uygun zaman olabilir. Belli olmaz Şubat ayında güneş açar ve ben kendimi sokağa kovalayabilirim. Duruma yaklaşımım ciddiyetsiz görünüyor gibi, ama pek öyle değil. Bazen çözümsüz denecek kadar zor meseleleri çözümü kolay meselelere tahvil etmek gerekir. Aslında mecburiyetten doğan bir ertelemenin, keyfi bir ertelemeye dönüşmesinde sorunun çözümü açısından fark yoktur. Üstelik canın da sıkılmaz çok fazla.

Arçil gelmeden bir gün önce evi tekrar düzenledim. İçime sinmemişti. Salonu hiç kullanmıyoruz, hüzünlü bir boşluk vardı orada. Mutfakta duran ferforjemsi sedir büyük olduğundan kapıdan geçmiyor. Demonte ettim ve salonda da tekrar kurdum. Tek başıma yaptım ve ellerimle bir şeyi yapmış olmak müthiş rahatlatıyor beni. İnsan bağımsız ve bütün hissediyor kendini. Bahsetmiştim, Mainsfield, ölmeden hemen önce, iyileşeceğini umarak, "bundan sonra her şeyi ellerimle yapmak istiyorum," demişti ya, anlıyorum bunu. Sonra Hamsun, kendi hayatından yola çıkarak yazdığı Göçebe kitabında her şeyi elleriyle yapıyor. Hayatı da öyleymiş. Küçüklüğünden itibaren, terzilik, ayakkabıcılık, tezgahtarlık yapmış. Diyor ki, “ellerde soydan gelme bir şeyler gizlidir; iffet, aldırmazlık, yahut istek ve içgüdüler, ellerde kendini belli eder." (şimdi Tina acil ve emir dolu bir istekle kucağıma atladı ve okşadım onu biraz. İnce parmaklarım ve elim, tırmıklar ve izlerle dolu. Sakınmıyorum hiç ellerimi. Sakınmıyorum kendimi de. Hayatı başka türlü öğrenmenin yolunu bilmiyorum ben.)

Neyse. Hamsun, gerçekten aç kalmış ve yaşadığı bu açlık deneyimini kitaba dönüştürmüş. Biliyorsunuzdur o kitabını (ben Açlık kitabı hakkında Passive'e uzun uzun bahsetmiştim buradaki mektubumda. Zaten Hamsun okumak fikri de Passive'le şekillenmişti bende). Onun tek başına dağlarda, mağaralarda, bulduğu kulübelerde en az şeyle, üstelik bunu tercih ederek ve mutluluk duyarak yaşaması inanılmaz cesaret veriyor bana. İnsanın neye, niçin ihtiyaç duyduğunu iyi tartması, iyi düşünmesi gerek. Reha ile birlikteyken, rahat bir kanepe diye tuturmuştum. Para hiç sorun değildi, ama hayatımız dağınıktı biraz ve Reha’nın dikkati hiç bunlarda değildi. Bir Kürt sorunu yoğun olarak gündemdeydi. Bana, “yani böyle meseleler varken, derdin daha rahat bir kanepe mi?” diye sormuştu. Yanıt vermemiştim, utanmıştım da kendimden biraz. Bilmem ki yani insanın derin meseleler edinmesi iyi bir şey de, bu arada aklının bir köşesinde rahat bir kanepe fikrini dolaştırması insanı küçültür mü? Belki de. Hamsun gibi, çok ciddi bir tercih yapıp mülkiyetsizliği seçmemişse insan, yani o seçimin soylu ve anlamlı yönüyle dolup taşmıyorsa, ortalama bir hayatın içinde ise şöyle ya da böyle, salonun boş görüntüsü onu hüzünlendirip, oraya bir kanepe daha taşıyabilir. Kendimden müthiş şeyler beklemiyorum, koşullara uyum yeteneği geliştirmek bile başlıbaşına önemli neticede. Hamsun gerçi kendini bilge olarak görmüyor ve biraz aşağılıyor da onları. Doğaya bakıp mutlu oluyor. "Ne mi öğrendim?" diyor mesela, "ileride daha körpe ağaçlar olduğunu." Bu kadar. “Günün birinde döşeğimde ölürken etrafımı saracak olanlara, dudaklarım titreyerek şunları söyleyeceğim: Bilgelikten Tanrı korusun beni!” Böyle düşünüyor. Çünkü diyor, “Bilge olmaya kabiliyetli adam, cimrice yalnız bu bu kabiliyetiyle uğraşır, bakar ona, onu besler, önünde taşır, götürür onu, onunla geçinir.” Böyle dese de benim için Hamsun bir bilge. Benim anladığım bilgelik öyle bir şey çünkü. O, bilgelerin hayat üstündeki o çok gösterişli fikirlerini sadece kafalarında ürettiklerini düşünüyor, yani hiç yaşamadan.

Onun kendi hayatına bakışını da seviyorum. “Hayatımda epey bir dolaştım, alıklaştım artık, soldum kurudum. Ama ihtiyarların o sakat inancı yok bende, neysem oyum, bilgeleşmedim ben; günün birinde bilge olacağımı da hiç sanmıyorum. Bir çöküntü işaretidir bu. Ben Tanrıya yaşadığım hayat için şükrediyorsam, yaşlanmakla daha da olgunlaştığımdan değil, yaşamaktan daima sürekli bir haz duydum da ondan. Yaşlanmak bir olgunluk vermez insana; yaşlanmak insanı sadece ihtiyarlatır, o kadar.” Eskiden okumuştum hayatını ya, üşendim şimdi bakmaya, yanlış olmasın, ama şöyle bir şey olmuş: Amerika’da çok hastalanmış ve doktorlar ilerlemiş tüberküloz teşhisi koymuşlar, iki aylık bir ömür biçmişler. Hiç değilse memleketimde öleyim, diye düşünüp gemiye atlamış ve döndüğünde hastalığı tümden iyileşmiş. Deniz ve sonrasında orman havası iyi gelmiş olmalı. Öldüğünde 92 yaşındaymış.

O budala eğitim sisteminden geçmişlerin bilgiç dilleriyle de alay ediyor. İyi ediyor. Geçmiş kışların birindeki soğuğa dayanamayarak çatlamış ağaç gövdesine dokunmak ya da izlerine bakarak bir geyiğin geçtiği yolu takip etmek ve ertesi gün unutmayıp geyiğin macerasını merak etmekten daha anlamlı bir şey olmayabilir. Sözcüksüz ama, diyeceksiniz, ki değil işte, onun yazdığı sözcükler bu kitaptakiler. Sözcüksüz bir şey olmaz. Ama Hamsun bile sessizliğe dayanamaz. Kendiyle dalga geçer... baharda dağdan köye inip insanlar arasına karışmaktan duyduğu sevinçle. “Şahane bir şekilde susulmuştu hani?” der:)

Bugün Hamsun konuşmayacaktık ya, denk geldi galiba. Böyle işte. Salonu düzenledim. Güzel oldu şimdi. Temizledim de. Soğuk ama şimdi, hiç girmiyoruz. TV de orada, digitürk bağlantısı yüzünden. İzlemiyorum hiç ve gazete de okumuyorum, dünyada ne var ne yok haberim yok hiç. Hamsun’ın anlattığı mağarada ben de yaşıyor gibiyim.

Hmmm… evet mutfaktan kanepe gidince orası boş kaldı, evet, doğru dediniz. Bir ahşap sedir koydum oraya. Koyu yeşil minderli. Güzel oldu. Muhabbet kuşu, ispinozlarla birlikte benim odadaydı ya, rekabetçi bir kuş ve rahatsız oldu onlardan. Sustu kaldı, hiç ötmedi. Hava da biraz ısındığı için mutfağa aldım onu tekrar. Ötüp duruyor şimdi. Kafesine de yeşil kurbağa, yeşil dinozor astım. Oyuncaksız geçen çocukluğum bana kendini böyle dayatıyor işte.

Arçil gelecekti ya, eve gelmekten hoşnutluk duysun diye yaptım bunları. Onun odasını da düzenledim. Siyah seviyor diye, kanepesinin, koltuğunu üstüne siyah örtüler, renkli minderler koydum. Elektrikli battaniye serdim çarşafın altına, yatmadan önce açıp, ısıtız biraz. Ev öyle pek soğuk değil, ama Arçil evin içind etişörtle dolaşmak istiyor. Neden ki? Kış mevsimindeyiz.

Bu dönem hafta içi bilgisayarı açmayacağız, diye anlaştık, ama ne kadar uyar bilmiyorum. Sert tedbirler almam gerek. Artık büyüdü ve mesela “geç oldu, hadi yatalım,” dediğimde, “ben biraz daha oturmayı planlıyorum, sen yat,”sarılıp, “iyi uykular,” diyor. Yani buna nasıl yanıt verilir, nasıl, “hayır, şimdi yatacaksın!” denir, bilmiyorum. “Hayır yatmayacağım!” dese, “evet yatacaksın!”diyebilirim, belki. Ama kurduğu dilin karşılığı olarak bende, “tamam tatlım, ama çok da gecikme,” oluyor. Bakacağız. Akşama pizza yapacağım. Çorba da var. Bir de salata yapacağım büyük ihtimalle. Yarın da okul açılıyor. Düzene girer hayatımız biraz daha.

Kötü haber: O, birkaç gündür hastaydı çok fena. Uzakta olmanın bu yanını düşünmemiştim hiç. Evin içinde deli gibi dolaşıp durdum çaresizce. Mektuplar yazıp, iyileşmesi için ne yapması gerektiğini söyledim ki hiç anlamam aslında. Kaygımı ya da sohbeti uzatmamak için, “tamam hepsini yapacağım,” dedi. Ama güvenemedim de yapacağına. Bugün sabah artık iyi olduğu mektubunu aldım. Bakalım, akşam yine yazacak, umarım atlatmış olur tümden.

Durumlar bundan ibaret. Ben şu pizza hamurunu yoğurmaya başlayayım.

Hiç yorum yok: