beni yaşata yaşata öldürdünüz
Sonsuzluğa Nokta, H.A.ToptaşVaroluşçuların dünyayla arayüz oluşturan ünlü “mood”unun, varoluş kaygısının aldırdığı bir pozisyon mu, sadece seçici aklın büyüteci mi, abartmaya gerek olmayan bir tesadüf mü, üstüne gelen bir şeye, zorlayıcı olana karşı durma isteği, bir kuvvet gösterisi mi; nihilizm denizinde boğuşup kıyıya vuranın buram buram mazoşizm kokan duruşu mu; kafirin bir mitosu yerle bir ederek anlamını yabancılaştırma dürtüsü mü … hiçbiri, hepsi mi?
Neyse ne … sakındığın şey karşına çıkıyor. Sakınılan nedir? Bir kitap değil kuşkusuz. Daha okumadığın kitap henüz the kitap değildir; öyle ya, kitabı the yapan yazılmış olması değil, okunmuş olmasıdır. Bu vakada böyle bir şey sözkonusu değil (yarısı dolu bardak bakışım için bana bir aferin). Ya aksi olmuş olsaydı, okumadan önce kapağına bir an dalmış olsaydım, (bu arada kitabın tüccar aklın ürünü kapağı tam bir kitch: Conan’ın yol üstünde, macera arasında götürdüğü hatunların zengin göğüslerini akla getiren, yola hâkim konumda oturmuş çıtır kız kapağın altın noktasında duruyor ve sanki daha şimdiden vay kamyonettekinin haline dedirtiyor ve sonsuzluğa noktayı kimin koydurtacağını muştuluyor), metnin kenarlarına yıldızlar ve derkenarlar konulmuş, bunları koyan kalem, konulduğu zaman ve mekân beyne nakşedilmiş olsa; her sayfa açışınızda yelpazelenerek azat olan hapsolmuş hava burun kıllarınızı titreştirerek beyninizde minik minik görüntülere can vermiş olsa ve dahası, belki de en önemlisi, okuma eylemi sevdiğiniz ve şimdi özlediğiniz bir mekânda gerçekleşmiş olsa durum belki de pek bir önemsediğim cesaretimin baş edemeyeceği kadar dallanıp budaklanacak, nesne kitaplaşarak bir mikro evren yaratacak ve ben o evrene Joyce’un “hayatın şenliğinden kovulmuş” Bay Duffy’si gibi omzumun üzerinden imrenerek baktıktan sonra dönüp uzaklaşacaktım. Ama dediğim gibi neyse ki böyle bir şey olmadı.
Benimkisi daha ziyade bir nesneyle kurulan tek yanlı iletişim (tek yanlı mı gerçekten, ne yazık, oysa ne hoş bir diyalog ve bakışma olurdu, belki bir aşk, bir nefret doğardı aramızda; sevişir veya kavga ederdik, küser, sızlanırdık belki de); bu, yaşantılara istemeden bulanan, yaşantılara nesneliğiyle ve sessizliğiyle tanık olan, o yaşantıların çığ gibi hareketlendirdiği akıl yürütme cehenneminde henüz kadrajın kenarında duran, dışa ve içe yansımalarda, geri dönüşlerde şimşek hızıyla karenin sağından girip solundan kaybolan, ileri atlamalarla kendisini benimle birlikte yabancı topraklarda bulan bir nesne. Geçmişten bir hayalet, seyirciye kapalı oynanmış bir oyunun aksesuarı. Buzdolabı kapağından havalanıp yatak odasındaki şifonyere konan ve oradan uzun bir yolculuktan sonra aysun’un tuvaletindeki çamaşır makinesine tüneyerek soluklanan bir nesne.
Öncelikle böyle tesadüflerin ürünü karşılaşmaların hazırlıksız okutturduğu tek bir kitaptan yola çıkarak konuşmak, hele de eleştirel bir düşünce geliştirip yazmak mümkün değil. Ben daha bu kitabın yazarın serüveninin hangi noktasında olduğunu bile bilmiyorum. Suç benim değil, bu buluşmayı ben istemedim. Belki de diğer kitaplarıyla yine böyle hoş(!) tesadüflerle karşılaşacağım, belki de bizzat ve isteyerek bir buluşma ayarlayacağım. Şimdilik uzak görünüyor, tesadüf değil, buluşma. İşte uyuz olduğum bir lafla başlayayım: kendisini okutturan bir kitap. Benim elimdeki 5. baskıydı. Kaç baskı yaptı bilmiyorum, ama 25 baskı yaptı deseler, inanırım. Soğukkanlı bir kitap değil bu. Birinci tekil arızası. Arada sırada metne es veren alaycılık, yabancılaştırma unsuru eksik. Demek istediğim, bir yaşantıyı özel kodlarla, incelikli dolayımlama yoluyla yansıtan bir kitap değil. Birbiri arkasına gelen imgeler benim dediğim anlamda bir dolayımlamayı ifade etmiyor. Sezdirmenin inceliğinden söz ediyorum, imgelerin kanırtıcılığından değil.
Her baskı 1000 olsa; bu kitabı alıp okumuş 5000 kişi kendi içinde oldukça şaşırtıcı istatistikler verecek bir topluluk oluşturacaktır. Bunu olumluluk veya olumsuzluk anlamında söylemiyorum, sadece “tetikçi” bir kitap bu; iki üç cümleden sonra okuyucu hemen birinci tekille ahbaplık etmeye başlıyor ve hatta bir noktada onu öldürüp yerine geçmeye bile kalkıyor. Bu da olabilir tabii, ben severim. Taşralı yazarlarda (bu ayrı bir yazı ve çok özenli akademik bir yazı gerektiren nazik bir konu) onlara güç veren, ama aynı zamanda sanki en güçsüz yanlarına kaynaklık eden bir hava var. Bu hava özneyi ağırlaştırıyor, özneye korkunç bir kütle kazandırıyor ve özne bazen bu kütlenin altında kalıp eziliyor. Bu yüzden metnin sentimental bakışı ve okşayıcılığı, bir noktadan sonra tahriş edici olmaya başlıyor ve kaçınılmaz olarak aynı yerin hep okşanması insanı bir süre sonra rahatsız ediyor. Metnin taşraya ve şehre atlamalı olarak düzenlenmiş olması da bu bakışı değiştirmiyor; çünkü mekanla birlikte taşralı kahramanda hiçbir değişiklik olmuyor, aynı çizgi devam ediyor. Parantez içinde, arada sırada belirtilen, birinci tekilin sevdiği ressam ve şair adlarının (Van Gogh, Özdemir Asaf, vs.) ilk elden akla gelen isimler olması da kafamda hoş olmayan düşünceler yarattı. Kitabın sonlarına doğru ritim hızlanacakken korkunç yavaşlıyor ve yazarın artık kitabı bitirmem gerekiyor aceleciliğine kapıldığını hissediyorum. Nihat Genç, Cemil Kavukçu gibi taşradan beslenmiş yazarlarda hep bir noktaya kadar çok sevdiğim ayrıntı düşkünlüğü, sinirlilik ve küskünlük hali, bazen ayarlanamayan duygusallık bu kitabın yazarında da saptadığım bir şey. İyi bir yazar, çok güzel imgeler bulan biri, fakat burada da hoşlanmadığım şey, bazı imgelerini çok cilalaması ve birçok yerde güzel imgeleri yama açıklamalarla uzatmaya veya genişletmeye kalkışması ve yarattığı etkiyi kendi kendine baltalaması (bu arada yazarın kullandığı “yontmak” sözcüğünü de hiç sevmedim); daha sonra diğer kitaplarını okuduğumda tek tek bunları hak ettikleri şekilde daha yakından örnekleyeceğim, tabii). Ayrıca kitaptaki eril-hakim bakış da beni rahatsız etti; Kadınlardan yana olduğum için değil tabii. Bu arada, en güzel anlatılan kadın da, erkek olan İsvan’dı.Yineliyorum, kesinlikle bu bir kitap eleştirisi değil. Tesadüfen karşılaştığım bir metne ilişkin genel izlenimlerim sadece. Yine de tanıştığıma memnun oldum.
..........................
* bu kitap eleştirisini ben de sitede yayınlamak isterim, izin verirsen.
bora: "Sonsuzluğa nokta” türünden metinleri okuması acıtıcı; dolayımındaki şeyleri yazmaya gelince silahımı temizlerken kendimi vurmamak için menzil dışına çıkmak gerekir, benim bunu hiçbir zaman beceremeyeceğim kesin."
* yayınlayabilirsin tabii.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder