Salı, Nisan 13

what's up!... ya da edebiyat adamlarının yeme içmesi hakkında





filmler için arçil'e teşekkürler. budweiser reklamlarının çok çeşidi var. dilerseniz youtube'tan diğerlerini de izleyebilirsiniz. arçil'le biz gülmekten öldük:) 



 “İndirgeme! Doğadan daha fazla şey söylemek istiyoruz; büyük bir hata işliyoruz, doğadan daha fazla şey kullanarak, daha fazlasını söylemeyi istemekle.”




Klee’nin günlüğünden
 



Yakında yemek yazarları sitelerine çarşı pazardan sebze fotoğrafları koymaya başlayacaklar ve sebze romantizmi had safhaya varacak.  Ben de seviyorum bu fotoğrafları ya, fotoğraftan sonraki aşamayı biraz can sıkıcı buluyorum. Yiyeceklerin besin değerleri, protein ve vitamin içerikleri bir bir sayılmaya başlayınca bu gastronomik matematik iştahımı kesiyor. Hele hele sindirim aşamasından bahsedilip, verdiği güç ve enerji için yemeğe yapılan şükran ayinleri “ayıp” bir şeyle karşılaşmışım gibi itici geliyor. Sağlıklı yaşam için bedene tapınmak, ona ibadet eder gibi, kahvaltı tabağına on dal da maydonoz koymak yemek yeme sevincime ot tıkıyor. Elbette iyi bir şey de,  sofrada sağlığa yapılan bu aşırı vurgu, günümüzde beslenme uzmanlarını bu denli popülerleştirip ceplerini para ile doldururken,  iştah mekanizmasına yapılan bu denli müdahale de insanın ağzında metalik bir  tat bırakıyor. Yemekle savaşan, didişen, onu hale yola sokmaya çalışan bu uzmanlar yüzünden ağzımızın tadı tuzu kalmıyor. Yeter! Yemekle eski, mutlu ilişkimize yeniden dönmek istiyorum.

Geçenlerde sevgili neo, polisiye kitap kahramanlarının yeme içme tercihlerini yazacağını söylediğinde çok heyecanlandım ve “peki ama,” dedim “bir yazarın yeme içme tercihleri onun kahramanlarını kurgularken ne kadar etkili?” Öyle ya, eserdeki yeme içme hadisesi yazarının iştahından, gastronomik  estetik algısından, hatta ideolojisinden ayrı düşünülebilir mi? Düşünülemez ve kitapta geçen yemek sahneleri okuruna yazarının yeme içme zevkini merak ettirir durur bana kalırsa. Tekrar okuduğum ve çok, çok sevdiğim Carson McCullers’ın, düğünün bir üyesi kitabı, hemen tümüyle mutfakta geçer. Zenci hizmetçi Berenice, küçük akraba çocuk John Henry ve kitabın kahramanı, ergenliğini kederle, hırçınlıkla yaşayan Frankie, uzun, sıcak, sıkıcı, bitmek bilmez yaz günlerinde hep mutfaktalar. Ama yemekten hiç söz edilmez, iştah açan tek satır yoktur kitapta. Hayatı boyunca hastalıkla boğuşan, çıtkırıldım Carson McCullers’ın pek de iştahlı biri olmadığını çıkarabiliriz bundan. Yazarın, yalnız bir avcıdır yürek kitabının Biff karakterinin anlatıldığı sahneler bir lokantada geçse de, yemekler, üzerlerindeki soğumuş yağları, tatsızlıklarıyla varolan iştahınızı da kapatmaya yeter.

İştahıyla ünlü Balzac,  biliyorsunuz çok hızlı ve çok fazla sayıda kitap yazdı.  Ve biliyor musunuz, kitaplarının hepsini ayakta yazıyormuş ve yazaken de 40-50 bardak kahveyi götürüyormuş. Onun bir oturuşta bir kuzuyu yiyebildiği de rivayetler arasında.

Sartre, bulantı adlı romanında, “kafasında çağanoza, istakoza benzeyen korkunç düşünceler olduğunu sanıyorduk,” dedirtir kahramanı Antoine’a. Evet, tahmin ettiğiniz üzere Sartre deniz ürünlerinden nefret edermiş, ağzına koymamış ömrü boyunca.

Oysa Hemingway bayılır deniz ürünlerine ve denizi seyretmeye. Hah, Hemingway demişken, çok güzel şu; Hemingway ve James Joyce, Paris’te içki arkadaşlarıymış. Ezra Pound aracılığı ile buluşmuşlar. Joyce içkiyi fazla kaçırdığında, bardaki biriyle kavgalık  duruma gelirmiş. Sonra da Hemnigway’in boyuna posuna güvenip, “bitir şu adamın işini Hemingway, al şunun boy ölçüsünü,” dermiş:) O sırada hangi içkiyle sarhoş oldukları bilinmiyor ya, Hemingway, Havana’dayken bolca daiquiri ve mojito içermiş.


Julian Barnes’ın seni sevmiyorum kitabına bayılmıştım. Üçlü bir aşk hikayesini üç kişinin bakış açısıyla yazıyordu ve o zamanlar için bu kurgu bana inanılmaz ilginç ve keyifli gelmişti. Hanım kahramanı, yemeğe çağırdığı misafiri için bize sıradan görünebilecek bir yemek olan lazanya yapar ya, Julian Barnes yazarlıkta olduğu kadar aşçılıkta da iddialı. Mutfak ölçüleri konusunda aşırı decede duyarlıymış ve mesela tarifte bir avuç un mu diyor, deli olması için yetip de artıyormuş  bu. Tarifi veren insanın avuç ölçüsü ile kendi avucu arasındaki belirsizlik onu ifrit ediyormuş. Mutfak sanatında kendinden çok aletlerin kesinliğini araması oya hanımın yemek tariflerine ve ölçü anlayışına bayılan benim için aşırı ve sevimsiz bir titizlik gibi görünse de onun sofrasına oturma şansı yakalamış insanların anlattıklarına göre yemekleri pek nefismiş.

Dil balığına çok düşkün olan Beckett da bu konudaki beğenisini romanındaki bir kahramana yansıtmış.

Knut Hamsun’ın açlık ktabı aklımda ya, bu bambaşka bir sorun şimdi. Buraya almaya kıyamıyorum.

Elbette elbette, Proust’un kayıp zamanın izinde kitabı da yeme içme sahnesiyle doludur. Ve belki de çaya batırarak yemek için madeleine kurabiyesi yapmanın tam zamanıdır. Yemek sitesi sahibi bir hanım yapsa da görsek, nasıl yapılıyormuş.

Ah! Unutmadan, Jean Jacques Rousseau’nun Emile’i süt ürünleriyle beslenir ve kaynak suyu içer ya, peki nedeni ne bunun? Çünkü Rousseau’ya göre yemek bir keyif değil, hayatta kalmak için bir zorunluluktur ve insan doğal olmayan, yapay her şeyden kaçınmalıdır. Bu nedenle de, süt ürünlerinden, yumurtadan, ottan, peynirden, siyah ekmekten ve şaraptan yapılmış bir yemeğin yerini hiçbir şeyin tutamayacağını bildirir bir kesinlikle. Rousseau etten nefret ediyormuş ve ona göre acımasızlık sadece et yemenin bir sonucuymuş. Çok komik bu, Rousseau, Hitler’i görseydi bu savını derhal bırakması gerekirdi, çünkü Adolf Hitler vejetaryendi! Evet! Ve Eva Braun, eşi Hitler için dondurulmuş yumurtadan yapılan  bir tür tatlı olan bavyeralı yaparmış. Bombardıman sesini kaçırmamak için sessizce yerlermiş bu tatlıyı karı koca.  Yemek sonrası erotizmi için çok elverişli bulunan bu tatlının, çığlık çığlığa acı çeken şehrin seslerinin katkısı ile  şehvete kapılıp seviştiklerini tahmin edebiliriz. (ah Peri Hanım neler diyorsunuz!? Siz… yani böyle açık saçık? Durun, müstehcen konusuna sonra geleceğiz.)

Abdulhak Şinasi Hisar’ın özellikle Çamlıca’daki eniştemiz kitabını okurken, buzdolabını dolu tutmakta fayda var, zira kitaptaki yeme içme bölümleriyle iştahınızı zapdetmek mümkün olmayabilir. Orhan Pamuk’un kitaplarında sürekli sofralar kurulur durur. Menü, aile bağlarının gösterildiği bu sahnelerin eşlikçisidir. Özellikle Masumiyet Müzesinin geniş bir bölümü Füsunlar’ın sofrasında geçer. İçki olarak da elbette  hep rakı içilir.

Söz içecekten açılmışken,  Cemal Süreyya,  o kadar içmesine rağmen, şiirlerinde pek içkiden söz etmez. Ama biraya, benim en sevdiğim içkiye övgü düzmüş:

"Sonsuz ve olağanüstü bira
Köpüklene köpüklene biçimlendirir"

Şarap, rakı, viski içen Edip Cansever’in içki çeşidi çok:

“Bir konyak içer misin?”

“bu kaç kapılı konyak?”

“ey alkolden ölenler, büyük ölüler”


Masallarda da çok işlenmiştir bu yeme içme hikayesi. Elbette en belirgini, Grimm Kardeşler’in, Hansel ve Gratel masalı. İki kardeş, ormanda gördükleri evin badem bisküvisinden yapılma çatısını yedikleri için, cadı tarafından şiddetli bir misilleme ile karşılaşırlar, hapsedilirler ve şişmanlasınlar diye cadı tarafından yemek yemeğe zorlanırlar. Oburluk suçlarının cezası yine yemektir ya, Hansel ve Gratel kötü kalpli cadıya parmakları yerine tavuk kemiklerini elleterek, beyinlerinin midelerine, akıllarının oburluğa zaferi sayesinde kurtulurlar.


Pinokyo masalında yoksulluğun verdiği huzursuzluk büyüktür. Pinokyo çok acıklı bir masaldır. Gepetto Baba, Pinokyo’nun aç olduğunu anlayınca ona öğle yemeği için kendine sakladığı üç armudu cebinden çıkarıp verir. Pinokyo bir insanlaşma süreci masalıdır. İnsani kusurların hepsi vardır Pinokya’da ve zamanla  zamanla insan olacaktır. Ama daha değil, önce armudu soyması da gerektiği şeklinde zorluk çıkarır Gepetto babaya ve sonra dayanamaz, koçanına kadar yer güzelim armutları.

Kırmızı başlıklı kız masalı ise tam anlamıyla bir gastronomi masalı ve biliyorsunuz  erotizmle yakından ilgili. Bu konuyu daha sonraya bırakalım. Gastronomi ve erotizm bağlantısı ile ilgili konuşuruz belki yakında. Bugün yoruldum biraz. Sevimsiz bir gündü. Şimdi yatıp incelemekte olduğum nefis bir resim kitabı var, onu okusam diyorum limonlu ıhlamurla… ya da salona geçip, battaniyeyi alıp, mısır patlatsam, film mi izlesem, diye geçiyor aklımdan. 

Hmmm… kitabımı okuyayım, salon sevimsiz göründü gözüme şimdi.