Çarşamba, Mayıs 12

barnett newmann ya da ne ressamlar varmış hiç anlamamışız

gayet ciddiyetsiz okuyorum zizek'i. kanepede ya da yatarak okunacak bir yazarmış gibi lakayt, çok eğlenerek, kahkahalarla filan gülerek. bu ciddiyetsiz halim ondan bahsedişimi engelliyor. bu kadar eğlenmemde yanliş bir şey olmalı. daha sonra zizek'i masa başına alacağım, bahsettiği filmleri indirip izleyeceğim ve zizek nasıl bakmış stephen king'e ya da hitchcock'a bir de öylebakacağım. az önce mark rothko adında amerikan soyut dışavurumcu bir ressamdan bahsediyordu, ne demiş, size de yazarım.

ben rothko'nun resimlerini araştırırken, açık radyo sitesinde bir başka soyut dışavurumcu bir ressamla tanıştım. adı, bernatt newman. tanımıyordum. çok önemli bir düşünürmüş aynı zamanda. aşağıda açık radyo'nun ara sıra dinlediğim 'cuma adlı adamlar' programında, halil turhanlı ile ömer madra'nın konuşması var. ben çok zevk aldım.  gelecek dönemde resimlere bakmak konusunda alıştırma yapmam gerektiği şeklinde de müthiş heyecanlandırdı beni.

uzun ama çok keyifli bir yazı. eğer uygun havadaysanız bence okuyun.


Halil Turhanlı: Bugün pek çok anlatacak şey var, Lyotard'dan bahsedeceğiz dinleyicilerimize. Onun libidonal ekonomi, pagan politika dil oyunlarından. Lyotard aslında “Barbarlık ve Sosyalizm” Grubu'nun içerisinde yer almış bir düşünür, 1950'lerde Castoriadis ve Lefort'la birlikte. Fakat 1964'te o topluluktan, Barbarlık ve Sosyalizm grubundan kopmuş, daha sonra yine o Marksist grubun içerisinde yer almış, ama artık Marx'la bir ilişkisi yok. Lacan'ın derslerini inceliyor ve 70'te de Marksizm'e karşı bir alternatif oluşturmaya çalışıyor. Bu alternatif ilk başta, 1970'lerin başında Freud’un libido kavramından yola çıkarak, bu kavramdan teorik bir kurgu yaratıyor. Söylemek istediği şu aslında; insanların yaşantılarında arzuların, duyguların rolü varsa, bu toplumları da etkiler, duygular ve hatta onun “yoğun duygular” dediği arzular, zihnin işleyişi kadar etkili olabilirler toplumların dinamiğini belirli bir andaki değişiklikleri etkilemede. Bu kavramı işliyor. Ama 1979'da Postmodern Durum’u yazdıktan sonra Marksizm'e alternatif olarak, “dil oyunları” kavramını ortaya atıyor Lyotard. Bu ikisinin arasında yalnız, “pagan düşünce” ve “pagan politika” gibi kavramlar var. Yani ikisinin arasındaki bir eşik oluşturuyor. Marksizm'den koptuktan sonra en radikal dönemi bu pagan politikalara, pagan düşünce üzerine yoğunlaştığı zaman.


Ömer Madra: Nedir bu pagan düşünce?


HT: Pagan düşünce şu; çoğunluğu savunuyor. Libidonal ekonomiyi
terk ettikten sonra, adaleti sorguluyor, “adalet nedir, nasıl gerçekleşebilir?” üzerinde düşünüyor Lyotard. Marx'ı reddetmesinin nedeni, totalize edici, homojenleştirici bir meta anlatı olması. Buna karşılık, bunun alternatifi ne? Çoğulculuk. Çoğulculuğu nasıl yapabiliriz? Ama “adalet nasıl gerçekleşebilir?” gibi bir soru var ortada. İşte bu çözümü bulabilmek için ortaya attığı bir kavram pagan düşünce, pagan politika ya da çoğulculuğu bulabilmek için.


Batı'da hep öyküler anlatılmıştır Eski Yunan'dan itibaren. Ama Batı'da öyküler hep biriktirilir. Nasıl sermaye biriktiriyorsa Batılı insan, öykülerini de biriktirir. Oysa orada galiba Amazon yerlileri arasında sadece oyun oynamakla ilgili bir söyleşisi var, orada açıklıyor. Amazon yerlileri devamlı, aynı öyküyü değişik şekillerde söylüyorlar çünkü biriktirmiyorlar. Kelimeleri, düz anlamlarından değiştirerek başka anlamların içerisine, başka bağlamlara koyuyorlar ve böylelikle de aynı öyküyü değişik şekillerde anlatıyorlar. Batı metafiziğinin temelinde tek bir tanrı vardır, oysa paganların tanrıları çoktur, pek çok tanrıları vardır.


ÖM: Bunun için de her birine göre ayrı anlatıyorlar.


HT: Teosentrik. Ama bu düşünce bize çoğulculuğu veriyor. Bu, dil oyunlarına geçmeden önce bulduğu bir kavram, ama daha sonra da terk ediyor. Ama bana sorarsan, pagan politikadan bahsettiği dönem, Lyotard'ın daha radikal bir eleştiri getirdiği dönem.




ÖM: Hindistan'da da aynı şey gözlenebiliyor; Hinduizmin kökünde de böyle bir şey olduğu için, Hinduzim de çoğulcu bir yapıya sahip olduğu için aşağı yukarı 300 milyona yakın tanrı olduğu ve bunların da her birinin kendi boyalı heykelleri olduğu, -300 milyona yakın tanrı olunca her köye değil, neredeyse her eve bir tanrı düşüyor- kendiliğinden çoğulculuğa gidiyor. Hindistan'ın dünyanın en büyük demokrasisi diye adlandırılması biraz da bu sebeple herhalde.


HT: Lyotard'ın pagan düşünceye dair yaklaşık olarak söylediği de bu. Büyük anlatıları aslında o teolojik bir söylem olarak görüyor. Yani büyük anlatıların, o teolojik söylemlerin, Batı'daki o tanrı merkezli, merkezinde tek bir tanrının bulunduğu, ama her şeyin yaratıcısı bir tanrının olduğu söylem ile meta anlatılar arasında bir koşutluk, bir paralellik kuruluyor. Böyle bir teolojik söylemin çok rahatlıkla, her ne kadar seküler olduğu iddiasında olursa olsun, toplum mühendisliği projeleriyle kolaylıkla birleşebildiğini söylüyor. Lyotard'ın eleştirisi bence bu.


Lyotard, daha sonra Sosyalizm ve Barbarlık Grubu içerisinde daha sağa savrulmuş olabilir, Castoriadis ve Lefort'la kıyaslandığında. Buna rağmen söylediklerinin yabana atılır şeyler olmadığını düşünüyorum. Bir örnek vereceğim| 24 Ocak'ta Avrupa Konseyi Parlamenterler Ensemble’ı Politik Komitesi bir karar almış. Totaliter komünist rejimlerin, suçlarından mahkum edilmesiyle ilgili bir karar. Buna protestolar geliyor. Ben sokakta resimlerini görüyorum, Stalin posteri taşıyan genç insanların bu karara karşı çıktıklarını görüyorum. Şimdi burada kahkahalarla gülmekle gözyaşlarına boğulmak arasında sıkışıp kalıyoruz.


Lyotard ya da bir başkasının, sonradan sağa savrulmuş olması,
söylediklerinin hepsinin geçersiz olması anlamına gelmez. Onun nesini
savunabileceksek... Yani kaldı ki bana sorarsan, Troçki posteri taşıyor olmaları da pek bir şey fark etmezdi. Aynı etkiyi bende uyandırırdı aslında. Taşınan posterin ne olduğu değil önemli olan.


Daha da ileri gideceğim; bazı tepkilere rağmen bunu söyleyebilirim, Stalin'in bilimsel sosyalizmden bir sapma olduğunu düşünmüyorum. Dersini çok iyi çalışmış bir kişi olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle, pagan düşünceyi geliştirdiği dönemde, orta döneminde Lyotard'ın, Sosyalizm ve Barbarlık Grubu'ndan ayrılanların, Marksizm'e getirdikleri meta anlatı kavramını kullanmasalar da, bu tür anlatılara getirdikleri, totalize edici ideolojilere getirdikleri eleştirilerle, en az onlar kadar radikal olduğunu söyleyeceğim. 


Lyotard'ın tabii bir de Kant'ı post modern okuması var. Ondaki “yüce” kavramı... Programın geri kalanında bu kavramdan bahsetmek istiyorum. Kant'taki yüce kavramı, Batı'daki güzel kavramından farklı, Batı estetiğindeki yüceyle güzel farklı şeyler. Bir de dışavurumcu ressam Barnett Newman'ın eserlerini yorumlaması var; Burada birbirlerine çok yakınlıklar var. Bazı eleştirmenler diyorlar ki, Barnett
Newman'ı çok iyi anlayamamış Lyotard. Aslında Barnett Newman'ın Pagan Boşluk diye bir yapıtı var. Gerçekten o yapıt ile pagan politika
arasında benzerlikler var. Kaldı ki Newman da, Kant'taki yüce kavramını yorumlamış bir ressam. Soyut dışavurumcular arasında teorik olarak en çok yazmış bir ressam. Diğerlerinden daha az resim yapmış, yaptıklarını yakıp yıkmış, kendi elleriyle yok etmiş, imha etmiş, ateşe atmış. Resim yapmayı yıllarca bırakmış. Soyut dışavurumcuların hepsi çok önemli ama Newman biraz daha farklı onlardan.
Lyotard 1970'lerin başında Libidonal Ekonomi ve 1979'da, 70'lerin
sonunda Postmodern Durum'u yazıyor. İşte burada, 70'lerin ortasında, kısa bir dönemini kapsıyor pagan politikaya, pagan düşünceye ayırdığı dönem Lyotard'ın. Postmodern Durum aslında kronolojik bir durum değil, modernliğin aşılması anlamına gelmiyor, modernlik ve post modernlik birlikte olabiliyorlar Lyotard'a göre, çünkü bir durum, bir evre, tarihsel bir evre değil post modernlik.


ÖM: Post modernliğin tanımı gereği zaten böyle bir şey olamaz.


HT: O dönemde, 79'da pagan politikadan uzaklaşarak, büyük ölçüde
Wittgenstein'dan etkilenerek dil oyunları üzerinde duruyor. Diğer insanlarla kurduğumuz ilişkide biz hep çatışırız. Konuşmak bir anlamda çatışmaktır ama şiddet içermeyen bir çatışmadır. Şiddet içermemsi için asla ve asla karşımızdakini ikna etmeye çalışmamalıyız. Her ikna girişimi bir şiddettir konuşma eyleminde. Konuşma eylemi karşımızdakini ikna etmeye çalıştığımızda bir şiddet eylemine rahatlıkla dönüşebilir. İşte, bu konuşmanın devamlı olabilmesi, sürebilmesi için, seninle benim hemfikir olmamamız gerekiyor. Konuşmanın devam etmesi için birbirimizle. Bu yüzden hep hamleler yapıyoruz. Öyküler anlatıyoruz. Bir fikri savunmanın yanı sıra, öyküler anlatıyoruz. Bu öykülerin içerisinde meta anlatıların tam karşıtı olan küçük anlatılar doğuyor, gelişiyor ama o küçük anlatılar hep değişiyorlar çünkü aynı sözcükleri farklı anlamlarda kullanıyoruz, farklı bağlamlara yerleştiriyoruz. Pagan zaten bu; sözcükleri farklı bağlamlara yerleştirebilen kişi.


ÖM: Amazon yerlilerinden öğreneceğimiz epey bir şey var anlaşılan.


HT: Bir de böyle bir oyunu oynayabilmemiz için, böyle bir oyunun oyuncuları olabilmemiz için ve zevkle bu oyunun sürebilmesi için, kendi düşüncelerimizin doğruluk iddiasını kesinlikle askıya almamız gerekiyor. Ancak o takdirde biz bu dil oyunlarını oynayabiliriz. Pagan düşüncenin dil oyunlarında geliştiğini görüyoruz, yani demin sözünü ettiğim Amazon yerlilerinin, aynı öyküyü yeniden, farklı bağlamda anlatmalarını örnek veriyor Lyotard. Hiçbir final yok. Büyük anlatılar oluşmuyor. Sözlü bir  gelenek, tek bir anlatıcı da yok. Ama hep devam eden bir şey var. Aslında farklı evrelere ait düşüncelermiş gibi görünüyor, ama bir kesintisizlik de var, bir bağlantı da var düşüncelerinde. Ama yine de, pagan düşünceyi savunduğu dönemin daha radikal bir eleştiri getirdiği bir dönem olduğunu söyleyebilirim.

Barnett Newman, Kızılderililerin, Kuzey Amerika yerlilerinin
sanatlarından büyük ölçüde etkileniyor. Pagan Boşluğu Ohio
yakınlarındaki bir yerli kabilesinin tümseklerinde görmüş. Her tanrıya
yaptıkları için pek çok kum tepeleri varmış. Batı'daki tapınaklar gibi
değil bunlar, çok fark etmiyorsun, topraktan biraz daha yüksek tümsekler bunlar. Yüce olmanın Zamanıdır başlıklı bir yazısı var Barnett Newman’ın. Bütün dışavurumcu ressamlar arasında en kuramsal olan o, en fazla yazmış olandır Barnett Newman. Yazdıklarını kolaylıkla gözden çıkarmış, yakmış, ama aynı zamanda çok da yazmış, çok fazla düşünmüş de. Yüce olmanın Zamanıdır başlıklı yazısında şunu söylüyor Newman; “Batı sanatı şimdiye kadar güzelin peşine düştü, şimdi yücenin zamanıdır.”

Kant'a dönüyor, Kant'ı okuyor, Kant'ın estetikteki yüce
kavramını inceliyor. Kant Tevrat'taki bir yasaklamadan söz eder;
”Cennet'teki imgeleri yeryüzünde yapmayacaksın”, yasaklar böyle.
sanata böyle bir sınır getirmiştir Tevrat. Barnett Newman Yahudi,
Kabala'dan da etkilenmiş olmasına rağmen Tevrat'taki o yasağı çiğneyerek yücenin peşine düşmüş. “Yüce güzelden farklıdır, güzel büyüleyebilir insanı, güzel bir resmin karşısında büyülenebilirsin. Güzeli doğada bulabilirsin, ama yüce insan içindedir. İsa'nın düşüncelerinden değil, insanın içindeki düşüncelerden katedraller yaratılır” derken hem Hıristiyanlığa heretik bir bakışı var hem kendi dini olan Yahudiliğe heretik bir bakış var. İsa'nın Tevrat'ta koymuş olduğuyasağı çiğnemiş oluyor. Aynı zamanda da pagan düşünceye, Kuzey Amerika yerlilerini düşüncelerine dönmüş oluyor. Burada tek tanrılı dinlerdeki yasakları çiğneyerek yüceyi bulmak için pagan sanata dönmüş oluyor Barnett Newman. Bu bakımdan ben çok önemli buluyorum kendisini.

Bir metafor olarak bir eser yapıyor ve bu eserin adı da kendi
bulduğu bir sözcük; sözlükte falan bulamadım, “onement”, teklik, birlik...
 

onement, bernatt newmann, 1947


“Benim doğuşumdur bu eser” diyor. Burada kocaman bir tuvalin siyahların üzerinde gelen bir ışık var. Bu sonrasında da çok tekrarladığı bir şey, renkler değişse de. Burada ışık üstten gelmiyor. Alttan gelen ve üste doğru çıkan bir ışık, bir çizgi söz konusu. Tek tanrılı dinlerin ışığı tepeden gelen ışığı değil, gökten gelen bir ışık değil, alttan gelen bir ışık. Resimleri de çok dev boyutlu. “Büyük boyutlu resimlere genellikle insanların uzaktan bakmaları gerekir’ diye düşünülür” diyor Barnett Newman, ama kendisi “Yaklaşın öyle bakın” diyor.

En çok eserleri tahrip edilen sanatçı belki de. Daha ilk açtığı kişisel sergisi tahrip edilmiş, saldırıya uğramış. Hem eleştirmenler tarafından, eleştirileriyle hem de ziyaret edenlerce. Yıllar sonra da galiba yine ya Amsterdam'da ya da Stockholm'de sanıyorum, eserleri tahrip edildi. Yüce ürkütüyor, yüce insanı dehşete düşürüyor, güzel gibi değil yüce.

ÖM: Ve yok etmeye yöneltiyor.

HT: Evet ve belki de amacı bu. Yüce sanatın peşinde olursan bunlardan kaçınmıyorsun. Biraz da bunu göze almak demek belki yüce sanat yapmak. Kantçı yücenin yanı sıra, Barnett Newman'da biraz da Herbert Marcuse gibi bir yüce kavramı var. “Estetik yücenin, gündelik hayatın, var olan hayatın, olgusalın nesnelliğini kırarak, başkaldıran özne için bir alan açtığını” söyler. Barnett Newman'ın yüce kavramı sadece Kant’çı bir yüce değil. Marcuse'in estetik boyutta dile getirdiği yüce ile de çok yakın bir şeyler var.
 
Daha açık konuşmak gerekirse, Lyotard'ın bu orta dönemi, pagan düşünceyi savunduğu dönem, anarşizan olduğu bir dönem aslında. Barnett Newman da dışavurumcular arasında bir anarşist aslında, tabu çiğneyici bir kişi. Propotkin'in eseri Karşılıklı Dayanışma'ya önsöz yazmış biri. 60'lı yılların ortasında, ikinci yarısında ikinci baskısı yapılıyor kitabın ve önsözü yazması Barnett Newman'dan isteniyor. Paul Goodman'la ikisi birlikte, birer önsöz yazıyorlar kitaba.

”Büyük ustalar hep güzelin peşindeydi, şimdi ben yücenin peşindeyim” diyor Newman, ama yüceyi ancak soyut resmin içinde gerçekleştirebiliriz, diyor. Onun burada anladığı soyutluk Montrianvari geometrik şekiller de değil. Barnett Newman'ın eserlerinde böyle bir çizgi var, “zip” diyor kendisi. Siyah tuvalin, o dev tuvalin ortasından gelen bir çizgi. Dipten aydınlanmış bir şey. Ama bu tür resimlere, dev resimlere yakından bakmalarını söylüyor. Yakından baktığınızda bu dev eserle yakından temas ettiğinizde, gözünüz o çizgiyle temas ettiğinde, kendi biricikliğinizin farkına varırsınız, diyor. Esere bakan insanın bu evrendeki eşsizliğini, bu evrenden bir eşsiz bir yer tuttuğunu, bu yerin sadece bakana özgü olduğunu, benzersiz olduğunu söylüyor. Onement'ta dile getirmek istediği de bu. Bundan yola çıkarken, o Ohio'da görmüş olduğu Kuzey Amerika yerlilerinin tümseklerinden, tepeciklerinden yola çıkıyor, aynı zamanda Yahudi mistisizmindeki “mokom” kavramıyla benzerlik kuruyor, ilişkilendiriyor. Mokom tanrıların bulunduğu yer anlamına geliyor. Yer, mekân duygusu anlamına da geliyor bu Yahudi mistisizminde.  Resimlerinde yapmak istediği Barnett Newman'ın, bu duygu aslında, mekân duygusu. Bir yerde bulunmak, orada bulunuşuyla da herkesten
farklı olabilmek. Pagan düşünce, pagan politika biraz da bir yere
yerleşmiş olmak, ama bağlı olmaktan çok, bu yerde kendi biricikliğinin,
benzersizliğinin, eşsizliğinin bilincine varmak, bir tür, biricikliğine, benzersizliğine uyanmak anlamına da geliyor. Bu aynı zamanda tehlikeli bir çağrı. Böyle bir yüce duygusu uyandırmak, ona bakanı terörize de edebiliyor.

ÖM: Tahrip duygularına yol açacak kadar  radikal bir şey.
 

HT: Radikal bir spiritüellik aslında. Burada ancak soyut resmin böyle bir duyguyu, böyle bir etkiyi uyandırabileceğini söylüyor. Bir de daha sonraki dönemlerinde Çarmıh İstasyonları (Stations of Cros) başlıklı bir dizisi var onun. 1958 ve 1966 yılları arasında yaklaşık on yılını almış bu on dört tane soyut resim. Bir alt başlığı da var onun,
İsa'nın son sözü; “Baba neden beni yüzüstü bıraktın?” Burada bir sitem var, "İsa acaba bir pagan olarak mı öldü, vaz mı geçti acaba babasından, bir küskünlüğü mü vardı?” Bu soruyu da ortaya atıyor Çarmıhistasyonları'yla. Katolik ikonografisini kullanmış, ama o on dört
resimde giderek pagan düşünceye doğru bir kayış var. Birinden başlayarak on dördüncüye varınca çok değişmiş bir şeyler görüyorsun o dizide.

ÖM: Burada Freud'dan da izler bulmak acaba tuhaf mı olur?

HT: Tabii ki olmaz. Baba-oğul ilişkisinden söz ettiğimiz her
yerde, bypass yapabileceğimiz bir Freud var. O da devreye giriyor. Tabii onu da çok iyi bilen birisi o, psikanalizi de çok iyi bilen bir düşünür, bir ressam ve kuramcı Barnett Newman.

Çok yakınlarda yayınlanmış bir kitap var; Donald Cuspit'in Sanatın Sonu adlı kitabı. Kitabı dün aldım, henüz okuyamadım ama, Barnett Newman'ın resminin modern resim içerisinde, Amerikan resminin sınırlarını aşan bir ressam olduğunu kanıtlaması bakımından önemli. Önümüzdeki programlarda belki Barnett Newman'a değil ama Cuspit'in kitabına dönebiliriz. Orada da uzun boylu söz ettiği ressamlardan bir tanesi.

1948 tarihli yapmış olduğu bir resim. Bu resimden bir yıl önce 1947'de bir denemesi var. İlk İnsan Sanatçıdır başlığını taşıyor bu deneme.

ÖM: Öyle mi? Bunu muhakkak görmem lazım, kendime ait bir hipotez
zannediyordum, doğrulanmış olmasından çok mutluyum; “İlk insan sanatçıdır.”

HT: Evet. İlk insan avcıdır, alet yapıcıdır, çiftçidir, şamandır ve hiç kuşkusuz sanatçıdır. İlk insanların anlatım güçleri bizimkilerden daha da zengindi galiba. İlk anlatımı da, kendisini ilk ifade ediş biçimi, ağzını ilk açtığında, konuşmaya başladığında, konuşmaya çalıştığında, aslında bildiğimiz düz sözcüklerle konuşmadılar insanlar. Haykırdılar, bağırdılar. Bizim şimdi kullandığımız sözcüklere benzer sözcükler kullanmadılar. Bu yüzden şiirseldi konuşmaları, şiirsel bir haykırıştı. İletişim kurma isteğinden çok bir haykırıştı bu. İletişimden daha fazla bir şey bu. Bu şiirsel haykırış aynı zamanda mağara duvarlarına çizdikleri resimlerde de var. Bu da görsel haykırış.



unity, barnett newmann

Barnett Newman da bu haykırışı, ilk insanın haykırışını 1950'lerde yapmaya çalışıyor. 1947'de yazmış bunu. Bir yıl sonra da zaten, Şimdi Yücenin Zamanıdır (Sublime Is Now) başlıklı denemesini kaleme almış. `Yüce` ve `güzel` kavramları arasındaki farklılığa dikkat çekmiş. Tabii, Kant'ın da yapmış olduğu bir ayrım ama Rönesans'tan beri Batı sanatındaki güzellik kültüne karşı çıkıyor. Demin sözünü ettiğim, İsa'nın çarmıhtaki isyanları. İsa çarmıhta acı çekerken bile güzelleştirilmiştir, başına bir şeyler konmuştur, yüzü yaralıdır ama güzelleştirilmiştir. Teni çok parlaktır, çok güzeldir İsa'nın.

ÖM: Bir saniye için dönmemize izin verirsen, Altamira mağaralarında,
Lascaux mağaralarında gördüğümüz o olağanüstü, her türlü sıfatın ötesinde olağanüstü diye adlandırılabilecek resimlere bakarken (ki bunu bazı antropolog ve arkeolog arkadaşlarla da tartıştım ve hatta ciddi tartışmalara doğru gitti bu tartışmalar) şunu hissettim ben kendi payıma; dini sebeplerle, yüceye ulaşmak vs. gibi kavramların ötesinde, bizzat sanat olsun diye yaptılar o mağara insanları. İçlerinden gelen o büyük haykırışı resme dökmek için yapmaktan başka bir anlamı olamayacağı gibi bir düşünce vardı bende de.

 
HT: Evet. Barnett Newman'ın da söylediği bu. Aynı sözcüklerle
değilse de fikir olarak bunu söylüyor. Batı sanatındaki güzel kavramına, acı çeken İsa'nın dahi güzelleştirilmesine karşı çıkıyor. Tarihe nostaljinin gözleriyle bakamayız. “Öyle bir resim yapmalıyız ki, soyut olacak bu resim, bizi, beni var olmanın terörüyle yüz yüze getirecek. Yüce budur.” Ama böyle bir terörü Batı sanatında değil, Batı dışı sanatlarda, yerli sanatlarında bulduğunu söylüyor.

 Stations of Cross'ta, o on dört resimde, Hıristiyan ikonografisini
pagan putlarına, totemlere dönüştürüyor yavaş yavaş. Oradaki
güzelleştirilmiş İsa değil de bir pagan estetiğe dönüştürüyor Barnett
Newman, yücenin peşinde. Bu yüzden de Stockholm'de 1950'lerin başlarında açtığı o tek sergisinde saldırıya uğramış resimleri, hep yücenin peşinde olduğu için. Bu yüzden de çoğu kez küsmüş. Fiziksel saldırının yanında eleştirmenlerin de saldırıları var, “bu nasıl resim” gibilerinden. Küsmüş, yıllarca resim yapmamış Barnett Newman. Çok önemli bir sanatçı, Newman'ın Lyotard'ı yanlış anladığı söyleniyor, ama ikisinin arasında, o pagan dönemde, pagan düşünce, Pagan Boşluk resmi arasında bir paralellik olduğunu düşünüyorum. Bir de tabii çağdaş resmi, özellikle minimalistleri, Donald Judd'u, Frank Stella'yı, Richard Serra'yı, onların hepsini çok çok etkilemiş bir ressam  Pollock daha fazla biliniyor, belki Mark Rothko da. Ben çok severim Mark Rothko'yu, ama Barnett Newman’ın teorik olarak da, kuramsal yazılarıyla etkisi daha fazla gibi geliyor bana.

ÖM: O ayrı bir yerde, böyle kara delik gibi insanı içine çekiyor. 


HT: İlk resmi de zaten bu Onement oluyor. “Ben bu resimle
doğdum” diyor. Ve doğum gününde yaptığını söylüyor. Bu doğru mudur bilmiyorum, bir metafor da olabilir. “Bu benim ilk resmim” diyor ve “yeniden doğuşumu, kariyerimde radikal bir kopuşu ifade eden bir resimdir  Onement”, diyor. 43'üncü yaş gününde, 29 Ocak 1948 tarihinde yaptığını söylüyor bize. Resimde güzellik arayışından vazgeçmesi, resimde güzelliğin peşine düşmeyi kınaması, eleştirmesi... Batı sanatının mutlak duygularla yapılmaktan vazgeçildiğini söylüyor. Yüce, ancak mutlak duygularla
yapılabilir. Yani sanatçının izleyeni, varoluşun, var olmanın ürkütücülüğüyle yüz yüze getirebilmesi için mutlak duygulardan yola çıkılması. Herhangi bir güzelleştirme, doğadaki güzelliğin resmini yansıtma kaygısı taşımaması gerekiyor.

ÖM: Yer yok ona çünkü.
 
concords, barnett newmann, 1949

HT: Kendi sanatından değil, Batı sanatının geleneklerinden geleneklerinden bir kopma aslında.  20. yüzyılın ortalarında gerçekleştirilmiş çok büyük bir kopuş.

ÖM: İlk İnsan Sanatçıdır makalesini ne zaman yazmış?

HT: 1947 yılında, Onement'ı yapmadan bir yıl önce. Bir yıl sonra da Yücenin Zamanıdır makalesini yazmış.

Kant'ın yanı sıra Marcuse'in son eserinden, Estetik Boyut'tan da bazı izler taşıdığını düşünüyorum ben. Benzerlik, koşutluk kurulabilir. “Estetik yüce” kavramı Marcuse'de de var, bu kavramı kullanıyor. Sanatın olumsuzlayıcı, eleştirel yönünü, işlevini açıklamada kullandığı bir terim. “Sanat, var olanı, olgusal olanı, toplumsal ilişkilerin nesnelliğini kırmalıdır” der Marcuse. Bu nesnelliği kırarak, olgusalın nesnelliğini, var olanın nesnelliğini kırarak da, başkaldıran birey için, asi öznellik için de bir alan açar. İşte pagan resim böyle aslında. Sorgulayan eleştiren birey için de bir yer açıyor. 

Ama insanın bu işlevini, yeryüzünde var oluşuyla böyle bir eleştirel bir işlevinin de bulunduğunu hatırlatmak biraz insana zor geliyor galiba, bunu kabullenmesi zor geliyor. Var olmak aslında sorgulamaktır. Verilen tepki de buradan geliyor zaten. Bu nedenle ürkütücü aslında.

ÖM: Yok olmaktan da korkuyor çünkü.

HT: Evet. Ama pagan aynı zamanda ötekiyle bizim ilişki
biçimimizi ifade ediyor. Lyotard ve Barnett Newman'ın pagan anlayışları arasında bu bakımdan da çok benzerlik var. Levinas’çı bir ilişki bu, varoluşun teröründen bahsediyoruz, var oluşun önüne etiği geçirdiği için ürkütüyor, Levinas’çı anlamda. Bu nedenle, pagan ve yüce kavramı böyle bir tepki yaratıyor. Barnett Newman'ın eserleri tahrip ediliyor.

1975'te, Lyotard'ın pagan düşünce konusundaki düşüncelerini açmak için kendisiyle yapılmış bir söyleşi var. Soruyu soranların kim
olduğu hatırlamıyorum şimdi, ama İngilizceye Just Gaming (Sadece Oyun Oynamak) diye çevrilmiş. 1985'te çevrilmiş. Sonra da 1970'lerin başında yazdığı bir yazı var, orada da çok açtığı bir kavram pagan düşünce. Lyotard ile Barnett Newman arasında bir benzerlik var.

Yani pagan düşünce, bir şeyi daima başka türlü söylemenin, başka türlü açıklamanın mümkün olduğu ve herkesin biricik olduğunu, kendinle birlikte başkasının biricikliğini tanımanın ve kendi doğrunun tek doğru olmadığını kabul etmenin çoğulluğun kapısını açan kilit bir kavram.

ÖM: Her türlü total düşünceye karşıyız.

Hiç yorum yok: