Cuma, Temmuz 2

"tıpkı rüyalarımızdaki gibi yaşıyoruz; tek başımıza..."*

bazı kitaplarla ilişkim hiç bitmez. hiç! dönüp dolaşıp içimdeki fısıltılarına kulak vermem gerekir: "bir kez daha. hadi... sen değiştikçe ben de değiştim, yeniden anla beni, kendine yine benden bak, daha önce farketmediğin, başka derinliklerim var benim. senin de öyle."

conrad'ın karanlığın yüreği kitabı, içimde çağrısı hiç kesilmeyen kitaplardan. o çağrıyı yapan, hayır marlow'un değil,  kurtz'un sesi.  ve o ses ruhumun hiç tekin olmayan kuytularına seslenir durur. "duvar dibinden yürüyen, güvenlik garantisi olmadan adımını atmayan, önce kendi içindeki hakikatin karanlığına gözlerini sımsıkı kapatan, zorlu tercihlerin karşısında kendini insan olmanın sancısı içinde duymayan bir insan mısın ki sen?" der bana kurtz. "değilsin. olmamalısın. insanın kendine giden yolu çok meşakkatli, çok kirli, çok dolambaçlıdır. acıyı, sevmeyi, sadakati öğrenecek kadar olgunlaşırsın bu yolda. seni, başkalarının hayatının ucuz birer  taklidi olan zenginlikle kandırmaya çalışırlar... merak, taşın altına soktuğun ellerini parçalar... uçurumun kenarından baktığın bilinmezlik korkudan ödünü patlatır. kaçacak mısın? elbette kaçmayacaksın. gel, oku beni, kendine yaklaş."

kitap, gün sona ererken... uçsuz bucaksız bir karanlığın kalbine doğru akarken bitti.


joseph conrad,
karanlığın yüreği,
türkçesi: ali kayalar,
 bordo-siyah yayınları

"kader! benim kaderim! hayat ne tuhaf; amansız mantıkla beyhude bir amaç uğruna gizemli bir uzlaşma. ondan tek umabileceğiniz şey, kendiniz hakkında biraz olsun bilgi, -ki o da çok geç gelir- bir yığın söndürülemez pişmanlık. ölümle boğuştum. hayal edebileceğiniz en heyecansız mücadele buydu. elle tutulamaz bir grilikte geçer, ayağınızın altında hiçbir şey yoktur, seyirciniz yoktur, patırtı yoktur, şanınız yoktur, o büyük zafer arzusu yoktur, o büyük yenilme korkusu yoktur, ılık bir şüpheciliğin hastalıklı havasında, kendinizin haklı olduğuna da pek fazla inanmadan, düşmanınızın haklılığınaysa o kadar bile inanmadan sürer gider. eğer bilgeliğin son aşaması buysa, o zaman hayat bazılarımızın düşündüğünden de büyük bir sır. son sözümü söyleme fırsatına kıl payı uzaktaydım ki, utanarak belki de söyleyecek hiçbir şeyim olmadığını fark ettim. işte bu yüzden kurtz'un olağanüstü biri olduğunda ısrar ediyorum. onun söyleyecek bir şeyi vardı. söylemişti de. uçurumun kenarından kendim de baktığım için, onun mumun alevini göremeyen ama tüm evreni kucaklayacak kadar geniş, karanlıkta çarpan bütün kalplere nüfuz edebilecek kadar keskin olan bakışının anlamını daha iyi kavrayabiliyorum. ölçüp biçmiş, kararını bildirmişti. "dehşet!" o olağanüstü bir adamdı. ne de olsa bu bir tür inanç ifadesiydi; içtenlik vardı onda, yargı vardı, fısıldamasındaki isyanın titreyen notası vardı. gerçeğin bir anda görünüveren korkunç yüzü vardı; arzuyla nefretin tuhaf karşımı vardı. bedensel acıyla dolu biçimsiz bir grilik görüntüsü, her şeyin yavaş yavaş gözden kayboluşuna dair umursamaz bir aşağılama -bunları çok iyi hatırlamam benim uç noktam değildi. benim yaşadığım gibi görünen şey onun uç noktasıydı. doğru, benim kararsız adımımı çekmeme izin verilirken o son adımını atmış, uçurumun kıyısına basmıştı. belki de bütün fark buradaydı; belki de bütün bilgelik, bütün gerçek ve bütün samimiyet, görünemeyenin eşiğine adım attığımız o küçücük ana sığdırılmıştı. belki! benim toparlayıp söyleyeceğim şeyin, umursamaz bir aşağılama olmayacağını düşünmek hoşuma gidiyordu. onunkisi çok muhteşem, çok daha mükemmel bir çığlıktı. bir onaylamaydı onunki, sayısız yenilgiyle, berbat korkularla, iğrenç doyumlarla bedeli ödenmiş soyut bir zafer. ama sonuçta bir zaferdi!"
s. 162

"bir insanın engel bilmez ayakları, yalnızlıktan geçerek, polissiz mutlak yalnızlıkta, sessizlikte kamuoyunun görüşünden söz eden hiç bir nazik komşunun fısıltısının duyulmadığı mutlak sessizlikte onu ilk çağların hangi özel bölgesine götürür; hayal edebilir misiniz? bu küçük şeyler, aslında çok büyük farklar yaratır. bunlar kaybolduğunda, kendi iç gücünüze, kendi inancınızın gücüne güvenmek zorundasınızdır. elbette yanlış yola sapmak için fazlasıyla salak da olabilirsiniz; karanlığın güçlerinin saldırısına uğradığınızı dahi bilemeyecek kadar akılsız da olabilirsiniz. kabul ediyorum; hiçbir salak, şeytanla ruhu için pazarlığa oturmaz; ya salak, çok salaktır ya da şeytan çok fazla şeytanidir, bilemiyorum."
s. 122

carson mccullers'ın yalnız bir avcıdır kitabındaki zenci doktor, bazı kitapları çok sever, çok saygı duyar. çünkü onlarda, sağlam, sarsılmaz bir gerçeklik duygusu olduğu inancını taşır. bazı kitaplar bunu yapar; bu gerçekliği bazen sezer, bazen anlar, bazen de yanlış anlarız. ne olursa olsun kitap bize bu alanı ve meseleyi cömertçe sunar. o kitapla içten, samimi bir bağ kurmuşsak, onu ilk okumada anlamamış bile olsak, kitabın meselesi aklımızda dolanır durur ve neden sonra gözümüz kitaplığımızda o kitabı arar.



"bırakın avanaklar şaşakalıp ürpersin; adam olan bilir ve gerçeğe gözünü kırpmadan bakabilir, ama bunun için de en az kıyıdakiler kadar güçlü olması gerekir. o gerçekle, ancak kendi hamurundaki gerçekle, içindeki güçle yüzleşmelidir. ilkeler işe yaramaz. kazanç, giysiler, cicili bicili paçavralar daha ilk güçlü sarsıntıda yok olup giden paçavralar. hayır; siz kasıtlı bir inanç istiyorsunuz. bu amansız kavgada bana bir davet; öyle mi? çok güzel; duyuyorum, kabul de ediyorum, ama benim de bir sesim var ve söylediklerim iyi de olsa, kötü de olsa, susturulamayacak bir ses benimkisi. elbette çok korkan ve asil duyguları olan bir salak her zaman güvenliktedir."
s.97

karanlığın yüreği kitabını, batı medeniyetinin çirkin niyetini gizleyerek, uygarlık götürmek bahanesiyle kara afrika'yı ne denli insanlık dışı, -kurtz'un dediği gibi- dehşet yaratarak sömürüşünü, avrupa uygarlığının akıl almaz ahlaki çöküntüsünü bir kez daha görmek için okuyabilir; bu medeniyetin örtülü barbarlığı karşısında tiksinti duyabilirsiniz... yolda geçen heyecanlı bir macera kitabı olarak okuyabilirsiniz... kurtz'u ve marlow'u avrupalı bir karakterin farklı yönleri olarak telakki edip bir takım psikolojik sembolleri çözmek için okuyabilirsiniz... ben bu kez, marlow'un kongo'ya değil de kendi içine yaptığı bir yolculuk dolayımında okudum kitabı. en fazla zevk aldığım okuma da bu oldu. emperyalizmin eleştirisi olarak okuyacaksak, edward said'in kültür ve emperyalizm kitabı ile joseph conrad ve otobiyografide kurmaca kitabını da okumak gerek sanırım. benim ilgimi çekmiyor lakin.



"çalışmayı hiç sevmem -zaten hiç kimse sevmez- ama çalışmanın insana kendini bulma şansı vermesini severim. kendi gerçekliğini -başkaları için değil, kendisi için- başkalarının asla bilemeyeceği şeyleri keşfetmek için. diğerleri sadece işin gösteri kısmını izleyebilir ama gördükleri şeyin gerçek anlamını asla bilemezler."
s.82

"yani çünkü bir rüyayla ilgili hiçbir anlatı o rüyanın hissini, karmaşık saçmalığını, şaşırtıcılığını, mücadeleci bir isyanın içindeki sarsıntının afallatmasını, rüyaların temel özelliklerinden biri olan inanılmaz bir şey tarafından esir alınma duygusunu taşıyamaz..."
s. 78

"yalanı hiç sevmediğimi bilirsiniz; nefret ederim, dayanamam yalana, bunun sebebi de sizden daha dürüst olmam değil. yalanın beni çok sarsmasıdır. yalanda bir ölüm hissi, bir ölümlülük tadı vardır."
s.77

"dalga sesi doğaldı, çünkü bir nedeni, bu yüzden de bir anlamı vardı."
s. 51

conrad'ın kadınları zayıf. dünyanın çirkinliklerini görmezler ve belki de kitapta sözü geçen zalimliklere bile isteye gözlerini kapatarak onları esirgeyen yanılsamaya boyun eğerler. kaçak'la kitap hakkında konuşurken, o, conrad'ın kadınlarının meseleye bakışlarında john curran'ın painted veil filmine gönderme yaptı. film fena değil ve bu kitabı okursanız onu izlemek de aklınızda bulunsun. elbette kitaptan yapılan en iyi uyarlama olduğu söylenen coppola`nın, apocalypse now filmini de izleyebilirsiniz.

"kadınlar gerçeklerden ne kadar da uzaklar! kendi dünyalarında yaşayıp gidiyorlar, asla var olmayan, mümkün olmayan bir dünyada. elbette her şeyiyle çok güzel bir dünya bu, ama eğer onların tasarladığı gibi kurulmuş olsaydı, eminim daha ilk gününde, gün güneş batmadan çöker gider, dünya kurulalı beri biz erkeklerin içinde memnuniyetle yaşadığımız dünyanın çetrefil gerçekleri ortaya çıkıp, böylesi bir dünyayı yıkıverirdi."
s. 49

kitapta hikayeyi anlatan, marlow. olaylar onun başından geçmiş. ama bize bunu nakleden, marlow'u thames ırmağında bekleyen bir geminin güvertesinde dinleyen dört gemiciden biri olan "ben". bordo- siyah yayınlarından çıkan kitabı alırsanız, kitabın girişinde conrad'ın hayatını ve sonrasında veysel atayman'ın kitap hakkındaki nefis analizini de okuyabilirsiniz. işte veysel atayman diyor ki, "marlow, bir anlatıcı olarak modernizmin edebiyatında çok ileri bir adım olarak anlaşılabilir. conrad, bu bütünlükten yoksun algılarıyla bölük pörçük izlenimleriyle karşımıza çıkarttığı anlatıcı figürü ve onun dinleyicileri sayesinde, romandaki olayları anlatan ve yorumlayan -romandaki 'ben' anlatıcı- olmaktan kurtulmaktadır; böylelikle travmatize olmuş, ruhuna kalıcı darbeler indirmiş o korkunç yaşantıları ve olayları kendi dışına koyma imkanını ele geçirmiş, götürüp bunları marlow'un yaşadığı olaylar gibi sunarak, onun bölük pörçük algı dünyasına teslim etmiş, gerçekliği bir tür algı karmaşası, belki de yanılgısı düzlemine çekerek ondan kurtulma yoluna girmiştir." atayman devamla şunu diyerek conrad'ı eleştiriyor: "bu arada da, emperyalizmin bu yoğun yayılma döneminde sömürgeciliğe karşı çıkan bir inceleme yapmak için gerekli olan ayrıntılı çalışmanın da sorumluluğundan kurtulmuş olmaktadır, demek yanlış olmaz."

//

kitabı ilk kez yıllar önce adana'dayken, sıcak bir yaz günü okumuştum. işe bakın ki kitap aklımda dolanırken yine gündemde adana var ve de  adana'nın ortasından da kitapta geçen thames ve kongo ırmağı gibi bir büyük ırmak geçer ve kalbim yne ama bu kez, üçbin kilometreye artı sekizyüz kilometre eklemenin elemi içinde. gerçi ne farkeder ki, uzak, uzaktır.

arçil bir hafta boyunca evde kalacak. yemekleri yapıp dolaba koyacağım. dün bana istediği yemekleri sıraladı: zeytinyağlı sarma, arnavut ciğeri+patates kızartması, mantı şeklinde olan makarnalardan salata (bezelyeli ve lütfen mısırlı), patatesli börek (peynirli yapacağım), kuru köfte. ben, yeşil fasulye ve sebzeli bulgur pilavını da ekledim menüye. kek istemedi, onun yerine kaymaklı dondurma.

hediyeleri aldım: babama gömlek, anneme elbise. kardeşlerime büyük boy vücut kremi ve iç çamaşırı takımı, yeğenlere pijama takımları, gecelik ve iç çamaşırları.  uzun süren sabah kahvaltıları için yaptığım büyük boy kavanozda vişne reçeli ve belki yarın vaktim kalırsa, akşamüstü çayları için kurabiye yapıp götüreceğim. henüz bavulu hazırlamadım. o iş de yarın akşama kalacak.

görüşürüz. sevgiler.







*s. 78

5 yorum:

celerone dedi ki...

çok güzel geçsin...

serpil dedi ki...

İyi yolculuklar, sevgiler : )

Butterfly dedi ki...

İyi tatiller sevgili Peri, tüm yolcuklarım geldi aklıma ama orada olup vişne reçelinin yndiği bir sabah kahvaltısında seni gülümserken izlemeyi istediğimi fark ettim, yok yok sanırım hayal ettim, ne çok benzetiyorum seni kendime ama senin kadar iyi anlatıcı değilim sanırım... sevgiyle git gel. nuran

Eleştirel Günlük dedi ki...

Iki sey: 1) Senin yazilarini okurken hep benim edebiyat ogretmenlerim de keske sen kadar sevselerdi kitaplari, dizeleri, ve okuduklarini yasadiklarini sen gibi anlatabilselerdi...

2) üçbin kilometreye artı sekizyüz kilometre eklemenin elemi içinde. gerçi ne farkeder ki, uzak, uzaktır. Eminim 3000+kilometredeki kiymetini biliyordur bu satirlarin... Afferim size...

endiseliperi dedi ki...

çok, çok teşekkür ederim, eski dostum celerone, sevgili butterfly ve serpil.

eleştirel günlük, bu uzaklık ne korkunç, bilemezsin. teşekkür ederim.

sevgiler.