Cuma, Ağustos 27

arçil'le...



ne sevimsiz bir gündü. olup olacağı savcılıktan mağden soyadını taşıdığım zamana ilişkin bir sabıka kaydı almak. devlet denilen mekanizmayı hiç sevmiyorum. o upuzun sırada beklerken okuduğum marquez'in yüzyıllık yalnızlık kitabında da buendia ailesi ve arkadaşları macondo denilen yerde devletsiz mevletsiz gül gibi geçinip giderken, devlet varlığını oraya da duyurmaya kalkar, devletin kurumlarıyla, ordusuyla vs geldiği anda işler karmaşıklaşır, saçmalaşır, hayatın tüm neşesi solar... devlet, sözümona bir gerçeklikle, haksızlıklar, zulümler, baskılarla, o büyüleyici, efsanevi buendia ailesinin üstüne kara bir gölge gibi, karabasan gibi, gücünü haksızca, dengesizce kullanan gerizekalı bir dev gibi çöreklenir.

sayfa 260 dan itibaren okuduğum işçi ayaklanması bölümünde marquez, grevi sabote edenlere her "orospu çocukları" dediğinde, bir adım daha atıp, bankodaki görevliye böyle yaklaşıyordum işte. sabıka kaydıymış! devletin, her on dakikada bir sistemi bozulduğu için saatlerce upuzun bir sırada bekletirken, "temiz" dediği biri olmak ne can sıkıcı. sırada beklerken, içinde uzadığımız sokakta "evet deyin," yok, "hayır deyin," diye broşür dağıtanlar... bir saçmalığı öylece sürdürmek, küfredip sıradan çıkamamak, lanet okuyup evinin kapısını her şeye kapatamamak ne acı verici bazen.

macondo'da üç binden fazla işçi öldürüldükten sonra başlayan yağmurlar tam dört yıl, on bir ay, iki gün boyunca yağarken, odamın, doğuya bakan penceresini açtım ve rüzgar denilince aklınıza gelmesi gereken o şey odaya doluyor şimdi işte...  perdeyi havalandırıyor, sadece masa lambası yanan bu dört duvarın arasına, dürüst, mert, olması gereken ve olan bir şey gibi doluyor. kendi içine dönen, bundan başka yol bulamayan insanların doğaya olan tutkuları neden anlaşılmaz.

sabıka kaydını vermediler. seyahat sonrasına ertelemek zorundayım. gidip gözlükçüden lenslerimi aldım, hemen yanındaki tchibo'dan karton fincanda kahvemi alıp, sigara içerek kadıköy çarşı'da dolaştım. sahaflara uğradım. conrad'ın batılı gözler altında kitabını buldum, sevindim, kaçak'a armağan edeceğim kitapların arasına koydum. oğlumla buluştum, acıkmış, yemek ısmarladım ona, otobüse bindik, dün akşam arkadaşında kalan oğlum, başını omzuma koyup uyumadan önce, "seni çok özledim," dedi. markete uğrayıp, tina'ya ciğer, arçil'e istediği meyve suyunu aldım, güzel bir yemek yaptım, evi şöyle bir vileda ile sildim, çayı demledim, birazdan bir film izleyeceğim. büyük söylemeyeyim ama dışarda bir şekilde karşılaşmak zorunda olduğum ve katlanmak zorunda kalırken devlete, bir neşe, sevinç, rahatlık, huzur alanı olmasına azami dikkati gösterdiğim evimin kapısından bir daha devlet benzeri bir despotlukla, iktidarla, egemenlik hevesiyle, doğru yaşam biçimi budur cümlesiyle birinin girmesine, kendisine nezaketen açılmış  ruhumda at koşturmasına asla izin vermeyeceğim.

iyiyim şimdi. ev beni sarmaladıkça daha da iyi oluyorum. sevgilim uzakta olsa da işte şu an beni düşünüyor, hissediyorum, tina yanımda, bana dayanmış temizleniyor, oğlumun içerden kahkaha sesi geliyor. üstelik çay sanırım çok güzel demlendi.

Hiç yorum yok: