Çarşamba, Ekim 20

conrad-nostromo

uyarı: yazı henüz bitmedi. conrad'ın nostromo kitabının kahramanlarını, zaman buldukça eklemeyi sürdüreceğim. bu arada yazı tümden conrad sevenler, conrad okumaya niyetlenenler ya da hiç değilse conrad'ı mesele edinenler için. değilse, yazıdan çok sıkılacağınızı peşinen söylemem gerek.

not: yazıyı tekrar okuyunca gördüm ki, upuzun paragraflar, bir tülü bitemeyen cümleler, noktadan sonra hızını alamyıp ve ile devam etmeler filan... en yakın zamanda düzelteceğim. şimdilik kalsın, lütfen, nasıl yoruldum.

//
conrad'ın giriş yazısı
nostromo bitti. zihnimde bir mesele olarak hala bir süreci sürdürse de kitabın son sayfası okundu. zor bir süreçti.

neden zordu? aslında düzayak bir okuma ya da düzayak bir okur için conrad kitaplarının önerisi pek de zor değil. yoğun olay örgüsü ve çok iyi tarif edilmiş, hayalimizde capcanlı göreceğimiz kahramanlar. üstelik conrad, "bir kitabın gücünün hayatın yüzeyine, olayların yüzeydeki biçimine, şeylerin ve fikirlerin yüzeyine sadık kalmasında saklı olduğuna" emindir. hal böyleyken conrad okumak, özellikle nostromo'yu okumak, bizi huzursuz eder; derinlerde kavrayışımızı tehdit eden, algımızın hakikatini bir daha sorgulamamızı salık veren bir gerilim yaşarız. oysa henüz nostromo'nun başında, conrad'ın giriş yazısını okuduğumuzda içimiz kitap hakkında rahatlar. karşımızda rahat, içten, babacan bir yazar vardır. sanki yazmak, onun gibi yazmak sadece bir esin perisinin işiymiş gibi bize kitabın hikayesinin yıllar önce nasıl da duyup unuttuğu ve sonra hatırladığı küçücük bir olaya bağlı olduğunu samimiyetle anlatır. kitabın kahramanları hayatının kahramanlarıdır biraz değişikliklerle, güzel antonia ilk aşkına ne kadar benzemektedir filan.

kitabın kaynaklarına yapılan böylesi samimi göndermeler ve kitabın geçtiği düşsel topraklara uzun ve yorucu bir yolculuk için ikircikli bir ruh hali içinde de olsa, yazarı tarafından sabırsızlıkla anlatılmayı bekleyen hikayeye karşı koyamayış ,işini zevke dönüştürmüş bir yazarın neşesini yansıtır. içimiz rahatlar, çünkü yazarın işi kolaysa bizim de işimiz kolaydır.

çünkü, yine burada bir yazarın o kitabı yazma serüveninin, o kitabı içtenlikle okuyan okurunun serüvenine gölgesini düşüreceğinden bahsetmiş olmalıyım. kitabı yazarken conrad, azıcık ama azıcık "endişeye" kapılmıştır, iyi ama kitabı okumaya başladığınızda iş hiç de sandığımız gibi yürümez. conrad'ın giriş yazısında bize sunduğu kayıt ile kaydın sakladığı gerçekler arasında çok fark olmalı. o halde ne? ne!

conrad, nostromo'nun giriş yazısında bizi bile isteye yanıltmayı istemiş olamaz. conrad'ın nostromo'yu yazarken ne denli acı çektiğini, onun, nostromo'yu yazarken arkadaşlarına yazdığı mektuplardan öğreniyoruz. nostromo'yu henüz yazmaya başladığında çaresiz, umutsuz, korkunç bir karabasan içindedir. öyle sanıyorum ki giriş yazısını sonra yazmış ve nostromo'nun yazıldığı zamanlardaki halini hatırlamaya dayanamadığından, bu nahoş zamanların ayrıntılarını unutmayı yeğlemiş. öyle değil midir gerçekten de, geçmişte bize çok sıkıntı veren bir olayı hatırlarken, aramıza giren zamana ek olarak bir de zihinsel uzaklık koyup, o olayı ancak öyle düşünebiliriz. diğer yandan conrad, çevresine karşı her şey güzelmiş gibi davranıp, tabiri caizse kan tükürüp kızılcık şerbeti içtiğini söyleyerek, kitabı yazarkenki cehennem azabını tek başına yaşamayı yeğlemiş.

şimdi buraya, conrad'ın nostromo'yu yazarken arkadaşlarına yazdığı bir kaç mektuptan örnek vereceğim, ki ne demek istediğim daha iyi anlaşılsın.

bu mektuplar, edward said'in başlangıçlar.niyet ve yöntem kitabından. yazarın kitabı yazarken ki özel tarihini daha önce sadece dostoyevski'de bu denli merak etmiştim. yakın bir zamanda fırsat bulursam, dostoyevski'deki suç kavramı ile conrad'daki suç kavramını karşılaştıran bir yazı yazmak isterim. bundan alacağım kişisel haz, dostoyevski'yi hiç sevmeyen conrad'ın, kendi parçalanmış kişiliğine hiç saygı duymadığı için, mizaç olarak ona çok benzeyen dostoyevski'de kendini gördüğüne, aslında bir kardeşin diğerine duyduğu nefretin niteliğine benzer bir nefret duyduğuna inanmam... ikisini de çok seven bir okur olarak, "hey, siz kardeşsiniz, barışın bakalım," filan demek istemem:)

ayrıca marquez'in yüzyıllık yalnızlık kitabı ile nostromo gibi birbirinden tümden ayrı görünen iki kitap arasında inanılmaz benzerlikler bulmam çok eğlenceli oldu. diyebiliriz ki marquez nostromo'yu okumuş, çok ama çok sevmiş ve yüzyıllk yalnızlık için ondan esin bulmuş. yüzyıllık yalnızlık'ta sunulan coğrafyanın ve bazı olaylar, karakterler ile imgelerin kaynağını keşfetmek bana çok heyecan verdi. bunu da daha sonra yazacağım. ama bu arada fırsatınız ve isteğiniz olursa iki kitabı karşılaştırmak amaçlı okursanız, belki birlikte konuşuruz hakkında.

mektuplara geçelim:


ocak. 1903'ün başı. conrad nostromo'yu yazmaya başlayalı henüz birkaç hafta olmuş. arkadaşı h.g. wells'e yazdığı mektubu şu sözlerle bitirmiş: "eserim yüzünden duyduğum kaygılar ve sıkıntılar nedeniyle aklımı tamamen kaybetmiş durumdayım. sanki otuz küsür santimlik bir kalasa basarak uçurumun üzerinden geçiyor gibiyim. sendeledim mi sonum geldi demektir."

mayıs. edward garnett'a nostromo'nun daha dörtte birinin bile bitmediğini yazar: "bunun nasıl çürümüş, aşağılık bir zırva olması gerektiği ve olacağı aklıma geldikçe gerçekten kendime dehşete düşüyorum. hem maddi hem de manevi olarak öylesine yorgun, öylesine yıpranmış bir haldeyim ki dürüst olamıyorum."

ağustos. a. h. darvay'a şöyle yazmış: "yalnızlık beni esir alıyor. yiyip bitiriyor. hiçbir şey görmüyorum, hiçbir şey okumuyorum. kendimi yazmak, yazmak ve yine yazmak dışında hiçbir seçeneğin olmadığı bir cehennem diyebileceğim bir mezarda gibi hissediyorum."

aynı gün john galswothy'ye de yazmış; kendisini "zihinsel ve manevi açıdan... her an daha da çamura batan bir parya" diye nitelemiş.

kasım. yakın arkadaşı welles'e şunları yazıyor: "benim cephemde işler kötü... saklamanın alemi yok. borç hanesind eyazılı olanlar çok kötü olduğu gibi, içimde bununla başa çıkabileceğim bir "kaynak" filan da yok. önceden deniz günlerimde, karşılaştığım güçlükler beni çaba göstermeye cesaretlendirirdi: şimdi böyle olmadığını görüyorum. fakat vazgeçtiğimi zannetme, sadece derin sulardaki çapamı kaybetmişim gibi rahatsız edici bir his duyuyorum...böyle diyorum, çünkü ben yazıyı -mümkün olan yegane yazıyı- sinir gücünün sözcüklere çevrilmesinden ibaret görüyorum. eminim senin için de aynısı geçerli, fakat senin durumunda sinyali -itkiyi- disipline edilmiş zeka veriyor. benim içinse her şey tesadüfe, aptalca bir tesadüfe kalıyor. fakat sinir gücü tükenince sözcüklerin gelmediği de bir gerçek -ve irade ne yaparsa yapsın bunun çözümü olmuyor."

aralık. conrad, kitabın 567. sayfasına gelmiş. a.k. waliszewski'ye yazdığına bakılırsa, kendisi hakkında "bir ingiliz... ve sözcüğün birden çok anlamıyla bir homo duplex" olup çıktığı gözleminde bulunmayı zorunluluk sayar.

(conrad'ın kendisi hakkındaki homo duplex tanımını çok önemser said ve çok enteresan bir analiz yapar: mektubun yazıldığı dönemde conrad kapasitesini aşırı zorlamış ve eser yüzünden korkunç manevi sorunlar yaşamaktadır. böyleyken yayımcısından dilendiği merhametin gelmeyeceğini ve teslim tarihinin uzatılamayacağını bildiği de bir dönemdir bu.

işte bu haldeyken conrad, insanların şefkatini kazanmanın en kestirme yolunun neşeliymiş gibi davranmak olduğunu keşfeder. metanetli görününce yeni memleketlilerinin -ingilizlerin- kendisini daha iyi anlayacağını umar. yazı yazmanın dehşetleri sürerken, dışarıya karşı yapmacık bir tavır takınır. artık neşe saçan, dışa dönük bir conrad yaratmıştır. eseri hakkında yaşadığı sıkıntıları yalnızca kendisinin üzerinde hiç bir denetime sahip olmadığı yeraltındaki ikinci benliğine havale eder. said, homo duplex tabiriyle conrad'ın nostromo üzerinde çalışırken, yaşamının bilinçli olarak yaratılmış ikiliğine atıfta bulunduğunu, söyler.)

ocak. 1904'ün başı. wells'e yazıyor bu sefer "kimsenin konumu tartışılmayacak denli absürd değildir" der. "aydınlanmış bir bencillik aydınlanmış bir diğerkamlık kadar geçerlidir -ne daha az ne daha çok."

(ne demek bu? said bu iddianın anlamını şöyle açıklıyor."conrad iki çatışan konumun ya da gerçekliğin eşit geçerliliğe sahip göründüğü bir noktaya ulaşmıştı. nostromo'yu yazarken yaşadığı gerçek sıkıntıların ve dışarıya çizdiği imajın kendsinden aynı oranda aşırı isteklerde bulunduğunu söylemenin başka bir yolu değil midir bu? ikisi de kendisinden bir tü rnihai tanınma talep ediyordu. aynı varlık içinde mücadele eden birbirinden geveze iki bireysellik onu çıldırmanın eşiğine getirmişti.")

nisan. david meldrum'a "delirmeme az kaldı" diye yazar.

haziran. rothenstein'a şöyle yazıyor: "hiçbir şey yapmaya cesaret edemiyorum. ya ruhum ya da ciğerim çok hasta. sorun ciğerdeyse soğuk daha da azdırabilir. burada bile güneşin önüne bir bulut geçtiğinde beni bir titreme alıyor. ayrıca yorgunum, sanki yüzyıl yaşamış kadar yorgunum. çürümüş eski bir enkazı muhafaza etmek için "elbette çok iyi niyetlerle" başvurduğun bu kurtarma meselesine dönersek -kanımca... (buradada rothenstein'ın conrad adına ayarlamaya çalıştığı bir miktar para için ayrıntılı bir tavsiye ve rica yazılıdır.) artık geç -ve yarın başka bir korkunç gün. g. graham pazardan beri burada ve senin epeyce bahsini ettik. kendisi çok iyi durumda ve çok dostça davranıyor, ama bu ziyaret beni beklediğim kadar canlandırmadı. tekrardan doğana kadar kendim değilim ve olamayacağım, bu ancak nostromo bittikten sonra olabilir."

ve conrad'ın acıları kısa bir süre sonra sonlanır, nostromo, 30 ağustos 1904'te biter.

aklınızdan geçeni duyar gibiyim. yazma konusunda bu kadar sıkıntı duyan bir yazarın böylesine bir mektup iletişimi içinde olması çok ironik. hele sürekli bir karanlıktan, karabasandan bahsedip sızlanıp durmasında, melodram yaratmasında nerdeyse itici bir yan var. böyle düşündüğümüz anda haksızlık yapmış oluruz conrad'a. yakın arkadaşlarına böylesine coşkulu, içli mektuplar yazıyordu, "çünkü, onların seslerinin gerçekliğe dair inancını pekiştireceğini umuyordu," diyor said. ted sanderson'a şöyle yazmış mesela: "insan kendi hakkında çok düşünmeye eğilimlidir. boş bir meşgale doğrusu. ama bir dostun sesi düşünce akımını daha verimli bir vadiye dönüştürüyor. kendi içine kapanmaktan, delireceğinden korkan biri için dostlarına yazmakta, onların sesi ile hayata bağlanmaktan daha olağan ne olabilir?"

nasıl seviyorum conrad'ı, yazdığı kitapları kadar ve nasıl anlıyorum onu. kendiyle bu kadar uğraşması, kendi bilinciyle böyle mücadele etmesi ve bundan sanat yaratması ne kadar takdir edilse azdır. kendisini yetiştiren amcasının eğitim önerisini reddedip denizci olması, bir kapris uğruna o mesleği bırakıp yazarlığa başlaması vs bunları hep utanç verici, rezil şeyler olarak görür ve rüzgarlı benliğinin verdiği bu kararları nedeniyle bana öyle geliyor ki hiç güvenmiyordu kendine ve bu nedenle de kendi karmaşık karakterine de hiç saygısı yoktu. polonya'da doğup, ailesinin sürgün'e gönderilmesiyle ukrayna'ya giden, fransa'da yetişen ve ingiliz yurttaşı olan, denizciyken bir eylem adamı, yazarlığa başlayarak düşünce adamı olan conrad'ın kişiliği paramparça olmuştu belki ama kendi kişiliğine ve kitaplarında yarattığı karakterlere karşı keskin bir anlayışa da böyle sahip olmuştu.

"sözcükler," diye yazmış clifford'a, "söz öbekleri, tek başına sözcükler hayatın sembolleridir, sesleri ya da görünüşleriyle okurlarının zihinsel dünyasına sunmak istediğiniz şeyin ta kendisini sunacak güce sahiptirler. 'mevcut haliyle' şeyler sözcüklerde var olurlar; bu yüzden sözcüklere dikkat gösterilmelidir, ki olgularda saklı olan hakikat imgesi çarpıtılmasın ya da muğlaklaşmasın." görüyorsunuz işte hakikate ulaşmanın yegane yolu ona göre sözcüklerden geçiyor. çok yakın arkadaşı garnett'a, sağır veya kör olabileceğini ama asla dilsiz olmayacağını söylemesindeki neden de bu. "insan, kalbinin içindekileri saçmaca da olsa geveleyip dışa vurmadıktan sonra yaşamak neye yarar?"

birkaç kitabını okuyunca farkedeceğiniz o özel yazım tekniğini kusursuzlaştırmak için çok uğraşırmış conrad, bununla birlikte içinde bir ateşle aydınlanıp ısınmayan bu kusursuzluğun tehlikelerini de görüyor ve bundan deli gibi korkuyormuş. salt eksiksiz ayrıntıların yazarı olarak görülmek korkusuyla, arkadaşı garnett'a endişesini şöyle dile getirmiş: "şurası açık ki kaderim yalnızca ve yalnızca tasvirci olmak."

işte başlıyoruz...


nostromo üç ana bölümden oluşuyor: madenin gümüşü. isabeller. deniz feneri. her bölüm kendi içinde değişen konuya uygun olarak alt bölümlere ayrılmış.

conrad, analize, yazarın yorumlar yapmasına karşı çıkar, çünkü gerçekliğin ancak eylem üzerinden formüle edileceği kanısında. ama eylem dediysem, konu demiyorum. çünkü conrad için konu hiç de önemli değil, dünya konu ile dolu. onun için önemli olan konunun sunuluş biçimi yalnızca.

1
yer şu: nostromo'nun ilk sayfalarında, herhangi bir coğrafya ya da tarih kitabında görebileceğimiz kadar yalın, düz bir şekilde sulaco şehri anlatılır. anlatı öylesine soğuk ve verilen coğrafi bilgi öyle ayrıntılandırılmış ki biraz asabınız bozuluyor. benim gibi, bu kadarına ne gerek var, diye söylenebilirsiniz. oysa mekan tasarımı neredeyse zorunlu. hatta ben conrad'ın bu hayali sulaco şehrinin kabataslak bir resmini çizip burada yayınlamayı çok istedim, çünkü bu coğrafyanın nerdeyse bir baş kahramanmış kadar önemi var. sulaco, hayali bir güney amerika ülkesi olan costaguana cumhuriyetinin bir sahil kenti. yüce dağların oluşturduğu dağlarla çevrili. özellikle sık sık higueroto dağına dikkat çekilir kitapta. bu, başı hep karlı dağ, tanrının gözüymüş gibi sulaco şehrini izler. sulaco şehri siyasal olarak ne kadar karmaşık, ne kadar değişkense, insan ne kadar aciz, zayıf, dünyevi ise higueroto dağı öylesine heybetli, değişmez, sessiz, mutlak varlığını duyurur. ve elbette san tome madeni vardır, ki coğrafi özelliği ile değil de ondan çıkan gümüşü ile bütün kahramanların merkezidir. diğer yanda ise sulaco limanı uzanır. öylesine durgun, rüzgarsız liman bu özelliği nedeniyle, dış dünyanın ticaret gemilerinin uzak durmasına neden olur. golfo placido körfezinde yer alan üç isabel adasından büyüğüne ise sıklıkla uğrayacağız.

allahın unuttuğu, avrupanın ise unutmadığı bu klostrofobik cumhuriyetin coğrafyasını böyle şekillendirmekte elbette bir niyeti var conrad'ın. ikinci alt bölümde okyanus vapur işletmeleri costaguana baş yöneticisi ingiliz kaptan joseph mitchell'in konuşmasıyla costaguana'nın tarihsel olaylarına hızla giriş yaparız. kaptan mitchell'in o safdil, coşkulu ve gerçekliği su götürür anlatısından anladığımız kadarıyla costaguana ülkesi, ait olduğu güney amerika kıtasının tarihini olduğu gibi yansıtır ve o bildiğimiz tipik, karmaşık siyasal olayların da mirasçısıdır. askeri darbeler, ayaklanmalar, inim inim inleyen yerli halk, ülkede cirit atan ve ülkenin zenginliğini sömüren yabancılar...

olay şu: istikrarsızlık, gerizekalı, çıkarcı yöneticiler, despot askeri cunta çeşitli etnik kökenden oluşmuş yoksul halkın yaşandığı bu ülkenin sulaco şehrinde, san tome madeninden gümüş çıkarılmaktadır. kitabın ilk bölümünde bu gümüş madeninin, ingiliz charles gould tarafından nasıl işletilmeye başlandığının bilgisini verir. kitapta sözü geçen herkesin bu gümüşle bağı, ilişkisi vardır. bu ilişki, karakterlerin ne yolla, nasıl yozlaştığını da gösterir. kitapta bu yozlaşmadan tek nasibini almamış, masum kalmış kişi, charles gould'un eşini ayrı tutmak gerek elbette. ancak conrad'ın derdi asla ama asla ahlakçı bir ders vermek değil. o, karmaşık ve suça eğilimli insan zihnini sadece bir olgu olarak sunar. suç nedeniyle kişiliğin zedelenmesi ve kahramanın bununla başa çıkabilmesini hikaye eder. conrad, insandaki suç hissine çok yakın bir yazar. -mesela raskalnikov'un suç işleme nedeni, suça yönelişinin izahı bana hep biraz fantastik bir kurgu gibi görünmüştür-. bunun yanısıra conrad'ın bizzat şahsında varolan olağanüstü derin utanma hissi nerdeyse tüm kitaplarında dikkat çeker. lord jim'de ya da kurtz'un şahsında değil de onu izleyen bizde hep bu utanç gizlidir. anlı şanlı, eşi az bulunur nostromo'nun gümüşü çalarak işlediği suç nedeniyle duyduğu utancı ise böylesine etkili conrad anlatabilirdi. aslında kitapta gümüş dolayımında herkes bir ahlaki yozlaşma içinde ve bir şekilde kendi kişiliğine karşı bir suç işlemektedir.

kitapta conrad'ın çok çeşitli ve derin karakterleri, düşünce değil de eylem sunup dururlar. kitap eylem bolluğu içindedir. ve bu eylemler diğer conrad kitaplarında olduğu gibi geçmişte olup bitmiştir. karanlığın yüreği'nde ya da lord jim'de de, anlattım size, belki okudunuz, geçmişte olup bitmiş bir olay söz konusudur ve geçmişin şimdi ile bir çeşit bağı kurulmaya çalışılır. ancak geçmiş, geçmiş olduğu için bir tür muğlaklık, müphemlik içerir. conrad'ın tüm kitaplarında olayları bir sis perdesinin arkasında görür gibi algılamamızın ve anlatılanın gerçekliğinden şüphe duymamızın nedeni budur belki de. olayların iç yüzüne, derinliğine asla vakıf olamayız, hep anlatıcının insafına kalmış bir halimiz vardır. nostromo'da da geçerli olan bu. hem bu nedenle hem de tüm kahramanların bir nedenle gerçeği bir şekilde çarpıtması nedeniyle, yüzümüzü hep birinden diğerine döneriz, ancak anlatılan tarihin hakikatine bir türlü eremeyiz.

nostromo'da marlow gibi bir anlatıcı yok. bir karakteri anlatmayı "ben" anlatıcı üstlenir, ama çoğu kez bu işi diğer bir karaktere pas eder conrad. bir karakteri diğerine anlattırır, bir olayı başka bir kahramanının gözüyle görmemizi ister, bir karakterin yazarı, diğer karakterdir. sulaco'nun ovalarını mesela, oraya tümden yabancı mrs gould'un gözüyle görürüz... sahneleri böyle kurar ve bu çok değişik bir kavrayış zemini oluşturur. bundan çok zevk alacağınıza eminim.

kitabı bir tarih ya da siyasi bir roman gibi okuyup değerlendirmek ona haksızlık etmek olacaktır. kitap nerden baksanız psikolojik bir roman, kahramanların kendi varoluşlarını anlamlandırma, kendi fikirleriyle yarattıkları bir dünyayı -ki gerçekdışıdır hepsinin fikri. çünkü işlerine öyle geldiğinden kendileri için kurdukları psikolojik tuzaklarla doludur- kurgulamaları hakkındadır. anlatının böylesine dolambaçlı olması da, okursanız göreceksiniz, klasik conrad tekniğidir: yüzeyde, yanılsamaya varan bir müphemlik içinde olayların dış yüzeyinin anlatımı ve bu anlatının arkasında şöyle böyle sezilen gerçeklik. nasıl ki bir insanı zamanla olaylar karşısında nükseden karakteriyle tanırsak, olayları da parça parça idrak ederiz. romanın düz bir anlatı çizgisi izlemek yerine böylesine dolambaçlı, baş döndürücü ve değişken merkezli olmasının nedeni de bu kanımca.

eylem kahramanını arıyor

2
joseph mitchell: kitaba ilk giren karakter olması ilginç, sulaco'ya onunla giriş yapmamız beni kitap bittiğinde bile neşelendiriyor... olayları bu kadar yüzeysel algılayan, bu kadar safdil bir çocuksulukla anlatan biri tarafından kitaba giriş yapmamız, diyorum. okyanus vapur işletme şirketi baş yöneticisi. ingiliz. geveze. müthiş tarihsel olayların ta içinde olduğunu övünerek anlatmasında bizim tarih kitaplarına benzer bir çarpıtma ile karşı karşıya olduğumuzu hemen anlarız. gevezeliğinde bir tür gerçeğe aykırılık hissederiz. bir ingiliz züppeliği içinde olsa da iyiniyetlidir filan, ama gerçeğin onun safdil anlatısından çok daha derin olduğunu sezeriz. costaguana halkı hakkında derin bilgisiyle övünen bu adamın, yerli halka karşı bir tür küçümseme içinde olduğunu da farkederiz. sömürgeci bir ingiliz beyefendisinde olması gerektiği gibi gösterişli giysisi içinde gururlu, kasıntılı havasına karşın, düşünürüz ki konuşmayı çok seven, geveze bir aile dostu gibidir bu adam.

nostromo adı ilk kez kaptan mitchell tarafından sunulur. sulaco liman işçilerinin italyan yiğit önderi! nasıl bir kahramandır bu nostromo! ribiera'nın kurtulması sadece onun eylemiyle mümkün olmuştur. diğer karakterlerden daha derin işlenmemiş olan nostromo kitabın ortalarına kadar hep başkalarının izlenimi ile bize sunulur ve o ne eşi bulunmaz, binde bir karşılaşılan, her sorunu çözen bir adamdır. sulaco'daki adamımızdır!

conrad, sonlara doğru, sulaco'nun montero'dan kurtulması hikayesini de yine kaptan mitchell'e anlattıracak. ve ben onu dinlediğim her seferinde olduğu gibi yine gülümseyeceğim. conrad niçin kaptan mitchell'e anlattırır sulaco'nun görünürdeki düzmece tarihini? çünkü anlatı biraz dolambaçlıdır ve belirsiz bir yolu takip etmektedir. "tarihin ortasında" olmakla övünen kaptan mitchell ile anlatı öyle ya da böyle bir merkeze kavuşur, derli toplu olur.

her şey olup bitmiş, sulaco refaha ermiş, kötü günler unutulmuştur. kaptan mitchell farazi bir ziyaretçiye iyiniyetli propogandasını yapar şehrin. bu sahne hem ironik hem de acıklıdır. sulaco'nun kurtuluşunun, refahının kökenlerinin unutulmasında, acıklı bir yan vardır. biz okurlar o zamanları bilen insanlar olarak, bilmeyen ziyaretçiye tarihin böyle düzayak, sığ bir coşkuyla, böyle sitayeşle anlatılmasından utanç duyarız. en azından ben duydum.

3
garibaldino (giorgio viola): nostromo'nun memleketlisi. nostromo, onun işlettiği handa kalır. aslan yelesine benzeyen kabarık beyaz saçlı, iflah olmaz bir cumhuriyetçi, papaza, dualara inanmaz, tek dini birlikte savaştığı özgürlük önderi garibaldi'dir. yerli halkı küçümser, zira sessizce ezilir ve küçük çıkarları neyi emrederse soysuzca ona yönelirler. kendini, yüce insanlık idealine adamıştır. ve bu nedenle kişisel çıkarlara karşı nefret duyar, parayı ömrü boyunca hor görmüştür. soydaşlarına eski kahramanlık günlerini anlatırken, onların "ee, ne geçti eline," der gibi bakmalarından hayal kırıklığına uğrar. "bir şey istemedik, tüm insanlık aşkına acı çektik," diye hiddetle bağırır. ihtiyar adam terribilita dedikleri kişisel bir inandırıcılağ sahiptir ve nostromo'nun bu özelliğine saygısı büyüktür. edward said," mesele nostromo'nun aynı derecede yoğun bir inandırıcılığa sahip olmaması değil; daha ziyade viola'nın inancının bir şekilde nostromo'nun kendine duyduğa tamamen öznel, yozlaşmış inançtan daha nesnel olmasıdır," der. viola, duvarında asılı garibaldi portresine her baktığında insanlık için doğru olanı sezer. bu eski tüfek, ilkeli, sert mizaçlı adam sanki bizden biridir, çok tanıdıktır. çok saygı gösterilse de yaşlı viola'ya, o, eski dünyanın bir kalıntısıdır, gümüş çıkarlarının belirlediği bir toplumsal, siyasal yaşamda onun liberal siyasete duyduğu inanç alakasız kalır. bu nedenle duruşu hep öfkeli bir sessizlik içindedir kitap boyunca. tek etkili eylemi nostromo'yu öldürmektir, ki burda conrad, kusursuzluk abidesi nostromo'yu viola'ya öldürterek şunu yapmıştır: viola, onurlu ve ilkeli bir tarihin mirasçısı olarak, devrimci etikten aldığı esinle maddi çıkarların yozlaştırdığı nostromo'yu öldürmüştür. yaptığı eylemin anlamı budur.

kaptan mitchell'in bahsettiği ayaklanma sırasında isyancılar hana doğru gelirken, kapıları sıkı sıkıya kapalı handa, içerde sandalyede oturmuş viola'nın güzel eşi signora teresa dualar mırıldanır ve iki yanında kendine sarılmış güzel kızlarına kol kanat gererken, yaşlı viola, güneş ışınlarının çizgi çizgi aydınlattığı garibaldi fotoğrafının önünde gerektiğinde ailesini savunmak için tüfeğine dayanmış bekler ve bu sahne çok güzeldir. dışarda bağrışmalar duyulur ve nostromo'nun şakacı ve güven veren sesi, her şeyin yolunda olduğunu bildirir. evet, vazgeçilmez adam, denenmiş ve güvenilir nostromo, onları kurtarmıştır!

viola'nın karısı teresa, nostromo'yu sürekli eleştirir. insanların nostromo hakkında cömertçe sarfettikleri sözlere aldırmaz ve onun gözleriyle baktığımızda bu neşeli, çığrından çıkmış övgülere biz de alaycı bir gözle bakmaya başlarız. nostromo'nun utanmazca ingilizler'e el açmasından hoşlanmadığı gibi bu boş iltifatlarla nostromo'nun düştüğü kibirli havasına söylenir durur. nostromo'nun ahlaksızlığını görmüş olmaktan değil, güzel sözlerin onu bir gün yoldan çıkarmasından endişelenir. endişelenir, çünkü aralarında anlaşmaya ve sevgiye varan ana oğul arasında olabilecek bir yakınlık vardır ve teresa'nın gelecekte beklentisi de nostromo'nun kızlarından büyüğü ile evlenmesidir.

Hiç yorum yok: