Pazartesi, Aralık 6

ah tanrım, ne işim var kızıldeniz'de!?

(Yazıdaki sıkıcı üslubum için beni şimdiden bağışlayın. Burada, -aşağıda okuyunca anlayacaksınız- bilim adamları ile konuşmaktan kalan bir alışkanlık bu. İstanbul’a dönüp, kendimi sokakların diline bırakmak için nasıl sabırsızlanıyorum, bilemezsiniz. Aşağıda, kimi zaman yemekte, kimi zaman yürüyüş yaparken, kimi zaman babunları sabırla gözlemlerken yaptığımız sohbetlerden öğrendiğim şeyler var. Şöyle ya da böyle bahara ilişkin ve bu nedenle size de aktarmaktan çekinmedim.)

Bahardan bahsetmek istiyorum size. Şu kavurucu sıcaklar ve bitmek bilmez öğle sonları gelmeden baharla şenlenelim azıcık daha. Gerçi şurada, kapalı bir odanın içinde, sizinle tek bağım olan internetle baharı konuşmak ne kadar anlamlı olur ki? Baharla birlikte doğada başlayan teşhirciliğe bakacağız biraz sonra ve doğada olanla burada olan, teşhircilik kavramıyla buluştuğu için bu minvalde oyalanacağız. Sanal alemde kendimizi, şu an baharla coşan doğadaki bir kuşburnu ya da lalenin de ait olduğu fanerogamlar gibi teşhir ederiz. Yalan mı!

Ben, hoş bir tesadüf ki baharda renklerin peşine düştüm. İyi oldu bu. Bir sürü de rezillik tabii. Şili ve Peru’da kızıl hakkında öğrendiklerimi anlatacağım size, ama başka bir olayın aciliyeti var şimdi. Kızılın peşine düşmüşken, Kızıldeniz’e uğramamak olmazdı. Ben de çantalarım bir sürü kızıl örneklerle dopdolu, bulduğum ilk uçağa atlayıp Kızıldeniz’e gittim. Ama öğrenmek aşkımın, cüzdanımdaki parayla hiç de orantılı olmadığını çok geç farkettim. Beş kuruşsuzdum uçaktan indiğimde.


Neyse ki, bilim adamı Hans Kummer’in, hamadrias babunlarını incelemek için Kızıldeniz savanlarında bulunduğunu okumuştum internetten. Çantamın bir gözüne sıkışmış son paramla bir vasıta bulup, bozuk yollardan geçip, güç bela bilim kampına ulaştım. Derme çatma kulübeler, meydanda dolaşan maymunlar, acayip acayip öten renkli kuşlar dışında ortalıkta kimse görünmüyordu. Neden sonra kapıya çıkan şişman bir adam sertçe, ne istediğimi sordu. “Hans Kummer’le görüşeceğim,” dediğimde, “bekleyin, birkaç saat sonra burada olacak,” dedi. Bu sapa yere sanki her gün bir ziyaretçi geliyormuş gibi umursamazdı. Barakanın verandasında gördüğüm bir banka oturup sigara yaktım.



Biraz sonra adam elinde iki soğuk birayla geldi. İster miyim, diye de sormadan birini bana uzattı. Sanki uzun zamandır birlikteymişiz de her gün aynı konuları konuşuyormuşuz gibi, “bugün hava çok sıcak,” dedi ensesini kirli bir mendille silerek. “Öyle,” dedim biramdan bir yudum alarak. Adamın bu kayıtsızlığı bir taraftan da orada bulunmamın anlamsızlığını azaltıyordu. Kendimi huzurlu bile hissediyordum. Biraz sonra üstü açık bir cip, tozu dumana katarak geldi ve içinden çıkan sarışın bir adam ve zenci bir kadın, bana şöyle bir bakıp, hızla kapıdan içeri dalıp coşkulu bir şekilde tartışmaya başladılar. Babunlarla ilgili müthiş bir keşif yapmışlardı. Ayrıntıları, akşam yemekten sonra masada absent içerken öğrenecektim. Ama durun, ben, Hans Kummer’e derdimi nasıl anlatacağım diye düşünüp kıvranıyorum henüz.


Kapıda benimle bekleyen adam, sözcüklerden tasarruf edip, başının bir hareketi ile içeri girmemi işaret etti. Bilgisayar ekranlarının ancak aydınlattığı oda loştu ve gördüğüm fotoğraflarından Hans Kummer olduğunu çıkarttığım sarışın adam ile zenci, hoş kadın bana bakıyordu. Lafı uzatmadım: Renkleri araştırdığımı, bir internet sitesinde bilmeceler sorduğumu, kızılı araştırırken yolumun Kızıldeniz’e düştüğünü ve paramı çaldırdığımı söyledim (bu yalan tabii, parasının kalmadığını bu aşamada fark eden bir salak olduğumu bilsinler istemedim). Ben, sakince ve aldırışsız bir üslupla konuşmaya çalışıyordum, ama yüzüm utançtan yol yol kızarmaya başlamıştı bile. Hans Kummer ilgiyle kızaran yüzüme bakıyor, o baktıkça ben daha çok kızarıyordum. Eğer orada bana yatak ve yemek verirlerse karşılığında onlara yardım edebileceğimi söyledim. İnsanlardan bir şey istemek konusunda çok beceriksiz olan ben, artık konuşmak yerine kekelemeye başlamıştım ki, mücadele etmeyi bıraktım. Öylece sustum. Hans Kummer beni hiç dinlemiyormuş gibi birkaç saniye daha bakıp, “yüzünüz,” dedi, “kızarıyor”. Bilim adamları böyledir işte, babunların her davranışını en ince ayrıntısına kadar bilen bu adam, en insani tepkiye çok şaşırıyordu. Çenemle küstahça kendisini işaret edip, “Utanma hasleti sadece sarışınlara ait değil, esmerler de utanıp, kızarır,”dedim öfkeyle. Odadakiler ve arkamda fark etmediğim bana bira veren adam gülmeye başladılar. Sonra, hoş geldin, diyip işlerine döndüler.





Ben şaşkın, kapıdan çıkıp, banka oturdum yeniden. Şişman adam bu kez hiç beklemediğim bir konuşkanlıkla, “burada kahrolası (bloody sözcüğünü kullandı burada. Daha sonra kendini tanıtacak, ama onun Avusturalyalı olduğunu buradan tahmin ettim önce) hayvanlarla uğraşmaktan kafayı yedik” dedi. “Darwin, yüz kızarmasının insana özgü olduğunu söyler, hayvanların yüzü kızarmaz”. Sonra bilim adamı alışkanlığı ile devam etti, “utançtan, edepten ya da çekingenlikten yüz kızarması, göze çarpmamak istendiği bir anda kılcal damarların yüzeyde engellenemeyen genişlemesini kaygıyla hissederek duyguları açığa vurmaktır. Bu da başkasının 'bakışını' gerektirir. Bir araştırma nedeniyle Yeni Gine’de bulunduğum sırada Mount Hagen halkı da kızarmanın başkasının bakışının yarattığı sıkıntıdan kaynaklandığını düşünüp bunun için, ‘tenin üzerindeki utanç” anlamına gelen bir terim kullanırlar. Ne güzel, değil mi! 'Pipil,' derler buna, İnsanın içinde gizlediği 'popokl' teriminin karşıtı olarak.”

Müthiş bir şaka yapmışım gibi hala gülümsüyordu bana, “yorgun görünüyorsunuz, hadi size odanızı göstereyim de yemeğe kadar dinlenin biraz” dedi. Eşyalarımı yüklenip uzaktaki bir barakaya doğru yürümeye başladık. Şu benim yüz kızartım, olabilecek en inanılmaz konuymuş gibi anlatmaya devam etti; ”Maymunlar da öfkeden kızarır, ancak bir hayvanın insanla aynı nedenle kızarabileceğine inanmamız için henüz karşı çıkılmaz bir bulguya rastlamadık,”dedi. Şaşırmış gibi yaparak, “öyle mi?” dedim. “Darwin, kızarma, duygu ifadelerinin en özeli ve en insana özgü olanıdır, demişti” diye yanıtladı beni kapıyı zorlayıp, açarken. Penceredeki ince bambu storların yol yol aydınlattığı, üstünde cibinlik olan ince, sert bir yatak, bir iskemle ve masadan ibaretti oda. Eşyaları koymak için uzun, geniş bir raf vardı karşı duvarda. “teşekkür ederim,” dedim şükran duygusuyla. Giderken, elini dert etme, der gibi salladı. Kendimi yatağa bırakırken, bulunduğum durumun anlamsızlığı ve yorgunluk zihnimi bomboş yapmıştı. Rahatlamak için biraz ağlamak istedim, ama uyuyakalmışım.

Rüyamda, yüzümü yıkamak için musluğu açıyordum ve üçüncü sınıf bir korku filmindeymişim gibi oradan kıpkızıl bir su aktığını görüyordum dehşetle. Yine de yıkıyordum yüzümü ve kan rengine bürünürken ben, aklıma rüyada kırmızının anlamı geliyordu nedense. Sıçrayarak uyandığımda hala aydınlıktı hava. Dışardan neşeli insan sesleri geliyordu. Kapı bir süredir tıklatılıyor olmalı ki, ben gözümü açar açmaz tekrar duydum sesi. Kapıyı açtığımda zenci kadını gördüm, “hadi, hadi yemeğe... çok acıktık,” dedi.


Size daha fazla ayrıntı veremeyeceğim, oradaki günlerimin başlangıcı böyleydi. Türkiye'den beklediğim para gelir gelmez de döneceğim. Burada çok hoş hayvan hikayeleri dinledim ve bir cangılın içinde, bahar ne demekse onu yeterince gözlemledim.

Baharın dünyanın canlılarını eşitleyici bir hali var. Kimliğinin bilinciyle tıka basa dolu olduğu için kendi imgesiyle çok ilgilenen insan, bahar gelince bu coşkuya karşı koyamaz ve gözlerini, bir imgeler pazarı olan canlılar dünyasına çevirir. Dünya baharda görünür olur ve gören, ister insan ister kurtçuk olsun, ne fark eder, cümbüş başlar. Dünyanın görünür olmasının anlamlı olması için ona bakılması gerekir. Bakmak için, ışığa duyarlı organın varlığı şartsa da baktığını yorumlayacak bir beynin de gelişmiş olması zorunludur. Ancak beynin dünyayı canlandırması da salt duyumsal bir araştırma ile yetinmez. Beynimizin, bildiğimiz ile gördüğümüzü uzlaştıran, tartışmaya açan bir hakemin yetkinliğinde olması gerekir.


Diyelim astronomi profesörü sevgilimle Foça’da oturmuş yıldızlarla dolu gökyüzüne bakıyoruz. Cahil ben, keşfimle heyecanlanmış, parmağımla göstererek, “aa bak, büyük ayı!” diyorum gururla. O ise tüm gökyüzünü avucunun içi gibi biliyor ve aralarında gayet senli benli bir ilişki var. Parıltısı ile romantikleştiğim yıldızların görüntüsünün bana ulaşması için milyarlarca yıl geçmesi gerektiğini ve mesela gördüğüm bir yıldızın şimdi aslında yok olduğunun farkında. Benim bildiğim ve onun bildiği ile gördüklerimizi uzlaştırmamız tümüyle birbirinden farklı! Bu durum, görüntünün algılanmasına gölge düşürdüğü gibi, profesörle ilişkimizin yürümeyeceğinin de en açık ispatıdır. Ama sen gel de anlat baharla kendinden geçmiş organizmamıza bunu.


Aşk dediğimiz hayali imgeyi maddi kaynağından bağımsızlaştıran, hatta görüntü ile gerçeğin arasındaki bağı salkım saçak çözen insandan başka bir canlı var mı şu dünyada! Baharda başlayan cümbüş bir çiftleşme, üreme, cinsel ayaklanma, baştan çıkarma içerir. Bahar, romantik şiirler okumak yerine, karşı cinsi baştan çıkarmak için girişilen yarışın biyolojideki önemini vurgulayan ilk kişi olan Darwin okumaya başlamak için en ideal zamandır bu nedenle. “Bir toplulukta çiftleşmeyi ve üremeyi destekleyen her türlü niteliğin mantıksal olarak ağır basması gerektiği, çünkü bu nitelikleri taşıyan erkeklerin daha çok soy ürettiği ilkesi,” eş seçiminde erkeklerden çok dişilerin etkin olduğunu savladığı için sonradan çok tartışılsa da kabul görmüş ve bu ilkeye bağlı olarak, cinsel dimorfizim, yani iki cinsin görünümlerinin giderek farklılaşmasının belirginleştiği yolunda bir sonuca da erişilmişti.

İşte, şu an, şimdi içinde bulunduğumuz şu bahar mevsimi tüm canlılar arasında çılgınca bir kendini gösterme, en güzel renklere, seslere, biçime sahip olarak seçimde avantajlı duruma geçmek için uğraşılan mevsimdir.

Doğadaki eş seçiminde, belli estetik kriterler varsa da bunlar aynı zamanda türün devamı için şart olan nitelikleri de belirtir. Örneğin Hirunda rustica kırlangıcının dişisi, uzun kuyruklu erkeği tercih eder. Uzun kuyruk daha göz alıcıdır, evet ama, uzun kuyruklu kırlangıç kısa kuyruklu olana göre daha az bit taşır. Bu da gelip geçici bir aşkın istenmeyen bir anısı olarakdişiye  haşerelerin bulaşmamasını sağlayacak. Dahası, uzun kuyruklu kırlangıç parazitlere karşı daha dirençli olduğu için yavruların genetik kodu güçlü olandan oluşturulacak.

Doğada çekici özellikleriyle estetik kriterlere uymaya çalışan daha çok erkek cinslerdir, biliyorsunuz. Ateşböceklerinde bu değişir. Sıcak gecelerde ortaya çıkan ateşböceklerinin fingirdek dişisi, erkeği, mavili yeşilli ışıltı oynaşmalarıyla kendine çeker. Bunun için karnının geri kısmında bulunan ve şeytani bir madde olan luciferine’i salgılayan bezleri kullanır.

Hayvanlar dünyasında dişiler erkeklere görsel işaretler gönderir ve böylece cinsel alıcı durumunda olduğunda yanlış anlaşılmaya yer vermeyecek şekilde onları bilgilendirir. İnsanlarda ise hiç böyle değildir, biliyorsunuz. Flört, sonucu cinsel birleşme olmayacak bir eğlenceliktir çoğu zaman. Yanlış anlaşılmaya çok müsait, karmaşık, hile dolu davranışlarla doludur insan cinselliği. Bir kız, cinselliğin çevresinde dolaşıp durabilir, onu en bariz şekilde sezdirebilir ve iş, dürüst bir davete geldiğinde hiç de oralı olmayabilir. Arzu göstergelerini en utanmazca kullanan bakireler ve bir bakire kadar cinsel göstergelerden habersiz bin yıllık cinsel devinim içindeki çiftlerle doludur insanoğlunun acınası cinsel tarihi. Cinsel birleşmeyi arzuluyorMUŞ gibi yapma insanoğlunun dişisine özgü bir taklit yeteneğidir çokça.
Erkek ereksiyon taklidi yapamasa da dişinin bedeninde, döllenebilirliğinin açık işaretlerini taşıması gerekmez. Bilim adamları bunun nedenini, dörtayaklı maymunluktan ikiayaklı insanlığa geçişle açıklıyorlar. Böylece yüzyüze gelmişler, erkeğin göze batan cinselliğinin karşısında dişinin cinselliği iyice gizlenmiş artık. Dişi maymunda cinsel sergileme dişilik organıyla ve belli dönemlerle sınırlıyken, arzunun nesnesi olan insan dişisinin, bedeninin tüm yüzeyi sürekli bir kızışma görüntüsü sergiler gibidir. Eh, hal böyle olunca arzunun toplum içinde dolaşımını kurallara oturtma zorunluluğuna bağlı bir kültür doğar. Bu kültür de yukarıda dediğim gibi çok oyuncaklı, çok karmaşık ve maymunlara göre de çok üçkağıtçı olabilmektedir. Arzu belirtilerini maskelemek için (ancak işlevinin tersine sıklıkla baştan çıkarma nesnesi olarak kullanılan) giysi böyle doğmuş.

Bilim canımızı sıkar. Canlılar dünyasının tarihinde bizi sıradan bir türe indirger. Çoğu kez farkımız yoktur bir kılkanatlıdan. Bazen evrenin büyüklüğü ile sancılanıp, dünyanın bize doğru evrilen upuzun tarihinin sırrına eremeyeceğimiz için acı çekerken, bir anlam arayıp duran şu beynimiz de olmasaydı keşke, deriz. Ben bazen derim. Bir bahar sabahı su birikintisinde oynayan bir karga olmak için neler vermezdim. Neler? Beynimi mesela.

Çılgınlaşan bir görüntüler alemini gözler önüne seren baharı sevmemek için sürekli kendiyle meşgul bir zihnin, karanlık bulutların gölgeleyip, kasvetli fırtınaların estiği, bir ot olsun yeşermeyen verimsiz toprağında olmak gerekir. Yağmurda uluyan köpekler gibi umutsuz bir ruh bahara sırtını dönebilir ancak. Bahar tüm canlıların, aynı amaçla, çocukça bir eşitlik duygusuyla katıldığı bir alem serer gözler önüne. Bahar, bakılmak ister. Bakın!

Şimdi bana bakın; soracağım bilmecenin yanıtı olan kitabın hikayesi Oran’da geçiyor. Bu zamanlarda, hadi tam tamına söylemek gerekirse 16 Nisan'da, bahar mevsiminde başlıyor. Bilmecenin diğer yanıtı olan Fransız edebiyatının bu ünlü yazarı, bu çirkin şehri çok güzel anlatır:

“İtiraf etmeli ki, şehrin kendisi de çirkindir. Durgun bir görünüşü vardır, onu dünyanın her yanındaki öteki ticaret şehirlerinden farklı kılan tarafı fark edebilmek için bir süre beklemek lazımdır. Mesela, insan güvercinsiz, ağaçsız, bahçesiz, ne bir kanat şıkırtısı, ne de bir yaprak hışırtısı olan; kısacası her türlü özellikten yoksun bir şehri nasıl düşünebilir? Mevsimlerin değişmesi ancak gökyüzünden okunur. İlkbaharın gelişini havanın niteliği ve küçük satıcı çocukların şehrin civarından toplayıp getirdikleri çiçek sepetleri bildirir. Bu, pazarlarda satılığa çıkarılan bir bahardır.”

Bilimsel bir soru sormak varken nereden çıktı bu diyeceksiniz, ama bunaldım ben bu aralar bilimden. Bu soruyu böyle kabullenin olmaz mı?

18 yorum:

Adsız dedi ki...

Merhaba,

Ben Camus hic okumadim. O sikici bilimle ugrasanlardan biriyim, tabii bu Camus okumami engellemiyor. Ama sanki bazi cok unlu isimlere karsi bir alerjim var. Ama mesela Iris Murdoch sevdigimi kesfettim. "The sea, the sea" daha ilk sayfada kalbimden vurdu beni, baglandim tam anlamiyla, bir anda o kadar onemli bir obje haline geldi ki, bitsin istemedim.

Itiraf etmeliyim ki Google amcami kullandim bu soruda, sanirim cevabi "Veba". Yeni birsey ogrenmek her zaman muthis! Bu yuzden yayinlamayin isterseniz, sadece paylasmak istedim.

Hikayeleriniz, yazdiklariniz, Bayan Lusin, cok hosuma gidiyor. Sanki Murdoch okuyorum postlarinizda. Sizi akrabammis gibi hissediyorum, ne yemek yaptiginiz filan cok ilgilendiriyor beni!

Neyse, yazin siz. hem de daha fazla...

sevgiler Lynx.

endiseliperi dedi ki...

sevgili lynx hoşgeldiniz!
murdoch hakkında konuşmak isterim. bir dönem takıntımdı. geçenlerde kaçak bahsetti, öyle hatırladım onu yeniden. ama pek de iyi hatırlayamadım. okumadığım bir kaç kitabını bulup okumak, çok hoş olur bu aralar.

öyle hoşuma gitti, öyle iyi geldi ki güzel sözleriniz... sahiden diyorum. çok teşekkür ederim. az önce kaçak da dedi, lusin devam etmeli, diye ama edebiyat dışı kaynak kitaplar almam lazım sanki. bakalım. yazmaya çalışacağım.

sevgiler çok.

endiseliperi dedi ki...

ahh şunu diyecektim; elbette yayınlayacağım yorumunuzu, ama sonra... bilmişsiniz elbette! ne güzel. çok ünlü kitaplar beni de korkutur bu arada. beyaz balina'yı ne kadar dikkatli okusam d aeksik bir okuma olacak o, diye korkarım. sonra hamlet, allahım ya, sanki o birkaç sayfa hiç d eokuduğun gibi değildir, bir sürü derin anlamı vardır ve onu anlamak için bir kucak dolusu daha kitap okuman gerekir. korkuyorum.

:)

sevgiler tekrar.

Adsız dedi ki...

Camus ve Veba diyeceğim.

Ünlü kitaplarla ilgili yorumunuz neden onlara çekinerek baktığımı açıklıyor biraz, yani ne okunuyorsa gençlikte mi okunacak. Çocuklara yüklenelim o zaman. Bizden şimdi nefret etseler de sonrasında hak verenler çıkar elbette.

Sevgiler

Ülker

justine dedi ki...

Peri,
itiraf ediyorum ben bu fiyakalı sigara içen adamın Veba'sını okumadım! Ama "Varoluşçuluk" canımdır, bunu söylemeliyim. Vakti zamanında Sartre sayesinde tanışmıştık sevgilimle, sevilmez mi hiç!:)

Nereden buldun öyleyse diye sorma şimdi, geçen gün İdefix'in roman alıntı yarışmasını cevapladım ben, n'aber?:p

Demek Peri cinsellik hakkında yazarken yüzü kızarır ha, onda tuhaf durur? Hah ha, ama Lusin ne hoş yazıyor, bayıldım! "Astronomi profesörü" hikayesini ise tekrar tekrar okudum, ne kadar doğru! Hemen mesaj attım hatta "ona", organizmam baharla değil belki ama "bir şekilde" kendinden geçti sanırım:p

"Yağmurda uluyan köpekler gibi umutsuz bir ruh bahara sırtını dönebilir ancak. Bahar tüm canlıların, aynı amaçla, çocukça bir eşitlik duygusuyla katıldığı bir alem serer gözler önüne. Bahar, bakılmak ister. Bakın!" Bu cümleler çok şiirsel, çok güzel. E. Şafak halt etmiş, bayanlusin'in yanında! (Aklıma sinir olduğum bir bestseller yazarı olarak ilk o geldi ne yapayım? Kadın her yerde!!!:p)

Sarıldım.

p.s.: Daha iyi oldun mu acaba? Hep bitki çayı içsen, meyve yesen ve yormasan kendini. Eğlenceli bir şeyler, mesela After Hours'u filan seyretsen. Hah ha, evet bu şakaydı!

Lily bugün daha beter oldu, burnu su gibi akıyordu. Ama o nasıl bir enerjiydi öyle! Alice'i kim bilir kaç kere okuttu, koştu, oynadı, benimle milföy böreği bile yaptı:) Gece kötü oluyor her şey, ve ben biliyorum "gece kötülüğün vaktidir." Shakespeare, evet.

Ayça Yaşıt dedi ki...

Alison Jolly Lucy'nin Mirası
İnsan Evriminde Cinsellik ve Zekâ'sı güzel bir kitaptır. Yanıt değilse de kitabı okuması çok zevkli.

Daha iyi misin şimdi?

Sevgiyle.

gülçin dedi ki...

henüz sabah. işyerinde üşüyorum. aşağıdaki çay ocağında daha yeni çay hazırlnıyor, çay kaşıklarının cam bardaklara konduğundaki sesleri duyuyorum. nerdeyse hohlasam buhar çıkacak, hırkama sarınayım. bu havada bahar okumak çok iyi geldi. biraz daha bahset sıcaklardan, olur mu :)


yabancı, albert camus?

endiseliperi dedi ki...

sevgili ülker,
yanıtınız doğru, buna sevinelim önce, ama pek de üzerinde durmadan devam edelim: bana kalırsa çocuklara yüklenmeyelim. çocukları, sanki onlar bir banka kasasıymış gibi, içlerinin bilim, sanat, gündelik yaşam pratiği gibi bir ton şeyle doldurulmasına ve bu yatırım tedbirleri ile çocuğun ilerde büyük adam olacağı varsayımıyla hareket edilmesine, şimdi tasarruf edip çalışanın, ilerde yuvasında mutlu karınca gibi yaşayacak oluşuna, o haylaz ağustos böceğinin ise gününü göreceğine ilişkin korku dolu yaşam bilgisine çok, çok karşıyım.

arçil küçükken, bildiğim az şeyden biri kitap okumak olduğu için, çocuksu oyunları, tarihimde böyle bir deneyim yaşamadığım için bilmediğimden de olacak, ona okuyup durdum. hatta zamanından önce kendi kitabını kendi okusun diye okuma yazmayı da vaktinden çok evvel, kendim öğrettim. arçil'in çocuk edebiyatı bilgisi çoktur da sonra bıraktı. ara sıra arçil, bana oynadığı bilgisayar oyunlarını gösteriri, onları açıklar, grafik ve kurgusu hakkında bilgilendirir ve oyunun kurallarını açıklar. bana kalırsa muhteşem şeyler. o karışık kurgular, değme sinema filmlerini aratmaz, grafikleri sanat zevkiyle doludur, diyaloglar çok zevk verir. bütün bunlarla birlikte seni oyuna davet eder ve kendini o oyunun bizzat içinde bulursun. eğer çocukluğumda böyle bir teknoloji ve olanakla karşılaşmış olsaydım, kitap okuyacağımı pek sanmıyorum. niçin kitap okuruz ki? müthiş derin bir insan olduğumuzu göstermek için mi? bu derinlikten doğan farkla kendimizle gurur duymak için mi? azımsanır bir neden değil, ama saygı da duyamayız buna. kitap okuruz, çünkü bulunduğumuz sıkıcı hayattan kitabın dünyasına kaçmak isteriz. arçil de bizzat bunu yapıyor ve korkarım ki ona sunulan dünya çok daha albenili. niçin okuruz? daha iyi, daha düzgün karakterli insanlar olalım, diye. kitap bize bunun yolunu gösterir. aslında arçil'in oyunlarındaki karakter çeşitliliği, oyuna online olarak interaktif katılan diğer oyuncuların tavırları vs öyle etkin ki; bir karakteri, kendi karakterini yaratmanın yöntemlerini bir şekilde sunuyor.

uzattım sözü ülker ama, bana kalırsa, kitap okuyan ben ile bilgisayar oyunu oynayan arçil arasında oyalandığımızın şey açısından niteliksel olarak hiç bir fark görmüyorum. kaldı ki, tonlarca iyi kitap okumuş, ama karakteri hiç gelişmemiş, okuduğu ile kendini var etmemiş, yaşam pratiği ile kütüphanesini ayrı kompartımanlara ayırmış onca insanı tanıdıktan sonra...

ancak, okuyan çocuk iyidir, çok iyidir ve desteklenmeli. ama zevk almakla, mutlu olmakla ilişkilendirilmesi gereken kitap okuma faaliyetinin çocuk için, çok sıkıcı, zorunlu bir edime dönüştürülmesine kitap adına da çocuk adına da şiddetle karşı çıkıyorum.

öpüyorum çok ve kocaman sevgiler.

endiseliperi dedi ki...

sevgili justine,
okursun ve seversin, buna eminim.

* ben varoluşçuluk ile 15 yaşında, tiyatro hocam murat abinin sohbetiyle ve bu konuda bana verdiği biri kuramsal, açıklayıcı bir kitap, diğeri camu'nün yabancı kitabıyla tanıştım. o sıralar çünkü müthiş bir karamsarlıkla dünyaya bakıyor, yaşamın anlamını ve benim bu yaşamda kim olarak, nasıl durmam gerekeceği ile çok ilgileniyor ve fakat öngördüğüm hiç bir şey bana tatminkar gelmiyordu. 15 yaşımda yaşamın, ne yaparsan yap, kim olursan ol kendini öyle olmaktan dolayı sonuna kadar sürdürebileceğin bir anlamı vaadetmiyor, intihar duygusu zehir gibi sinsi ve sessiz sızıyordu. murat abi, anlıyordu bunu ve bu nedenle öneriyordu bu kitapları ya, yaşamın dehşet verici kötülüklerle ve anlamı yerle yeksan eden sığlığına rağmen, her şeye rağmen onaylamamız gerektiğini söylüyordu. ama işte 15 yaşındaki o kafası karışmış, karanlık duygulu insanına, mesela mektubunda diyordu ki, "başarmak, senin için ne demek, bunu bir düşün bakalım."aslında böylesi bir tek soruya yanıt oluştururken, senin için neyin kıymetli olduğuna karar verirken, bir tek yanıtla yahu, kendini de belirlemiş oluyordun. çok para mı? gösterişli bir kariyer mi? fiyakalı bir koca mı? ne!

işte benim yaşam serüvenim böyle başladı.

* justine, iltifat candır:) teşekkür ederim yahu.

* çok iyiyim. dün yoğurt çorbası yaptım, içtim. limonlu keke bir tane de ayva rendeledim, yedim. bitki çayı yapmadım, limonlu çayla yedim. bal yuttum. sedergine ve katarin içtim. yatakta bol bol dinlendim. akşam woody allen'ın son filmini izledim. sıkılıyorum çok artık ondan. şu an iyiyim. mutfaktayım. sabah arçil için kalktığımda bir muz, mandalina, bir dilim kek yiyip, vitaminlerimi içtim. tekrar uyumadım. yatakta kitap okudum. şimdi çay demleniyor, bu arada kahve içip renklerle ilgili bir kitap okuyorum. after hours'u izlemedim. izlersem, bir tören havası vermem lazım artık:)

*lily, canım, iyileşecek elbette. çocukların gece kötü olması ne korkunçtur. insanı nasıl çaresiz hissettirir. shakespeare'i düşündüm bu sabah. hı hııı... onu düşündüm. talih'teki bir sahne, othello'daki bir sahneyi çok andırıyordu. talih'i yazarken, ona bakmam lazım.

* elbette bilmişsin şekerim:) kutluyorum. kırmızı kurdale takacağım sana.

öpüyorum, sevgiler çok.

endiseliperi dedi ki...

sevgili atze,
varsa yoksa edebiyat okuyorum ben ve bu takıntılı okuma türünü çeşitlendirmem gerektiğinin de farkındayım. önerdiğin kitap iyi bir kitaba benziyor. not alıyorum. daha iyiyim atze. hastalıkla birlikte üstüme bir yorgunluk çökmüştü. yapılacak işlerle enerjimi bir terazide tartarım genellikle ya, dün enerji azlığı beni depresif de bir insan yapmıştı. sanki zihinsel ve duygusal olarak da çok yorulmuştum da her şey sinirimi bozuyordu. ama dinlendim, yedim, içtim, enerji depoladım ve terazi nerdeyse dengede. yaşasın!:) bugün kafamda dolaşıp beni rahatsız eden işleri halleder, bunları da tasarruflu bir enerji kullanımı ile yaparsam, yarın çok neşeli olacağım mesela.

öpüyorum. sevgiler çok. ve teşekkür ederim ilgin için. zencefilli çay? hiç içmedim. ismi çok avrupai geliyor. bana ıhlamur, de, adaçayı de... ama filmlerde hep gördüğüm şu zencefilli gazoz'un ülkemize gelmesini sabırsızlıkla bekliyorum:)

endiseliperi dedi ki...

sevgili gülçin,
sabah işyerleri nasıl soğuktur -kalorifer gece kapatılır-, hele ilk gelen sensen, o koltuklar, masalar, sivri köşeleri ve bacakları ile takır tukur, havayı daha da soğuklaştırır sanki. geçen gün radikal'de okudum galiba, odaya sıcaklık vermek için, kaloriferi sonuna kadar açmakla bitmiyor iş, odanın renkleri ile oynasan, yumuşak ve kabarık yastıklar kullansan, sıcak renkli bir iki aksesuar koysan, o sıcaklık duygusu oluşuyor yine. masan için kırmızı, turuncu nesneler, oturduğun koltuğa pofuduk bir yastık öneriyorum:)

bakalım bayanlusin, bahar için daha neler yazmış. ben de unuttum gitti aslında onun yazdıklarını. bakarım, olmadı ben yazarım:) ama peri'nin zihni lusin'inki gibi aydınlık, uyanık, analitik değil. bilmece insanı değil pek peri. peri'de her şey bulanık ve her yanıt ihtimal dahilinde. peri hakikate asla ulaşamaz ve ulaştığı hakikat duygusundan asla tatmin olmaz, kuşkular içinde yaşar durur. yine de bir bahar yazısı yazamaz mı senin için! yazabilir. düşünelim gülçin:)

şimdi ısınmış olmalı odan. çay da içmişsindir. güneş de var! ah gülçin, şu an eminim çok mutlusun. conrad'da geçen gün şöyle bir şey vardı; "aslında," diyordu," önemli zihinsel kararlarımızın bir çoğu, ufak tefek, günlük durumlardan kaynaklanır." öyledir gerçekten de! bunu bilip, sıkıntılı zamanlarımızda önemli kararlar almamaya dikkat edelim, diyerek mektubuma son veriyorum:)

sevgiler, öpücükler.

meftun dedi ki...

bugünlerde canım hiç okumak istemiyor.. elimde Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ı var.. okumak için geç kalmış olduğumun farkındayım, sırf konuyu unutmayayım diye arada 5-10 sayfa okuyorum.. 129. sayfaya anca gelebilmişim..bilmecelerini okuyamıyorum, napiyim içimden gelmiyor :(.. sonra okurum tamam mı.. geçenlerde sizi rüyamda gördüm mail de gönderdim ama yanıt gelmedi acaba ulaşmadı mı :( neyse.. bi ses edip kaçayım dedim, seviyorum sizi.. seviyorum deyince de insan 1.tekil şahısı kullanmak istiyor, kullanayım mı nolur. seviyorum seni. saygılar..

endiseliperi dedi ki...

meftun,
mektubun gelmişti, meftun. ben de eğlenerek okudum. o sırada beni rüyasında görüp yazan çok blog arkadaşım da vardı. biraz da tedirgin oldum hatta:) yanıt yazmamış mıyım? bazen yanıtı kafamda geçiriyorum ve yazdım sanıyorum, demek yazmamaşım, kusura bakma N'olur. ama ben yazdım, kafamın içinde postaladım, nöronlarımın arasında bir yerde duruyor onlar:)

bazı kitapları sonradan okumak, yeniden okumak çok zorlayıcı olabiliyor meftun, haklısın. oğuz atay'ın tutunamayanlar'ı hep okunacak kitaplardan. ben lakin bir süre daha yeniden okumayacağım onu. sosyal paylaşım sitelerinde oğuz atay çok popüler. gün geçmiyor ki, ona gönderme yapılmasın, onun bir sözü geçmesin. sürekli uyarılan, böyle olunca sıkıntı ve acı veren bir dokunma haline dönüştü. dikkatler dağılınca yeniden okuyacağım. aslında geçen gün, seni çok mu yalnız bıraktılar sevgilim, başlıkla bir yazı yazıp, ben de oğuz atay'a ilgiyi hep taze tutanlar safında yer alacaktım ama araya ne girdiyse olmadı işte.

bunları niçin anlatıyorum? kendine insafsızlık etme, diye. ve bir öneri: başka bir kitap daha oku daha olağan bir tempoda ve arada oğuz atay'ı bu tempoda tut, yapabilirsen.

ben de seni seviyorum, meftun:)evet... sevgi en çok böyle söyleyince güzel.

teşekkür ederim. sevgiler.

not: bilmece yazıları uzun görünüyor, ama inan bana çok da sıkıcı değil. başlarsan bir şekilde akıyor. istiyorum ki oku ve bilmeceye katıl. ama dilersen, senin için kısa yazılmış bilmeceler de sorarım. bir sonraki kısa olsun, peki. senin için o da:)

Adsız dedi ki...

Peri Hanim,

Ben Hollanda'da yasiyorum. Gecen haftasonu "Cirque du Soleil"'in (dunyaca unlu Kanada cikisli buyuk coook buyuk bir sirk grubu) bir gosterisine gittim. Ismi "Totem", tam bir renk cumbusu idi! Bu sirk dunyanin bazi bolgelerinde sabit, bircok yerde de gezici gosteriler veriyor. Her ayri yerde ayri bir tema, benim gordugum Totem'di (origins of life).
Simdi lafin guzel yerine geldik: baska bir gosterisi, "Saltimbanco" 19 Şubat - 4 Mart 2011 tarihleri arasında Abdi İpekçi Arena'da gosterilecekmis galiba. Imkaniniz olursa kacirmayin, mukemmeller.

Cok gecmis olsun ve cok sevgiler... Lynx

endiseliperi dedi ki...

sevgili lynx,
evet gördüm ilanlarını gazetede. ben hiç sirke gitmedim. ne tuhaf, ya fırsat olmadı ya da ben istemedim. lunapark da mesela, çok az gitmişimdir. lunapark endişelendirir, o devasa nesneler ve onların korkunç harketeleri... hem kötü olayların mekanıdır filmlerde lunaparklar.

ister miyim şimdi önerdiğiniz sirke gitmeyi? sanırım bende istek ve imkan, menteşelerle birbirine tutturulmuş iki sözcük. ikisi birlikte pek az bir niyeti yerine getirebiliyor. istek olsa imkan, imkan olsa istek olmuyor. şimdi dediniz diye istek içimde kıpırdanıyor bişraz ya, imkan hiç oralı değil. bu kelebek uçmaz, size diyeyim.

çok teşekkür ederim öneriniz için, renkli bir şeylerin size beni hatırlattığı için...

sevgiler çok.

tavsan dedi ki...

Ben bu yaziyi yeni okuyabildim ama hemen itiraz hakkimi kullanmak istiyorum. Bilim sIkIcI degildir elbet:) Yoksa kimse bu uzun yaziyi okumazdi mesela, di mi:) Hem ben gokyuzunu avcumun ici gibi bilmiyorum mesela ve yildizlara dair yazdiklarin - tamamen dogru olmasa da -cunku gozumuzle gordugumuz yildizlar o kadar uzakta degillek, cunku biz ancak yakindaki parlak yildizlari gorebiliyoruz, dolayisiyla o yildizlarin suandaki gercek halleriyle bizim gordugumuz halleri birbirinden cok farkli degil. Bir de yildizlar -evrendeki diger maddeler/enerji gibi- yok olmaz; donusur, mesela bir beyaz cuceye, bir notron yildizina veya bir kara delige. Yani ozellikleri degisir ama orada dururlar ve artik gorunur degildirler. Ayni sey milyarlarca yil onceki halini teleskoplarla gordugumuz galaksiler icin de gecerli; onlarin da icindeki toz ve gazin hemen hepsi yildiza donusmus ve o yildizlarin da cogu sogumus, cokmus durumdadir ama galaksi orada baska bir durumda var olmaya devam eder;)
Burada tabii, birsey ne kadar degisirse degissin ayni seydir diyebilir miyiz tartismasina da girebiliriz. Bence keza ne bilim ne de felsefe sIkIcI.
Camus'nun da, Sartre'in da sadece birer tiyatro oyununu okudum; Caligula ile Seytan ve Yuce Tanri. Varolusculugu Kiekergaard'dan baslayip, Heidegger'e gelene kadar okumus idik diye hatirliyorum. Terimlerle aram cok iyi degil artik; okumaya tartismya unutmaya yuz tuttum.
O degil de ben iste bu profesorle iliskinin yurumeyecegi sonucuna takildim. Insanlar acik olsa, birbirini dinlese, anlamaya calissa gayet guzel yurur gider. Hem, bilim insani olmak sanatsal ya da dussel bakisa hic engel degil. Ve bilimsel bulgular da insana gokuyuzune baktiginda kurdugu hayaller kadar haz verebilir;)
Cok provokatif yazilar yaziyorsun ya Peri, dayanamiyorum geliyorum hemen doldurusuna:)

endiseliperi dedi ki...

:)
tavşan, bilim sıkıcı değildir. hem çok da faydalıdır, seviyoruz kendisini.

bu tatlı heyecanın ve coşkulu yorumların için teşekkür ederim.

canım tavşan, öpüyorum, sarılıyorum.

sevgiler.

Adsız dedi ki...

Ι love looκing through an artiсle that can maκe
men аnԁ womеn think. Alsо, mаny thanκs for allowіng me to сomment!


mу wеblog - SEOPressor V5 review