Salı, Aralık 14

yeşil'in sırları II

katil: yeşil

 Otel odamın kapısı hızlı hızlı vuruluyordu. Gözümü açtım. Uyandırılmanın en korkunç şekli. “Gir!” diye bağırdım aynı hırçın ve yüksek sesle. Onu gördüğüm her seferinde nedense hidrojen sülfür kokusunu duyma yanılsaması içinde olan burnumu hoşnutsuzlukla kırıştırarak, “bu ne telaş, Lisa?” diye sordum, kimyager arkadaşıma. Her zaman ki ölçen biçen, laboratuvarında onca ıvır zıvır, cam tüp arasında hayalet kadar sessiz ve sakınımlı dolaşan sebatkar bilim kadını arkadaşım, işyerine kör bir fil dalmış gibi darmadağınık görünüyordu.  Hala yatakta uzanmış yatan bana gazeteyi uzattı. “Perdeyi açsana,” dedim gözümü yazıları seçmek için kısıp. Yağmurlu, pis bir günün zehirli yeşilimsi ışığı odaya sızdı. Ahizeyi kaldırıp odama iki büyük fincan kahve getirmelerini söyledim. Gazeteyi alıp, bir daire içine alınmış haberi okudum:


“A-haa, şimdi anlıyorum,” dedim. Lisa’nın tutkuyla sürdürdüğü bir hobisi bu;  tarihe  bakıp, oradaki gizemli olayları, cinayetleri çözmek ya da kimsenin bir yazgı doğrusunda değerlendirmediği olaylar arasındaki bağlantıları, rastlantı ve şans faktörlerini de hesaba katarak yeniden analiz etmek. Ona kalırsa, mesela, Obama’nın başkan olması, tamamiyle Dred Scott adındaki kölenin 1846 yılında özgürlüğüne kavuşmak için açtığı davaya bağlıydı. Scott’un bu davayı kaybetmesi, önce kölelik karşıtı Abraham Lincoln’ün başkanlığının yolunu açmış, çok sonra ise Obama’nın. Bu bağlantılar onu sözün tam anlamıyla, büyülerdi.

Ya da, İngiltere’nin ve Amerika’nın en iyi adamı, profesyonel istihbaratçı  Philby’nin  aslında bir Sovyet casusu olması, sonraki tarihlerde Amerikan ve İngiliz gizli haberalma teşkilatlarının birbirlerine olan güvenlerini zedelemesi ve bunun sonucu olarak tarihte bazı olayların bu zedelenmeye bağlı gelişmesi Lisa için çok ilgi çekiciydi... ve Lisa boş bulduğu her saat kütüphaneye kapanıp okuyor, okuyordu.


Komplo teorilerini, buluşlarını üstünde denediği kişi ise bendim. Bildiklerimle ona sağduyulu itirazlarda bulunuşum, kılı kırk yararak bulduğu kanıtları önüme sermesinin coşku dolu bahanesini yaratır. “Saçı analiz etmene izin vereceğeni düşünüyor musun bu İngiliz koleksiyonerin?” diye sordum. Çünkü Lisa, Napolyon’un mide kanserinden öldüğüne inanmıyordu. Napolyon’un ölmeden önceki yılları içeren günlüğünü  okumuştu ve ayrıntılar üstündeki titiz çalışması göstermişti ki sürgün İmparator her gün yavaş yavaş zehirlenerek öldürülmüştü! Eğer Napolyon’un saçını analiz edebilirse, orada büyük miktarda arsenikle karşılaşacağına neredeyse emindi. “Ne yapıp edip o saçtan bir kaç tel alırım,” dedi, kahvesinin son damlasını başına dikip.

Bir süre görüşmedik Lisa ile. Bu saç hikayesini de neredeyse unuttum. Dün sabah buluşma önerisiyle bana telefon açtığında sesinde amacına ulaşmış, tatminkar bir ton vardı. “Sana her şeyi bir bir açıklayacağım,” dedi.
Bu sefer onun, büyük, yuvarlak masası ve tıklım tıklım kitapla dolu küçük çalışma odasında buluştuk. Ona, saçı nasıl ele geçirdiğini sorduğumda, göz kırpıp, sözde işveli bir kadın gibi kıkırdadı. “Hey allahım, Lisa, bilim aşkına yapamayacağın şey yok mu senin!” diye güldüm. Laboratuvarında ele geçirdiği saçı defalarca analiz etmiş ve şundan artık kesin olarak eminmiş ki, Napolyon Bonaparte zehirlenmiş. Ancak bunu kimin yapmış olabileceğine emin olamamış bir süre. İmparator’un sürgün yaşadığı evde yaklaşık yirmi  hizmetli varmış, ama hemen hepsi çok emin, güvenilir insanlarmış. Ayrıca bu tür eylemlere karşı çok hassas bir güvenlik ekibi varmış İmparator’un.  Kendisi adaya gönderildikten sonra atanan Vali J. M. Thompson gerçi Napolyon’dan nefret ediyormuş, öyle yazıyormuş günlüğünde ama, onu öldürecek kadar mı nefret ediyormuş?  


Neden sonra Lisa’nın aklına benim yeşil üstüne yaptığım araştırmam gelmiş. Hiç ümidi yokmuş yanıt alacağından, ama neden olmasın, gazeteye bir ilan vermiş. İmparator’un odasındaki duvar kağıdının bir parçasını elinde bulunduran insanlara bir çağrı içeriyormuş bu ilan.  Çok şaşırtan bir gelişme olmuş, ilana yanıt gelmiş! Bir kadın, duvar kağıdının örneğinden kendisinde bulunduğunu yazıyormuş mektubunda. İmparator’un evini ziyaret eden bir atası biraz duvar kağıdı yırtıp almış ordan ve koleksiyon defterine yapıştırmış. Kadın mektubuna bu parçayı da iliştirmişmiş.

Burada Lisa heyecanım ve merakım biraz daha artsın diye bekledi. “e. hadi devam et!” diye çığlık attım, “yoksa duvar kağıdı, Scheele Yeşili miymiş!?” “Evet!” diye çığlığıma çığlıkla yanıt verdi. “ Bir konuşmamızda söylemiştin Lusin, hatırla: Carl Wilhelm Scheele 1775 yılında arsenik çalışmasının ortasında en şaşırtıcı, en güzel yeşili icat etmiş. Boyanın 1777 yılında üretimine geçilmiş. Ama bilimadamının 1776 yılında arkadaşına yazdığı mektup endişe doluymuş. Kullanıcıların, onun zehirli olduğu konusunda uyarılmaları gerektiğini yazıyormuş. Ama satıcılar ya bu uyarıyı dikkate almamışlar ya da bu yeşil öyle çekici bir renkti ki herkes duvarına mutlulukla bu zehri yapştırmış. 

 “Koca İmparator Napolyon, duvar kağıdındaki yeşil nedeniyle mi öldü yani?... Piyuuu, kadere bak, onca topun, tüfeğin karşısından,  Rus soğuğundan sağ çık ve odanda huzur içinde şekerleme yaparken zehirlen…” “Evet,” dedi Lisa, “aynen öyle olmuş olmalı. Ayrıca günlüklerde Napolyon sürekli havanın neminden dert yanıyor. Arsenikle tepkimeye giren küf odanın bütün atmosferini zehirlemiş olabilir.”

“Ancak,” dedim düşüncelere dalarak, “yine de fena bir ölüm değil.” Lisa, neden, der gibi kaşlarını kaldırdı. “Çünkü o dönemde arseniksiz yapılmış korkutucu grilere, ürkünç kahverengilere, berbat sarılara bakarsak, insan odasının duvarında bu yeşilden başkasını düşünemiyor.” Bunun üzerine kahkahayı patlattık, İmparator’un şerefine yemyeşil nane likörümüzü de tokuşturduk.


Bilmece: çok kolay, napolyon’ın sürgün gönderildiği ve hayatının son altı yılını geçirerek 51 yaşında öldüğü bu adanın ismini soruyorum.


-bayanlusin'den-

6 yorum:

justine dedi ki...

Hey Peri!
Ne güzel bir soru, hadi soruyu geç, ne hoş bir konu (Adam öldürülmüş Justine, sen ne diyorsun!:p) ve sen film gibi anlatmışsın, okumalara doyamadım. Fakat tekrar tekrar okurken ben, bir şeye çok takıldığımı fark ettim. "Yeni Zelanda'da yapılan açık artırma", hah işte zurnanın zırt dediği yer! Ne rahat ülke tanrım! Dur anlatayım; şimdi, ben İstanbul'daydım bir zaman, duştan çıkmış, saçımı kuruluyordum. Bizim damat da oralı işte, içeriden Serap'la (ablam) konuşmalarını dinliyorum bir yandan. Serap kimlik konusunda coştukça coştu, tez konusu ya aynı zamanda anlattıkça anlatıyor Deyvo'ya (Ben David'e hep Deyvo derim, ve artık tüm aile öyle diyor:)) ama tuhaf bir şey var, karşı tarafın sesi zamanla iyice azaldı. Gülerek içeriye girdim, Deyvo, nasıl uykun geldi, kürtler, milliyetçilik, federatif sistem filan, masal gibi geliyor sana değil mi, dedim. Gülmeye başladılar tabii, sizin hiç mi derdiniz tasanız yok dedim, yok canım, yok bizim böyle sorunlarımız olmuyor, dedi. Adamlar hâlâ, yıllar yıllar önce buralara gönderdikleri anzakların anısını konuşuyorlar. Valla inan, köşe yazıları bile güncel değil, yok gitmese miydik oralara, ne işimiz vardı Allahın dağında filan, diye yazılıyor. Sizin orada Maoriler size sinir olmuyor mu, ben olurdum diyorum, olmuyorlar canım diyor! Hah ha şaka gibi. Evet, ne diyorduk, orada açık artırma da yapılır, bir tutam saç rahat alıcı da bulur tabii. Mis gibi ülke:p

A, soru neydi? Tamam tamam, St. Helena Adası dinlenmek için gayet güzel bir yer bana kalırsa. Fakat güvenli mi? Hiç sanmıyorum. İçki fıçılarına yavaş yavaş katılan arseniktense duvarındaki yeşil rengin gizeminden ölmesi daha anlamlı, Lisa’nın tahminine katılıyorum. Benim yerime de bir kadeh için, tarih ne komik ve ne anlamsız diyerek. Sen onca kişiye hükmet, adın cihanı doldursun, sonra hiç akla gelmeyecek bir şekilde öl. Vay ki ne vay! Ama yine de fena ölüm değil ha, ne dersin? Uyumak filan, kulağa kötü gelmiyor. Optimist Justine:p

Sarıldım.

p.s.: İki farklı yere koymuşsun yazıyı, cevabı da öyle yapayım o zaman. Şimdi Lusin’e uğruyorum, hoşça kal.

donnafelice dedi ki...

St.JL Helena adası , saç analizinde arsenik normalin 13 katı çıkmış.Ölüm sebebi mide kanseri olarak geçiyor.
blog unuzun yeni takipçisiyim yazılarınızı çok beğenerek okuyorum

Unknown dedi ki...

merhaba peri, Elba Adası olmasın orası? Monte Kristo Kontu kahramanı E.Dantes'nin Napolyon'dan gizli bir mektup alarak başını yaktığı ada.

sessiz izleyicilerinden biri :-)

endiseliperi dedi ki...

justine,
sen konuşurken, tüm duyularım "şenlik var!" uyarısı almış gibi gülümseme konumuna geçiyor. gülümsüyorum. yazık evet, bir ölümden bahsediyoruz oysa. napolyon, belki üzüntüsünden, belki gerçekten de mide kanserinden ya da bildiğin yeşil nedeniyle öldü. hırslı, kibirli ve onca insanın ölümünde parmağı olan bir adam, bir katil önünde sonunda. akıttığı onca kanın gerekli olduğunu düşünüp hiç rahatsız olmamış bir adam. insanlık ne tuhaf, ne çok kötülük üretebiliyor kurdukları sistemler için. kötü insan kötü olduğunu bilmeli. iago biliyordu. onunla bir tek bu noktada muhatap olabiliriz.

sabah kar yağdı. nasıl ki bahar bakılmak içinse, kar da öyle. her nasılsa yapacağı işler kafasında planlanmış olarak uyanıp, yataktan fırlayan ben, kendimi durdurup, bak, dedim... hayır, hayır düşünme, bak sadece. ama kadın olmak işlevsel düşünme yeteneği ile donanmış olmak demek, iyi ki arçil'e mont aldım, üşümeyecek, içine soğuk işlemeyecek.

tina benden önce uyanmış, temizlik yapıyordu. ben uyanınca şöyle bir bakıp, yine işine döndü. yaptığım her harekette uyarılıp, dikkatle, bir anlam bulma isteği ile bakıyor ya tina, onun karşısında pek saçma hareket yapmıyorum.

devyo'nun bizi anlaması çok zor. bir yabancı ile birlikte olmak bu anlamda tuhaf gelir bana. hissiyatın, mizah duygun, bir olaya bakışın sanki hiç bir zaman tutmaz. tutmaz yani. ama belki de derinleştirmek de gereksiz, gün akar gider.

bilmişsin tabii:) kutlarım. öpüyorum çok.

sevgiler.

endiseliperi dedi ki...

sevgili melis,
umarım pişman olmazsınız burada olduğunuz için. yukarıya sıkıcı bir yazı yazdım dün ya, eğer bir gün conrad okumak isterseniz, o zaman hoşunuza gidecek bir yazı.

evet, soruyu bilmişsiniz. yaşasın!:) zehirli olanın güzel olması ne şaşırtıcı değil mi? belki adli tıp o zamanlar çok gelişmediğinden bilinemedi bu. ama zaten kansermiş, başka bir ölüm ihtimali şaka gibi. hem cesedi yakılıp fransa'ya gönderilmiş.

teşekkürler, sevgiler.

endiseliperi dedi ki...

sevgili evvelzamaniçinde,
maalesef değil. elba adası ilk sürgün yeri napolyon'un ve fazlaca da üzüntü duymamış orda. keyfi gayet yerinde. sonra ülkesine dönüyor ordan ve ne enerji, siyasi faaaliyetlerine devam edebiliyor.

teşekkürler çok ilginiz için.

sevgiler.