Cuma, Ocak 7

işte her şey böyle başladı. vay be!... dahası, anneler ve kızları



yani sen şimdi hüzünlü, kafası karışık biri gibi yazılar yaz; sonra gidip kurabiyeler pişir, oğlunla şen şamata böyle videolar izle. resmen sahtekarlık:)

kaçak'la bir film izlemeye başladık kablolarda buluşup. güzelse size de diyeceğim birazdan. ben şu enfes kurabiyeden bir tane daha yiyip -kurabiyenin tarifini de veririrm belki-, çay koyarken siz bunu izleyin. görüşürüz birazdan.

***

çok duygusal. annelik filan, zor meseleler. annette bening'i çok sevdiğimi daha önce söylemiştim. yine söylüyorum. naomi watts da yine iyi. ben ağlamaktan şişmiş şu gözlerimi, yüzümü filan yıkayayım. yönetmeni, marquez'in oğluymuş. deha kalıtsal değil evet; ortalama bir iş o açıdan.




5 yorum:

meftun dedi ki...

:)

endiseliperi dedi ki...

n'aber, meftun?

justine dedi ki...

Periciğim,
ben bu adamı nereden hatırlıyorum acaba diye düşünüp dururken en sonunda buldum, Passengers filmi. Ne kötü filmdi tanrım! O filmi çok, çok, çok ama çok hastayken izlemiştim, hastalık bile değildi aslında (bak yine bir gizem verme çabası:p), uyuşmuş, koltukta uzanıyordum. Poliş yanımdaydı. Ben izlerken uyumuş uyanmışım, ki bu mucizedir. Filmlerde filan uyumam öyle, bir şeye gerçekten hakkını veririm:p İzlerken, okurken, bakarken, otobüste giderken filan uyuyanlara da özenirim. Neyse işte, çok kötü bir filmin yönetmeni olduğundan bakmıştım tabii, bu arkadaş neyin nesidir diye. Ve ne olmuştu biliyor musun; Poliş ve ben senin kurduğun cümleyi kurmuştuk o zaman. "Deha kalıtsal değil, allah affetsin artık günahlarını", filan demiştik:) Tamam tamam abartmayayım, adamın Nine Lives diye bir filmi de var, o fena değildi. Ben imdb sitesinde 7 vermişim bu filme, ee, kötü puan değil valla. Passengers'a mı, elbette 0! Hah ha, sıfır veremiyorsun pardon, bir. Rakamla 1!:))

Ne güzel film izlemişsin yine, ben uzun süredir sadece oyalanıyorum. Tezi bırakayım hep film ve kitap olacak hayatımda diyordum, sonuç kocaman bir boşluk! Nasıl şaka ama! Hayatın bana yaptığı tatsız bir şaka hem de. (bu tür cümleler "spritüel" kişilerce çok kullanılır, bende nasıl duruyor acaba diye deneme yapıyorum, sakın korkma.)
Bloğa aklıma gelen komik bir şeyi yazacaktım, bak saat kaç oldu, oyalanıp duruyorum, saçmalık. Eskiden günde üç Tarkovski, iki Bergman yapar üzerine de Zizek okur ve votka limon içerdim, yazık bana.
Artık gideyim ben geç oldu (yok yatağa değil, bloğuma filan:p), çok sarıldım.

justine dedi ki...

Aaa, unutmuşum header fotosu çok güzel, sevdim. Söylemesem olmazdı:)
Tekrar hoşça kal.

endiseliperi dedi ki...

merhaba justine (öhöm:),
şimdi mutfaktan geliyorum da bir düzen, bir temizlik bir kontrol.. merhaba yani. yuvarlak mutfak masasında oturmuş bir rol içindeydim. ne rolü? hiç bir şey yapmadan ve düşünmeden güneşlenip keyif yapma rolü verdim kendime. aklıma bir şey gelince kovalıyor, çay, sigara içiyordum. yok, elimde kitap mitap da yoktu. öylece duruyordum. lakin, gözüm ocak üstü dolabın doğramasındaki katılaşmış yağ damlacıklarına kayıp duruyordu. olan oldu sonunda, bir hışımla kalkıp, makineye atamadığım tencereleri, ocağı ve bittabi mutfak dolaplarını silmeye adadım kendimi. arada hızla gidip makinaya çamaşır attım, yerleri süpürdüm, ingilizce ödevini yapıyor mu diye arçil'e otoriter ve aman vermez bir sesle seslendim. bütün bunlar olurken, tina bağırdı bana, camı aç, diyormuş, ayy özür dilerim tina'cığım, duymadım, dedim, camı açtım. benim bu ve diğer hiçbir rolüm tina'ya sökmez, tamam mı! anlayacağın istanbul'da yazdan kalma bir gün yaşıyoruz. ehi ehi:) birgün klişe yarışması yapalım. aslında iki gündür mutfak camından olağanüstü gök manzaraları izlemekteyim. önceki gün soğuk, gri, durgun bir hava vardı ama ne oluyordu dersin? o fotoğraf gibi sabit ev görüntüleri arasında içerde inşaat olan bir evin penceresinde elektrik renkleri yanıp sönüyordu. çok sanatsal, dramatik bir hadiseydi. dün, güneş önce parçalı bulutlar arasında hüzmelerini denize gönderiyordu, hemen alttaki yoğun bulutlar kalanını engelliyor ve arkada, denize çok klişe, gurup kartpostallarında görebileceğin yoğun turuncu bir ışık düşüyordu. sonra ise bulut dağıldı, kıpkızıl güneş, ateş topu gibi kalakaldı ve deniz desen... bunu izleyen ben bu sefer, yaşlı, bilge, az konuşan bir yaşlı adam rolüyle, hayvanları toplayın, herkes sığınıklara, diye seslendim esrarlı bir tonla. sandım ki bu kadar güzellikten sonra bir fırtına filan kopacaktır. çünkü biz, tanrı'nın kaderimiz için hep iyi zarları atmayacağını, dehşet bir kötülükle bir denge sağlayacağı endişesiyle yaşayan insanlarız (öhöm).

passenger filmini izlemedim. gençken bende de iyi kötü her şeyi sonlandırma şeysi vardı da, artık salla gitsin, diyorum, öleceğiz yahu! ancak ebeveynlerinin başarı baskısı altında büyümek zorunda olan çocuklara acımak lazm, justine. lütfen yedeğinizde bir şefkat, anlayış bulundurunuz. bu film de eli yüzü düzgün vasat bir holüvut filmiydi yani. öle bayıla, ağlaya ağlaya izledim. ben hep derim film benden hangi tepkiyi istiyorsa veriririm, sonra b.ktan bir filmdi, deme hakkımı saklı tutarak. hem fena da değildi.

ama yani justine, yedeğinizde başkaları için bulundurmanızı tavsiye ettiğim anlayışa biraz daha zeytinyağ, kekik ilavesiyle bol soslu bir şımarıklık tavsiye ediyorum şimdi size. yahu, işte boşluk denilen hadiseye görev alarmı vermişsin, o da işini yapıyor. yani boşluk şimdi içine düşmeyecek de ne zaman düşecek! yani yaşıyoruz işte, bir şeyler yapıyoruz ve o sırada türlü türlü kavramlar içimizde rol kesmeye başlıyor. böyle deolmalı. hep mutluluk, hep huzur beklentisi... çok sıkıcı. yalnızlık, başarısızlık, anlamsızlık şeyleri zaten sabit değerler... madem öyle, salla gitsin.

hatıra: buz gibi ankara batıkent evi+fono setinden kasetçalarda ingilizce şeyler dinleme+votkalimon.

öpücükler, sevgiler.