eskisi gibi değilim hiç. gençken romanın içinde erir gider, kitabı kapattığım zamanlarda da kitabın içinden uyurgezer gibi geçerek yaşardım. yazar olmayı dilerdim. sanat eserlerine duyduğum bu tutkulu ilgi biçimi hala devam ediyor. ama farklı. onbeş yaşımda karamazov kardeşler’i ilk kez okuduğumda, bana tuhaf bir şey oldu, ama ne, bilmiyorum, derdim eğer o sıralarda bu tip duygulanımları paylaşabileceğim bir arkadaşım olsaydı, ona. üniversitede bana olan şeyi söylemenin şık bir şey olduğunu öğrenmiştim. gösterişli, ama şimdi bakıyorum da çok sığ analizlerini yapıyordum ivan’ın, dimitri’nin, alyoşa’nın. duruldum artık. gösteriş peşinde de değilim. kitabı da yazarlık cennetine ulaşmak için ibadet eder gibi okumuyorum.
okuduğum kitapla aramda bir ilişki, çoğunlukla da bir aşk ilişkisi kurulur. aşksız kılımı kıpırdatmam ben. şimdi meselem ama, okurluğu sanatçı payesine çıkarmak. yazarla bir okur olarak ben arasında eşit bir ilişki kurmak. iyi bir okuyucusu yoksa, kitabın iyi bir kitap olmayacağını düşünüyorum. mesela diyorum ki, ondokuzuncu yüzyılın sonlarında, o koşullarda yaşamış flaubert için iyi bir okuyucu muyum ben? onu dilediğince anlayabiliyor muyum? benimle mutlu mu? onun için kendimi nasıl mükemmel bir okur haline getirebilirim? kıskanç bir sevgili okurum ben; yazarla aramızda ki kitap dolayımında yaşadığımız zamanın kurulabilecek en muhteşem ilişki anları olmasını istiyorum. kitabın ilk sayfaları ile birlikte yazarın benden ne istediğini seziyorum. onun derinliğince başka hangi okumaları yapmam gerektiğini anlıyorum. üslubunun farklılığını, karakter yaratmaktaki titizliğini, konuya yaklaşımındaki insancıllığı kavrıyorum… sanki böyle artık. ve böylelikle ben onun idealindeki okur olabiliyorum. kalbim aşkla çarpıyor. ama sakin, duru, alçakgönüllü ve kıymet bilip, takdir edebilen bir aşk bu. gösterişe, sığlığa, kibre yer yok, aramızda olanın o karşılıklı duygudaşlığı ile dolup taşıyor, şükran duyuyoruz birbirimize. ben onu anlamış bir okur olarak devam ediyorum hayatıma, onu okumuş olduğumu hissettirecek bir derinlikle, ümit ediyorum ki o da iyi bir okurla karşılaşmanın mutluluğunu duysun.
flaubert’in gönül ki yetişmekte kitabı bitti. onun okuru olmak için çok bekledim. güzel, tatlı bir ilişkiydi; ilk zamanlar gönlümü ona çok açamadım, kuşkucu ve neden bilmem, güvensiz bir halim vardı. sonra sonra düzeldi. tekrar dönüp okumam belki ama aramız çok iyi. dostoyevski’nin kitaplarını daha defalarca elime alıp, okuyacağımı biliyorum oysa. “sanırım sen bunu demek istemiştin ve ben boş gözlerle geçtim. benim kusurlarıma, eksikliğime nasıl dayanıyorsun!... beni affet, yeniden başlayalım, inan bana bu sefer mükemmel olacak.”
geçelim. sanırım yirmialtı yaşlarında filan keşfettiğim bir yazardı, julian barnes. mizahi yaklaşımı, ayrıntılara düşkünlüğü, seni sevmiyorum kitabındaki kurgusu beni çok etkiliyor, eğlendiriyordu; hangi kitabı yayınlanmışsa alıp okuyordum. flaubert’in papağanı kitabını, kitaplarını okumadığım flaubert için değil, barnes için okumuştum o zamanlar. bu dönem flaubert okumaya karar verince tekrar elime alıp karıştırdım. madam bovary’yi okurken, onu da tekrar okuyacağım. flaubert’e benden daha aşık olan, onun ideal okuru olanı barnes’ın kitabından alıntı var aşağıda. zaman zaman yine eklerim kitabından alıntıları. eğer okuma planınızda flaubert’e yer veririseniz, barnes’ın bu kitabını da okumanızı öğütlerim.
"tanrı evreninde nasılsa, yazar kitabında öyle olmalı,
her yerde varolup, hiçbir yerde görünmemelidir."
“flaubert'in yazarın kendini aradan çekmesi konusundaki bu direnişi daha da derinlere iner. kimi yazarlar, ilke olarak buna katılırmış gibi yapar, sonra da arka kapıdan içeri sızıp, son derece kişisel üsluplarını okurun kafasına indirirler. cinayet kusursuzca işlenmiştir, yalnız olay yerinde kalan beysbol sopası, parmak izlerinden yapış yapıştır. flaubert başkadır. o üsluba inanmıştır, hem de herkesten daha çok. güzellik için, ses için, tam gerekli olan sözcüğü bulmak için usanmadan didinmiştir -ama hiçbir zaman oscar wilde gibi bir yazarınkini andıran türden, üstünü onu ortaya çıkaranın adının adının başharflerinin işlenmiş olduğu bir kusursuzluk için değil. flaubert için üslup konudan gelir. üslup, ele alınana dışardan eklenmez, onun kendinden kaynaklanır. üslup düşünülene sadık olmaktır. gerekli sözcük, doğru sözcük dizisi, kusursuz cümle hep "oralarda bir yerde" dir ve yazara düşen ne yapması gerekiyorsa yapıp onu bulmaktır. kimileri için bu, en yakın süpermarkete uğrayıp tel sepetlerini doldurmaktan çok bir şey içermez; kimileri için de yunanistan'da bir ovada kaybolmayı ve karanlıkta, karda, yağmurda aradığını ancak köpek gibi havlayabilmek türünden ender bir yetenek göstererek bulmayı içerir.
ayağı yerde, bilgiç yüzyılımıza bu biraz "taşralı" görünebilir (eh turgenyev, flaubert'in saf olduğunu söylememiş midir?) artık dille gerçeğin böylesine tamıtamına çakışabileceklerine inanmıyoruz -hatta nesnelerin sözcükleri doğurdukları kadar, sözcüklerin de nesneleri doğrudklarına inandığımız bile söylenebilir. ama flaubert'i saf -ya da, daha büyük olasılıkla başarısız- bulacak olsak bile, onun ciddiliğine ve gözüpek yalnızlığına tepeden bakmamalıyız. ne de olsa, onun yaşadığı yüzyıl, bir ucunda romantizmin orkidelerinin açtığı, öbür ucunda da sembolizmin esrarengiz masal cücelerinin dolandığı, balzac ve hugo'nun çağı olmuştur. ağzı kalabalık kişilerin ve yaygaracı üslupların ağır bastığı bir dönemde, flaubert'in kendisi için bilerek seçtiği görünmezlik iki türlü nitelendirilebilir: klasik ya da çağdaş olarak. onun onyedinci yüzyıla doğru geriye ya da yirminci yüzyıla doğru ileriye baktığını söyleyebiliriz. burunları havada bir tavırla bütün romanları, oyunları ve şiirleri "metinler" olarak sınıflandıran (yazar giyotine!) çağdaş eleştirmenlerimiz flaubert'i kolaylıkla es geçmemelidirler. o daha bir yüzyıl önce, metinler hazırlamış ve kendi kişiliğinin önemini yadsımıştır.
"tanrı evreninde nasılsa, yazar kitabında öyle olmalı, her yerde varolup, hiçbir yerde görünmemelidir." tabii bu, yüzyılımızda büyük bir istekle yanlış anlaşılmıştır. sartre ve camus'ye bakın bir, tanrı öldü, demişlerdir bize, dolayısıyla artık tanrı'ya özenen romancıların yeri de mezarlıktır. her şeyi bilmek olanaksızdır, insanın bilgisi yarım yamalıktır, bu yüzden roman da yarım yamalak olmak zorundadır. bu yalnız görkemli değil, aynı zamanda mantıklı duruyor, değil mi? ama acaba bu niteliklerden birine bile sahip olduğu doğru mu? ne d eolsa roman insanlar tanrı'ya inanmaya başladıklarında ortaya çıkmış değildir; ayrıca, ona gelecek olursak, her şeyi bilen bir anlatıcıya en çok inanmış olan romancılarla, her şeyi bilen bir tanrı'ya en çok inanmış olan romancılar pek de aynı kişiler olmamışlardır. bunun bir kanıtı olarak george eliot'ı da flaubert'in yanısıra anarım."
flaubert'in papağanı, julian barnes
can yayınları, çev. şavkar altınel
s.108-109
16 yorum:
Hemen okudum, hemen. Flaubert'le tanışmadım ben, gıyabında çok konuştum tabii, benden bekleneceği üzre:) Poliş tanıyor onu, ünlü madamını. Çok seviyor ayrıca. Ben de okuyacağım kesin, Bovary var elimde. Roman hakkındaki kapsamlı iddianame ile birlikte. Çok eski bir çeviri benim elimdeki, babamın kütüphanesinden. 42 basımlı Ali Kâmi Akyüz çevirisi. Eski ama ilginç bir çeviri. Kitabın içinde; metin harici 5 resim vardır, romanın bu ikinci basılışı aslının eksiksiz tam tercümesidir, eserin sonuna avukat Senard'ın meşhur müdafaanamesi ilâve edilmiştir, gibi gibi hoş notlar yazıyor:)
Kahvaltıdan sonra oturdum, kalkamıyorum buradan. Şimdi bir duş alayım, çantamı hazırlayayım ve bir kahve hazırlayıp sana yazayım.
Canım benim, sarıldım.
hahhaaa:) ben de martin eden hakkında onu okumadığım halde çok, çok konuştum. ablam geçenlerde okumuş da, bunu söyleyince ben, azarladı beni, şaşkınlık dolu bir kızgınlıkla, okumadan hakkında nasıl konuşursun, okusana! dedi:)
ah ne tatlı eski insanlar, ne çok seviyorum.ben yeni, işbankası yayınları'ndan aldım madam bovary'yi. sekizinci bölüme kadar nurullah ataç çevirmiş. çok da hoş çevirmiş. onun ölümüyle ataç'ın sevgili kıymetbilir dostu sabri esat siyavuşgil,dostu ataç'ın hatırasına saygısından, onun çevirdiği kısımlara hiç dokunmamış da hatta kendi çeviri dilini ona benzetmeye çalışmış. merhumla ikisi de flaubert'e hayranmış da bu da çabasını artıran bir konu olmuş çevirmenin. ne tatlı!:) kitabın başında hasan ali yücel'in çevirmenlerin önemine dikkat çeken bir yazısı var. bende senard'ın müdafaası yok da, flaubert kitabı ona içtenlikle, şükran duygularıyla ithaf etmiş. "eserim, sizin o eşsiz savunmanızdan sonra, benim gözümde bile umulmadık bir değer kazandı," demiş:)
böyle duygu selleriyle başladım madam bovary'ye.
hadi hazırlan sen. aman justine, öyle güzel diye incecik bluzlar koyma, enikonu soğuk istanbul, kalın kazaklar koy bavula. bir tane de hırka mutlaka. öptüm çok.
istanbul a mı gidiliyor? gidilmediği söylensin lütfen. herkesin kendi şehrinde kalması taraftarıyım da.
hamiş : yazıyla alakasız yorum yaptım. affola.
:) maalesef... üzücü söylentiyi ben doğrulayayım şenay: evet! justine istanbul'a gidiyor (geliyor. burası önemli değil bana kalırsa, bana ne istanbul'dan. önemli olan sevgilisi ile buluşacak. ne güzel! senin istanbul'un da cuma günleri değil mi?;) neler oluyor? sanki perşembeden cumartesiye zıplar bir halin var.
öpüyorum, sevgiler çok.
ya bi şeyler yazdım, internet koptu, gitti hepsi :( diyordum ki tam bu noktada size bir madam bovary yazısı takdim etmek isterim. gerçi madam bovary hakkında atıp tutmuşum biraz ama bir bakmak isterseniz:
http://neolitikhanim.blogspot.com/2007/07/madame-bovary.html
julian barnes'ı ben de seviyorum. flaubert'in papağanı'nı da senin tavsiyenle okumuş çok sevmiştim.
geçenlerde bir arkadaşımla madam bovary'den ne güzel dizi olur diye konuşuyorduk ama böyle bbc dizisi gibi (colin firth/bay darcy'li jane austen'ı düşünü) bir şey düşünün. entrika var, genç ve mutsuz kadın var, sadakat meselesi var, daha ne olsun? :) ne dersiniz bu fikre hanımlar? tabiy peri sen bu soruyu kitabı okuyunca hatırla olur mu?
öptüm sizi
neo the araya giren
(ya neden öyle yazdım, siz böyle tatlı tatlı sohbet ediyorsunuz ya, araya girip bi şeyler yazınca "ay böldüm galiba" duygusu oluyor eheh)
o muhteşem yazını nasıl unuturum, neo. iyi ki bağlantıyı verdin, yoksa bulmam gerekecekti, aklımdaydı.
yahu neo, madam bovary'yi ben nerdeyse satır satır biliyorum da, okumadım. yani dizi olur mu, olur, karamazov kardeşler'den dizi yapmışlar, ondan haydi haydi yaparlar. ben filmini de izlemiştim ve ne yazık, şimdi charles bovary ile emma düğün hazırlıkları içinde ve ben emma'yı hep isabel huppert olarak görüyorum. istemiyorum öyle görmeyi, hemen kovuyorum o görüntüyü ama öyle maalesef.
aşkolsun, araya girmek ne demek, her zaman başımın üstünde yerin var, neo. öyle diyip üzme beni.
öpüyorum çok, sevgiler.
Ah endişeliperi,varmı böyle arkadaş!!hergece yazılarından keyif alıyorum,en önemlisi ihtiyacım olan birşeyler öğrenme,paylaşma ihtiyacımı - ne acı sanalyollardan- sizlerden karşılıyorum. buyüzden çok mutluyum.bugece mesela,hemen notlarımı aldım,yukardaki sözü paylaşım yaptım face de.
Okunan kitapların yaşa,birikime
bağlı olarak tekrar okunması gerektiğine inanırım .M.Bovary ilk gençlik yıllarında, tamda dediğin gibi boş gözlerle okuduğum bir kitaptır.Yine dediğin gibi bu kitaplara layık bir okuyucumuyuz ki sanki.çoğumuz değiliz ama yazarların kitapları bizler için yazdığını sanmıyorum zaten..
Justine İstanbul'da! Ne güzel film ismi olur bundan, ama biraz şey bir film olur, hani nasıl desem. Şey... Neyse, geçelim:p
Benim şehrim yok, hep izinde olan Şenaycığım (ben ayda, yılda bir çıkıyorum, biraz anlayış:)), ben şehirsiz ve bohem bir kadın.., öhöm öhöm, adı üstünde; Justine Boheme!
Tamam, berbattı, bunu da geçelim:)
Ben de Şenay'ı Ankara ile birlikte düşünemiyorum zaten, Şenay benim kalbimde ve aklımda Dublin ya da Yozgat'ta filan yaşayabilir ancak. Ankara ile farkları ne diye soracak olursanız, ben biliyorum yeter:p
Periciğim ablana sonsuz saygım (ne ağır kelime bu) var fakat söyle bana, bir kafede Flaubert ile karşılaşsan (masal bu ya) kitabından mı konuşmaya başlarsın yoksa özel hayatıyla, kendisiyle ilgili önemli şeylerden mi konuşursun?:) Adam zaten sıkılmış olacaktır, kitaptan şundan bundan, başka başka şeylerden girersen konuya daha bir hoş olur.
Konu biraz dağıldı evet, topluyorum; ablanın dediği gibi okumadan ya da izlemeden konuşmamak için, öyle bir tavır büyük haksızlık olacağı için, Issız Adam filmini seyretmişliğim ve Aşka Şeytan Karışır kitabını okumuşluğum vardır! Kabus.
Çayım bitti, ne yapmalıyım şimdi? A, daha çanta filan hazırlamadım ben, biliyor musun!?
Kaçtım!
:)tamam, anladım ben o filmin nasıl olacağını. ama justine yine d e izlerim ben o filmi ve derinliğinden hiç şüphe etmem. canım.
benim de şehrim yok. en benim şehrim olmuş şehir de ankara'dır. zaten galatasaraylı görünen, fenerbahçeli olduğunu söyleyen, kalben beşiktaşlı olan biriyim ben:)
valla justine flaubert'le karşılaşsam kitaplarından konuşurum. arkadaşlarımla bile öyle, sıkıcı da değilim inan bana:)özel hayat hareketleri çok da ilgimi çekmiyor niyeyse. arkadaşlarıma yaşadığım olayları anlatırken de olayı pek önemsemiyoruz sanki. bu nedenle pek dedikodu heyecanı ile konuşmuyoruz.
valla izleyemiyorum ben. hani türkiye'nin yeni şişman komiği var, neydi adı, recep ivedik mi, ne kadar gündemde olursa olsun izleyemiyorum. zihnimi bir laboratuvara dönüştürdüm belki ve sonunda ne çıkacak bilemiyorum bu steril ortamdan, ama fena da değilim. sıkıcı mıyım? söyle sıkıcı mıyım! çok korkuyorum cevabından:)
sen şimdi istanbul yolundasın belki. sevimsiz, kişiliksiz gri bir hava var. hiç değilse yağmur yağsaydı. olsun, sevinçlisin, ne güzel:)öpüyorum çok, çok. kocaman sevgiler.
sevgili buket,
sanal yolun küçümsenmesine çok içerliyorum,bilesin. karşılığı, gerçek hayat mı oluyor?... işte orada yaşadığın ilişkilerin daha derin, daha tatminkar olduğunu söyleyebilir misin? ben söyleyemem, söylemeyeceğim de.
madam bovary çok tatlı bir kitap. kahkahalarla okuyorum, flaubert'in iğneleyici mizah anlayışına bayılıyorum.
yazarlar öyle derler ama ideal bir okuyucu için yazarlar. ben bile burda her yazımla nerdeyse bir okuyucu için yazıyorum.
sevgiler.
evet peri,sanal dünyayı küçümsemek değil,işte sorun burda da çıktı,yetersizliği çok acı.parantez içinde yazışımın benim durumumun içler acısı oluşu: fazla arkadaşım olmasına rağmen -gerçekten de , 1 tane bile sizler gibi yok- sende,atzede,justine de bulduğum paylaşımı kimsede bulamayışım ve akabinde gelen sanal durumun yetersiz ve soğuk kalışı.şimdi yani kanlı canlı sizler olsanız,gün içinde paylaşsak,bana kitaplar ve filmler versen..seyrettiğim filmeri bırak seyreden duyan bile yok.çoğu da ünvs mezunu..okulumuzda 2 edebiyat öğrtm var ama biri okumayı sevmiyor,diğeride bestseller okuyor.o anlamda sanal arkadaşlık yazınca bunu küçümsemedim ama çok üzüntü yaratıyor bu durum..
sevgili buket,
sanal denilen bu ortam bana yetersiz ve soğuk gelmiyor. yüzyüze karşılaştığım insanlardan daha az gerçek değil bana kalırsa. dediğim, tam da bu zaten. internette bir sürü güzel film izleyebilir, okumak istediğin kitapları burdan getirtebilirsin. ben seni anlıyorum ama doğru adam ben değilim bunu konuşman için sanırım. çünkü ben "gerçek hayatta" daha ne kadar kaçabilirim insanlardan diye düşünen biraz "arızalı" biriyim. kendimle de keyfim yerinde, gayet tatminkar bir ilişkim var kendimle. sevgilim, oğlum ve kedimle de çok şükür aramız iyi. yaşayıp gidiyorum.
adana'ya taşınmaya karar verdiğimde bana dediler ki orası küçük, sıkılırsın vs vs. benim insanlarla işim yok ki, ne sıkılacağım!
marketten çok alışveriş yapıyorum diye ben gidince çok saygıyla karşılıyorlar filan. bu bile beni çok incitiyor, çok, çok utandırıyor. kısaca ben insanların değer yargılarıyla, ölçüleriyle zaten olağan şekilde uğraşamayan buna beklenilen tepkiyi veremeyen biriyim. arkadaşlarım, ailem de siteyi okuyorlar, hangi havalardayım, ölü müyüm sağ mıyım biliyorlar. bazen görüşeyim istiyorum, sonra neden bilmem dalgınlaşıyor ya da
unutuyorum. bana kalırsa, yani ben öyle yapıyorum, kitabını oku, filmini izle, kendinle başbaşa geçirdiğin zamandan zevk almaya bak, derim. sanki böyle biraz yukardan bir anlatım oldu bu, buket, asla seni üzmek istemem. ama dedim ya bu derdi paylaşacağın doğru bir insan hiç değilim ben. sana önereceğim şey de, yalnız, daha yalnız olmak ve bu anları özel, değerli uğraşlarla derinleştirmek olur.
buket, kitap okumak, film izlemek, şu bu önemli değil aslına bakarsan. bunlar insanın gerçekten insan olmasını çok da etkileyen şeyler değil eğer insanın niyeti biraz karışıksa. ben sosyalleşmek için okumuyorum ki, yalnız kalabilmek, yalnız kaldığımda mutlu olabilmek için okuyorum. keşke dikiş bilsem, ondan zevk alsam, onu yapardım, hiç de niteliksel fark gözetmezdim. okuduğu bilgiyi kötü emellerine alet eden, çiğliği hiç pişmeyen insanlar çok fazla da ondan diyorum bunu. üstelik onlar, kullandıkları kavramlarla seni kandırırlar. hüsranın daha büyük olur.
insan evet bazen dokunarak konuşmak ister, gülümsemeyi görmek ister. arkadaşlarının arasında iyiniyetli, temiz kalpli, yardımsever biri vardır mutlaka. bu arkadaşının bilmem hangi yazarı bilmiyor olmasını umursama, hiç de küçümseme. bunlar laf, buket. gönül gözüyle bakıp, iyi bir insanı buldun muydu bundan daha şahanesi olmaz.
biraz dağınık oldu, nasıl, ne diyeceğimi tam bilemedim. seni de tanımıyorum, bu kadarla bitireyim.
sevgiler.
iyi bir okuyucusu yoksa, kitabın pek mahzun kalacağını düşünüyorum ben de. iyi bir okur bulmak iyi bir roman bulmaktan daha zordur.
sen de görünen o ki şanslı yazarladansın pericim. seni seven insanlar tarafından takip ediliyosun.
sevgiler.
erhan beyciğim benim, kutsal sözler bunlar:) teşekkür ederim.
grsrz.
kocaman sevgiler.
hiç mazzanttini okudunuz mu? can yayınlarında yayınlanan "sakın kımıldama" adlı kitabı beni o kadar etkilemişti ki...sizin de çok seveceğinizi düşünüyorum. yeni kitabı "sen dünyaya gelmeden"i henüz okumadım. ama mutlaka okumayı düşünüyorum.
içimden onu size önermek geldi...
hoşçakalın
sevgili adsız, çok teşekkür ederim öneriniz için. hayır, okumadım; ama aklımda olsun. kitabı görünce aklıma siz gelirsiniz; derim ki, işte şu tanımadığım milyonlarca insan arasından biri, yüzü gibi adı da olmayan biri önerdi bu kitabı bana;)
sevgiler.
Yorum Gönder