Pazar, Mart 13

ikiru


stres altındaki bedenin tüm organları işlevini yavaşlatır ve sadece tehlikeye maruz kalan organına destek olur. sonrasında yaşam devam edebiliyorsa, organlar bunun bedelini öder: ağrırlar. savaştan çıkmış bir ülke de böyledir. devletin bürokrasi mekanizmasının işleyişinde arıza görülür. kurosawa'nın 1952 yapımı ikiru filmi, böyle bir japonya'yı gösterir. belediyede abartılı bir dosya yığını arasında çalışan insanlar vardır. çalışmazlar da öyle görünürler, hizmet bekleyen halkın şikayeti o birimden bu birime gelip gider ve bundan komedi doğar. film bizim çok yakından bildiğimiz bürokrasi taşlamasının karikatürize edilmesi gibi başlar. dış ses, ironi dolu bir tını ile belediyenin halkla ilişkiler müdürü watanebe'yi tanıtır; ömrünün otuz yılını dosya yığınları arasında geçirmiş, şehriyeden başka bir şey yememiş, sıkıcı ve anlamsız bir rutin içinde "yaşar gibi yapmış", sürekli meşgul olup hiçbir işi şevkle ele alıp tamamlamayan watanabe'nin mide kanseri olduğunu söyler. kahramanın henüz bilmediği bu bilgiyi bize söyleyen tanrı-dış ses, domino taşına şöyle bir dokunmuştur da bakalım olaylar nasıl gelişecektir.


o zamanlar ve belki  şimdi de mide kanserinin japonya'da sembolik bir önemi var. bu noktada sizi şuraya gönderip, ikiru hakkında yazılmış bu nefis yazıyı okumanızı istiyorum, ama giderseniz bir daha buraya dönmezsiniz, diye de korkuyorum. o nedenle yazıdan öğrendiğim şu bilgiyi yazıyorum. okuyun, lütfen: "Watanabe’nin hastalığı biraz da Japon toplumunun yaşadığı ve savaşın neden olduğu, toplumun sosyal işlevlerini kaybetmesinin sembolik örneğidir. Aslında bir başka açıdan bakıldığında, Batı toplumu ve özellikle bizim toplumumuzda kalp kişiliğin, hislerin, ortak duygunun, karakterin ve ruhun merkezidir. Ama Japonya’da bu nokta farklıdır; bunu ifade eden karındır (Her kültür bir noktada, kendi karakterini yansıtmak açısından, patoloji ile ilgilenmiştir). Amerika’daki en önemli hastalık kalp hastalıklarıdır, Japonya’da ise mide kanseridir. Bu açıdan bakıldığında, fizyolojiden ziyade toplumun yapısındaki sorunları ve çarpıklıkları yansıtabilir bu hastalıklar. Salt bunları sembolize etmez. Harakiri yapmanın (yani bu da sonuçta karına uygulanan bir harekettir), açık sözlü ve samimi olmak ve sözünü tutmak anlamlarına geldiğini düşünüyorum. Bununla birlikte, Japonya’da buna dair belirli terimler vardır: “dürüst olmak”, “kendi karnını kesmek/yarmak” anlamlarına gelir. Üçkâğıtçı/düzenbaz olana da “karnının kara” olduğunu belirten bir deyim kullanılır." 

 
hazır bunu okumuşken, şu yazıyı da  okumanızı  istiyorum. filmle ilgisi yok da bedene siyasal olarak bakıyor, rahmi öğdül'den: "Antik dönemde bedenin siyasal metaforik kullanımı üçlü bir sisteme dayanıyordu: baş, mide bölgesi ve uzuvlar. Bu sistemde öncelik mideye veriliyordu; midenin besini kana dönüştürüp kanı atardamarlar aracılığıyla tüm bedene gönderdiği düşünülüyordu o vakitler. Mideye koordine edici bir işlev yüklüyorlardı. La Fontaine’in anlatısında da midenin antik dönemlerdeki bu işlevine gönderme yapılıyor. Uzuvların mideye başkaldırmaları boşunaydı, zira mide besliyordu onları, itaat etmek zorundaydılar.

Mideye ve karın bölgesine yüklenen bu anlamın Romalılar da devam ettiğini görüyoruz. Örneğin bu bölgede yer alan karaciğerin Romalılar için sembolik bir değeri vardı. Entrüsklerden kendilerine miras kalan geleneğe göre karaciğer kutsal bir organdı, karaciğer falına bakarak geleceğe yönelik kehanetlerde bulunuyorlardı. Karaciğer aynı zamanda tutkuların da yeriydi.

Geçmişle bağlarını kopardıklarını göstermek için kendilerini modern olarak ilan eden ilk Hıristiyanlar, pagan kültüre ait ne varsa her şeyi reddetme yolunu tuttular. Bedenin siyasal metaforik kullanımında da radikal bir değişim gerçekleşti. Başın sembolik değeri alışılmadık şekilde Hıristiyan sisteminde güçlü hale gelmişti. Hıristiyan hiyerarşisi içinde yüksekliği, yüceliği simgeliyordu baş. İsa’nın ve onun temsilcisi hükümdarın baş olduğu tek bir beden tahayyülü olarak siyasal bir yapı ortaya çıkıyordu böylelikle. Öte yandan bu yeni beden metaforları konfigürasyonunda “kaybeden” bir organ vardı: karaciğer. Romalıların prestijli bir konuma yerleştirdikleri karaciğer artık şehvet düşkünlüğü ve cinsel arzunun yeri haline gelmişti. Başın hiyerarşide yüksekliği sembolize etmesine karşın, beden hiyerarşisinde alt kısımları temsil eden karın bölgesi ve karaciğer pejoratif bir anlam kazanmıştı."


watanebe doktora gider ve bizim bildiğimizi doktor da söylemez ona, ama bekleme salonundaki adam doktorun muhtemel tüm imaları üstüne watanabe'yi aydınlatmıştır. ölecek hastaya doktor ne istersen onu ye, der. doktorun hastadan bilgi gizlemesi doğululuğa has bir incelik, terbiye elbette. mesela dr. house hastaya neredeyse zevkle, öleceksin, der. üstelik hastanın zavallı karakteri vurgulanır ve yaşadığı hayatın da boktan bir hayat olduğu ifade edilir. üstüne, house tarafından tanrı'nın olmadığı da belirtilir. hal böyle olunca hasta onca yıllık yaşamının çöplükten ibaret olduğunu farkeder de ölmek kabullenilir olur. ikiru filminde ise tanrı'dan hemen hiç bahsedilmez. belki atom bombasının onbin derecelik ısısında tanrı kavramı da küle dönüyordur. yani watanebe için ölümden sonra tanrılı gelecek zaman değil de geçmişi önemlidir. bomboş, değersiz bir hayat yaşadığı gerçeği ile yüzleşir. acilen ve topluca "yaşamak" ister.


watanabe'nin yerinde olsaydık, biz ne yapardık, hiç bilemiyorum, ölüm tarihini biliyor olsaydık yani. yaşadığım şu hayatı olduğu gibi yaşamaya devam ederdim gibi geliyor bana. bu arada watanabe'nin yaşadığı dünya hızla amerikanlaşmış, gayet tüketime dönük, korkunç bir yabancılaşma ve yalnızlığın olduğu bir dünyadır. bu nedenle watanabe hayatı için bir anlam üretmeye kalktığında, herkesin yaptığı gibi "eğlenmeye" çalışır. barlara, striptiz kulüplerine takılır. boş işler tabii.



aynı işyerinde çalıştığı çocuksu ve neşeli kızla bir bağ kurmaya çalışır, kendisinin de dediği gibi, yabancılaştığı oğlu değil, tek yakını o kızdır. niçin bu denli hayat dolusun, ne yapıyorsun, diye sorduğunda kıza, kız, ona "bir şey yapmasını" önerir. watanabe'nin aydınlanması da böyle olur. filmin başında patlayan kanalizasyon boruları nedeniyle bataklığa dönmüş arazinin park yapılmasını isteyen kadınların talebinin yerine getirmeye karar verir ve işlemeyen bürokrasi çarklarını işletmeye canla başla çalışarak oraya park yapılmasını sağlar.


biz bunları onun cenaze töreninde öğreniriz. watanabe bir süredir gizemli bir şekilde filmde gözükmemektedir. cenaze töreni, watanabe'nin çabasının küçümsenmesi ve sonra da yüceltilmesi şeklindedir. watanabe, yaptırdığı parkta, kar altında, salıncakta huzurla sallanıp, "hayat kısa, aşık olun bakireler" şarkısını söyleyerek ölmüştür.
filmi şuradan izleyebilirsiniz.

6 yorum:

erhan b. dedi ki...

hmm.. bu hikayede benimle ilgili bir takım hakikatler açığa çıkıyor olmalı. izleyeyim.

endiseliperi dedi ki...

izleyin mutlaka, erhan bey. gerçi sorun hakikati bilmemek değil. hepimiz öleceğimizi biliriz ve günler, aylar geçer, geçer.

neo dedi ki...

ya ne güzel film yazıları yazıyosun! böyle dergi formatında olsa keşke diyorum, yanında çayla, koltuğa yayılarak felan okuyabilsem.

kurosawa'nın bu filmini bilmiyordum, bir de japon muhiplerinden olucam peh! izleyeyim ben de. benim festivalde izlediğim samuray filmi sanjuro da güzeldi. esasen aksiyon filmiydi ama komik kadın karakterler vardı, başroldeki free-lance samuray çok cool bi tipti. bi ara bakarsın belki.

öptüm

erhan b. dedi ki...

ve o esnada billur tuz akar akar akar...

endiseliperi dedi ki...

sağol, neocum. ben de düşünüyordum ki, sıkıcı filan mı oluyor bu film yazıları, nedir.

senin bu filmi çok seveceğini düşünüyorum. dün akşam yedi samuray filmini izleyecektim, kurosawa'nın ikiru'dan sonra çektiği film. vazgeçtim, başka, yenilerde çekilmiş bir film izledim. fena değil. yazarım onu da.

sanjuro aklımda, izlemedim hiç onu ben. belki bu akşam izlerim.

öpüyorum. sevgiler.

endiseliperi dedi ki...

sevgili erhan bey,
neydi o eski, masum günler! çocuktuk da. billur tuz beyaz bir mutluluk gibi akar akardı. zamanı bırakın, haritayı da başka türlü ezberlemiştik biz, dünya coğrafyası böyle değildi. büyümemiz hiç hayırlı olmadı.

sevgiler çok.