Pazar, Nisan 10

edebiyat dedektifi (madam bovary-madam de mauves)

don kişot'u yola çıkaran (yoksa yolundan çıkaran mı demeliyiz, sevgili cin okuyucu?) okuduğu kitaplardı. emma, trajik hayatının adını madam bovary koymadan önce, gönderildiği din okulunda gizlice romantik kitaplar okurdu. bu kitaplar, onun kendini ve dünyayı kavrayışını, hayatının gidişatını anlamak için çok, çok önemlidir. diyebiliriz ki madam bovary'de bir suçlu varsa o da okuduğu kitaplardır. siz diyeceksiniz ki bana, insan tüm deneyimi ve sahip olduğu tüm düşünsel gücünü seferber ederek bir kitabı okur ve anlar.  zihni o kitaplarla biçimlenen emma, o kitapları o şekilde anlayıp etkilenmeye teşne bir yapıya sahipti. öyle de olsa, küçük bir köylü kızın ne tür yaşamsal deneyimi olacaktı, diye karşı çıkar, emma'yı savunurdum. ben emma'yı seviyor ve anlıyorum bi kere!

nereye gelmek için dolaşıyoruz? şuraya: henry james'in madam de mauves uzun öyküsünü okudum geçenlerde. iddiamız şu: henry james'in madam de mauves hikayesi (1874), flaubert'in madam bovary'sinin (1857) başka türlü bir okunmasıdır. madam de mauves karakteri, "eğer madam bovary başka koşullara sahip olsaydı, isteklerine kavuşsaydı ne olurdu" nun bir yanıtı gibidir. madam de mauves, ona katılarak ya da karşı çıkarak, madam bovary düşünülerek biçimlendirilmiş bir karakterdir.

yok yaa!
yaa, yaa!..:)

james bir yıl kaldığı paris'te flaubert'le tanışmış, onun hakkında eleştiriler yazmış. genel olarak fransız romanlarından, özellikle daudet, zola, maupassant ve flaubert'ten çok etkilenmiş.  flaubert'in roman anlayışı conrad gibi onu da derinden etkilemiş. benim conrad'la çok sevdiğim o katmanlı anlatı tekniği james'de de var. conrad'ın marlow'u, tanık olduğu ya da başkasından duyduğu bir hikayeyi bize anlatırken, okuyucu olan biz, olayları ve karakterleri marlow'un algısından izleriz. bu da çoğu şeyi belirsiz, bazı bilgileri güvenilmez yapar. biz bazen anlatıcı marlow'dan daha iyi görür, konuyu daha iyi bile algılarız. çünkü iyi yazar, karakterini ve anlatıyı doğru sunabilmek için kendini frenleyip, bilinçli olarak aklındaki o albenili cümlelerden kaçınır. iyi yazar için sıradanlaşmak çok, çok iyi bir kurgu becerisi gerektirir.  şık cümlelerin patlatıldığı, her daim parıltıyla dolaşan karakterlerin arz-ı endam ettikleri çoğu kitabın iyi edebiyat sunamaması bundandır.

uçuyoruz. ama bakın tutuyoruz da: james'in bu hikayesinde "güvenilmez anlatıcımız" var; longmore.  onu seviyoruz. dürüst, açık seçik, erdemli ve james'in kasti olarak belirttiği gibi, hayalgücü zengin bir delikanlı. biz, kitabın kahramanı madam de mauves'ı longmore'un tanıklığında tanırız.  onun hayalgücünün gelişmiş olmasının, bakışını güvenilmez yapmasında önemi büyüktür. dolayısıyla, longmore'un şahsiyeti, olaylara bakışı, insanları algısıyla kusurludur anlatı. james'in yöntemi de bizzat budur zaten; james, longmore un anlatısını keserek, longmore'un madam de mauves karakteri hakkında bilmediği bilgiyi bize, okuyucuya sunar. biz, longmore'un nerede yanıldığını, algısının nerede yanlışa düştüğünü görürüz. james, böylece kendi okuyucusunu yaratır,  okuyucusunu kendisiyle eşitler, onun zekasına güvenir ve anlatıcından çok okuyucusunun algısına öncelik verir.  onun okuyucusu olmak iyi hissettirir. çünkü okuyucu bir kitap parasına birçok anlatı okuyor gibi, karlı bir iş yaptığını düşünür. hem düz anlamda anlatıyı okur, hem longmore'un bakışından hikayeyi okur  hem de bu çifte okuma neticesinde kendi anlatısını yaratır aslında zihninde. daha ne olsun!

henry james'in bu sefer de -aslında onun edebiyat tarihine bakarsak ilk kez bu hikayesinde- meselesi, amerika-avrupa çatışması. kişisel olarak bu çatışmayla hiç ilgilenmiyorum ben. türkiye'de yaşayan okuyucu ben, doğu-batı karşılaştırmasını daha çok içselleştirebiliyorum. bu nedenle dostoyevski'yi okurken daha rahat, daha konforlu, nasıl desem,  benim meselemi anlattığı için daha kolay bir okuma gerçekleştirebiliyorum da henry james'in amerika-avrupa karşılaştırmasında onun odağına saygı duyup, onun belirlediği konumdan bakıyorum meseleye. aslında bu hikayede, avrupalı'ya james tarafsız bir gözle bakıyor da, anlatıcısı longmore oldukça önyargılı. bunu da böyle değerlendirmek gerekir.  niçin bunu diyoruz? longmore da madam de mauves gibi amerikalı ve karşılaşmaları fransa'da oluyor. longmore, madam de mauves'ın güzelliğine ve erdemine romantik duygularla yaklaşırken, memleketlisi olarak da onun tarafını tutuyor. geçelim bunları; şuraya gelelim artık:

madam de mauves, amerikalı çok zengin bir ailenin kızı. paris'te bir rahibe okulunda okuyor. kütüphanede okumalarına izin verilen kitaplar da bir takım romantik, şövalye kitapları.  bu kitaplarda hep cesur ve dindar soylular var. madam de mauves bu kitapların da etkisiyle soylu bir adamla evlenme düşleri görüyor. sanıyor ki, kalıtım yoluyla geçen soyluluk o insanın kişiliğini, tüm davranışlarını da yönetir. böylece, okulunda, soylu ama yoksul, fransız bir kızın abisiyle evleniyor. hikaye, madam de mauves'ın mutsuz evliliğini anlatıyor. kocası görünüşte ve alışkanlıklarında soylu inceliklere sahip, ama iyilik duygusunu yitirmiş, bencil, ahlaki olarak dejenere olmuş; karısını aldatıp duruyor.

bana kalırsa ergenlik çağında, romantik, hayalperest madam bovary ile madam de mauves okudukları kitaplar ve yönelimleri ile birbirinin tıpatıp aynısı. ama koşulları farklı, madam bovary, soyluların katıldığı baloda gördüğü ve hayalindeki ideal erkek olarak simgeleştirdiği, yıllar sonra, öleceği gün bile, bir telaş onu gördüğünü sandığı vikontla evlenseydi, ne olurdu? bana kalırsa madam bovary doğası gereği erdemsiz bir kadın değil. kaba saba, onu hiç anlamayan, ham, işlenmemiş sevgisini madam bovary nin incelmiş zevklerine uygun olarak sunamayan kocasını aldatmak, onun dilediği bir şey değil. ilk olarak rodolph tarafından baştan çıkarılışında, sadece yeni bir hayat imkanı, ilişkinin sadece aşkla nefes alabilen bir şey olduğu düşüncesi var. buna rağmen direnmişti rodolphe'a. ona gönlünü verişinde ise aşkın her şeyi affedeceği, affettireceği bilgisi vardı. daha sonra dejenere olur madam bovary, evet   girilen yol bildiğini okur çünkü bir süre sonra.

madam de mauves, soylu baronla, madam bovary'nin vikontuyla evlenir. yüksek ahlaki anlayışa sahip, yüce bir erdemlilik örneğidir, madam de mauves. hikayenin gidişatını da bu belirler. erdemin aşırılığı bir yıkıma neden olur. kendi doğruca kimliğine sımsıkı bağlı,  kaskatı bir ahlak abidesi olan madam de mauves, ona aşık olan, her şeyiyle ona yönelen kocasını bağışlamaz ve ölümüne neden olur.

bu öyküyü siz de okursanız eğer, aklınızda madam bovary'yi de dolaştırın; bakalım ne düşüneceksiniz?.

 
madam bovary/gustave flaubert/ç. nurullah ataç-sabri esat siyavuşgil/iş bankası yayınları
kısa romanlar, uzun öyküler/henry james/ç. necla aytür, ünal aytür/iş bankası yayınları

4 yorum:

justine dedi ki...

Günaydın canım.
Özellikle bu zamana saklamıştım yazını, sağlam bir kafayla, çayımı içerken ve mutlak bir sessizlikte(!) okumam gerekiyordu.
Ve okudum! Şimdi gayet huzurluyum, biraz heyecanlandım, elim kitaplıktaki bir iki kitaba gitti, aklım onlarca yere, ama şimdi daha sakinim, düşünüyorum;) Evet, edebiyatta hafiyelik yapmak çok eğlenceli, ve okuma sürecini zenginleştiren bir deneyim. Ben James'in Madame de Mauves'ini okumadım fakat James'i bilirim. (-nasıl bilirsiniz Justine hanım? -iyi biliriz tabii, ah o yürek burgusu!;p) Onun Flaubert hayranlığını Orhan Pamuk'un kaleminden okumuştum. Kısaca şöyle diyordu; Turgenyev, Henry James, Tolstoy ve Theodor Fontane'in Flaubert hayranlığı romanlarına yönelikti. Conrad, tekniğiyle meşguldü. Sonraki kuşaklarda ise bu ilgi yazarın kendisine, mektuplarına ve hakkında anlatılanlara yönelmiştir. (benden bahsediyor;))

Seni dinlerken benim de aklıma Lady Chatterley geldi. Anna'yı düşündüm ama hayır, Tolstoy ne kadar etkilenmiş olursa olsun, Anna okuduğumuz kadarıyla daha "erdemli", daha "duygusal", daha "içli", daha "annelik hisleriyle dolu" tasvir edilmişti. Lady benziyor ama bak. Tamam çocuk filan yoktu onda, geleneksele ve rutine bağlılığını o açıdan karşılaştıramayız fakat okuduğu kitaplardan etkilenip hayatını ona göre kurma, ve bu şekilde mutlu olacağını sanma yanılgısı onda da vardı. Bir de Lady daha çok siyasi ya da dönemin modasına uygun kitaplar okuyordu, romantik kitaplara burun kıvırıyordu ama gençlik nihilizminin kişiye gördürdüğü düşler ve bunların "mutlak" sanılması durumu onun için de geçerliydi. Sen iki kadının koşullarının farklılığından bahsetmişsin, Lady'nin kocasının kötürüm olmasını ve cinsel yaşamlarının olmamasını düşündüm ben de. Bunun aldatma için bir neden olup olmayacağını. Hayır, o sadece küçük bir neden, ayrıntı. Lady Anna'dan çok, -senin anlattığın ve benim yazılanlardan bildiğim- Emma'ya benziyor. "Yeni bir hayat imkanı", tutku ve çekimden çok, "ilişkinin aşkla nefes alması" düşüncesine deli gibi bir inanış. Düşünsene, Emma'da devamlı bir, hayal dünyasına inanma, olmak istediği yer, saplantısı var. Anna'da bu yoktu. Lady ise, bu saplantıyı, güzel bir sevişmenin getirdiği eksiksiz bir orgazm üzerinden ve elbette bu mutluluğun aşkla yaşamı sağlayacağı inancıyla yapıyordu.

Konuşacak çok şey var, biraz durayım şimdi. Dişlerimi fırçalayıp bir nefes alayım. Belki yine yazarım sonra.
Çok teşekkürler canım yazı için, eline sağlık. Zevkle okudum ben.

p.s.: Ben şimdi, seninle konuşurken bunları anlatsam, evet'lersin, yok hayır o kadar da değil dersin, gülersin, vs. vs. ama burada böyle yazınca çorba oluyor işte! Alamamışız Flaubert'in tekniğini ne yapalım yahu?!;p

endiseliperi dedi ki...

günaydın, justine
kitabı elime aldığımda bir dedektiflik şuuruyla hareket etmiyorum, aslına bakarsan. okudukça, sözcükler illaki beni başka bir anlatıya gönderiyor. bundan sonrasında okumanın heyecanı katlanıyor. çünkü yazarın zihninin içindeymişim, onun okuma tarihini kavrıyormuşum, onun okuduğu kitaptan neden etkilendiğini ta ordan, içerden inceliyormuşum gibi hissediyorum. bazen yorumumda aşırıya kaçıyor, kitabı kapatıyor, hal böyleyken, anlatının nasıl ilerleyeceğini tahmin ediyorum. bu böylece ileriye ve geriye bir okuma süreci oluyor. geriye; yazarın yaratım sürecindeki birikimine doğru ve ileriye; anlatının kendi geleceğine doğru.

eskiden iyi bir okur değilimişim ben. ama iyi bir okur olmak için yeterince edebiyatla beslenmek lazım zaten. eskiden okuduğum kitapları yeniden okumam, biraz suçluluk duygusu temelli oluyor bu nedenle. yani "o kitabı okudum," demişim de bu cümleyi de o kitabın okuru olmayı da haketmemişim. şimdi hak etmeye çalışıyorum. bu bağlamda lady chatterly'yi okumuşum da şuursuz bir okuma olmuş bu. kendimi anlatıya sereserpe bırakmışım.

şimdi senin bu yorumunla, onu tekrar okumam, okumadığım anna karenina'yı ise okumaya başlamam gerektiği çok açık. çok teşekkür ederim, bunun için. ayrıca bu yazıya gösterdiğin ilgi, içten yaklaşım ve hak edip etmediğim konusnda kuşkulu olduğum takdir sözlerin için de. benim için çok kıymetli. hiç çorba olmamış ayrıca yorumun, benim için katkısı çok oldu, inan bana.

bugün yağmur var istanbul'da. bu gri ve vurdumduymaz hava bana, "başaramayacaksın, o kadar kolay değil," diyor... böyle diyor olmalı ki, içim yeniklik duygusu ile eziliyor. rüyadaymışım gibi, "neyi başaramayacağım?" diye soramıyorum. bunu bilmem gerekiyormuş. teras duvarına dizilmiş kara güvercinler, uzağa, sisler içindeki adaya, ben de onlara bakıyorum. aklımda tek soru var, "neyi hatırlamam gerekiyor da, tamamen unutmuşum?" öyle bir hava, hüzünlü, derinden derine bir telaş duygusunu bastıran bir durağanlık.

teşekkür ederim çok bu nefis yorumun için. çok, çok sevgiler.

justine dedi ki...

Canım Peri,
bir cümlene takıldım, kalbim, işte o cümlede tuhaf bir şekilde attı. Hayır, edebiyat yapmıyorum!

"neyi hatırlamam gerekiyor da, tamamen unutmuşum?", işte, bu! Ben böyle diye diye bu yaşa geldim.

Şimdi kahve yaptım kendime. Granül kahve. Nasıl olmuşsa olmuş, kararmış. Asla ıslak kaşık sokmam ben kavanoza, ama olmuş işte bir şekilde. Olsun dedim, kokusu yeter, zaten yarısını bırakırım ben her şeyin. İçeceğim yine de. Burada da tuhaf hava; insana mutlaka ama mutlaka büyük bir acizliği olduğunu, bunun engellenemezliğini ve fakat anlaşılabilirliğini, yine de bu anlayış rahatlığının kalpte "tanımsız" bir sızının oluşmasını önleyemeyeceğini anlatıyor. Büyük camları var bu evin. Şimdi o camlara tıp tıp yağmur damlaları vuruyor, ee, güneş de var azıcık. Net değil çıkıp çıkmayacağı. Kendini gösterip kayboluyor. Neyse, hafif aralamıştım camı, kapatmak zorunda kaldım bu sesi duyunca. Bak, bu "bir çeşit" ağlayışa çok benzer; ben çok iyi bilirim. Öylesine otururken, konuşurken, yalnız ya da birileri varken yanında, hiç fark etmez. Bir damla yaş gelir gözünden, yalnızsan sen anlamazsın, birisi varsa o anlamaz ne olduğunu. Anlaşılmayan şeyin üzerine eğilmezsin haliyle, hatırlaman gereken şey, hatırlaman gereken o şey, unutma, “o şey”, bir baskıyla geçer gider. O baskı beni hasta yapıyor. Hayret, nasıl da görmedi, diyorum. Sonra gülüp geçiyorum, hep gülüp geçiyoruz.

İyi edebiyat okuru olmakla ilgilenmiyorum, seni çok iyi anlıyor, çok çok hak veriyor ama umursamıyorum. (dediğin şeyin ne olduğunu biliyorum da geçelim şimdi bunu, telefonda ya da yüz yüze konuşacağım sonra seninle, içimi sıkıyor her şey. sen beni biliyorsun.) Yazarları ve yazdığı şeyleri seviyorum. Sanki o anlar diyorum hep, anlardı. Yani (bak yine yaaaani;)), bunu yazan adam (kadın) bu gözyaşını geçemez, mümkün mü bu, hayır! Oysa, geçerdi elbet, ne büyük aymazlık ve hatta çok derinime inersen, ne büyük bir kibir bu! Ben adam olmam:)

Canım, çok sarılıyorum ben sana, sevgiler.

endiseliperi dedi ki...

bilmem ki, justine. yabancılaşma dedikleri belki budur. bir türlü gerçekliğe erememek, yaşadığın ana, mekana bir gerçeklik duygusuyla sinememek. yerin bu değil, duygusu. ama yerinin ne olduğunu asla bilememek. isteklerin kadar olabilmeye kibirlenmek, geçmişinin ve geleceğinin taşıyıcısı olamamak, ağırlığını, kütleni kaybetmek düşüncesi. tarot'taki asılı adam olmak, beklemek. bekleyişin içeriğine vakıf olamamak. şunu bunu yaparken, apansızın senin camlarına da çarpan, serpintili gözyaşı... apansızın, geldiği gibi geçiverir... bu, dışa vurmaktan kendini alamayan, bir çatlak bulup sızıveren, bir semptom gibi değerlendirme bekleyen hal için, işini bilir kriz karakolların hazırda beklediği için, çorbayı karıştırmaya, gökyüzünd kuşun kavisini göz kırpmasıyla bile kesmeden izlemeye devam edersin.

insanın duyarlılığı keskinleştikçe kendine batar, batar, batar... kendine, "ne istiyorsun benden! rahat bırak beni!" diye çıkışırsın. o öfkeyle, zihninin girmekten korktuğun karanlık köşelerine hızla yürür, hep çevresinden dolaştığın kuyuya düşersin... sanırsın ki bir gize ereceksin orada, bir şey açıklık kazanacak. olmaz, hiçbir şey olmaz. çocukluğun, sonra gençliğin, erkeklerinin bildik incitmeleri, artık senin için basmakalıplaşmış sahneleri, haksızlığa uğramışlığını kabul edemeyip onları başka türlü yorumlayıp, anlamlandırma çabasının yorgunluğu... hep bildik şeyler. sır yok, gizem yok. her şey ortada ve gözyaşı serpintilerin için, çocuk kendine şeker verir gibi bir neşe sunarsın, çorbanın tadına bakarsın, biraz daha tuz eklersin, ocağın altını kapatırsın.

bu işler böyle. böyleyken, bir yarım böyleyken, ben alabildiğine neşe üretme kapasitesine sahip biriyim. iyi edebiyat okuru olmak istemem, yatılı okulda okuyan kızlarda bir "fayda-zarar ekonomisi" gelişir insiyaki olarak. yaptığın işten ne anladın, ne faydası var, vs... harcadığın zamanın boşunalığına gönlün elvermez. açık musluğu, boşa yanan ışığı kapatmak, hazır kahve kavanozuna kazara bile olsa ıslak kaşık sokmamak gibi...

karanlık oldu yazı. ben saf biriyim, aslına bakarsan. acı da neşe de hemen peydah olur bende. biraz neşelendim bile, baktım, bulutların arasından güneş çıkmış meğer, ondan. derdim güneşi özlemekten, gelsin artık. gerçekten.

çok, çok sevgiler.