Çarşamba, Ağustos 17

koş... koş!




"şiir, fazlaca şiir kokuyor. felsefe, fazlaca felsefe kokuyor. her ikisi de iğrenç bir tekrarcılıktan mustarip. sözün yapmacıklığı, derinliğin yapmacıklığı. her ikisi de canımızı sıkıyorlar doğrusu."

baudrillard, siyah an'lar, s.93

evet! dedi, evet!... kendine, "canım sıkılıyor," demeyi yasaklamış olan. 

13 yorum:

Tolga dedi ki...

hiç katılmıyorum baudrillard'a. bizim ülkemiz bir şiir cenneti, herkes şair ve şairler nedense birbirini kıskanır. şiir
konusu son derece göreceli bir konu.background falan önemli ama şiir yazanın anlık duygusunu, bir tek yazan bilir ve yaşar. blog dünyasında profesyonellere taş çıkartan şairler var bence. bakın bence diyorum,ne kadar göreceli.

benim gibi keşfedilmeyi bekleyenler var bir de:)belki ölünce...

türklerden can yücel,yusuf hayaloğlu,atila ilhan gibi açık
dille yazanları severim.

yabancılardan lorca'yı severek okurdum ama aşağıda yazılandan sonra -homofobik olmama rağmen- sinek küçük olsada düşündürdü.
amerikalı olmasına rağmen alan poe'yi her zaman tek geçerim. ispanyol kadın yazar almudena grandes'i erotik şiirlerinden severim. ispanya iç
savaşında dik duruşu ve cesareti için, antonio machadoyu açık/net şiirlerinden, yine ispanyol lirik dili ile becquer'u post romantik olmasından havamıza girdiğimizde severiz -ahmetle...

pablo neruda'yı şili'li olmasına rağmen ispanya franco faşizmine karşı koyan dik duruşu ve
devrimci şiirlerinden dolayi her zaman hepsine tek geçeriz.

paul auster hayranı annemdir:)

sevgiyle.
tolga

endiseliperi dedi ki...

offf... of!
ne gıcıksın ya tolga.

Tolga dedi ki...

üff yaa neden ki:))

ps.:özür dilerim bir hata yapmışım:

-homofobik olmamama rağmen,olarak
düzeltiyorum.

endiseliperi dedi ki...

bu çok şeyi değiştirir işte. ama hala gıcıksın;) valla:)

Vuslat AKTEPE dedi ki...

Baudrillad bu pasajı hangi ön belirlenimin ardına yerleştirdi yahut hangi sonucunun nedeni olarak yazdı bilmiyorum. Okumamıştim. Ama burada alıntılandığı haline ufak bir serzenişim olacak. Felsefeyi en genel biçimi ile yaşanılan dünyayı anlama yöntemi olarak kabul edersek ki etmeliyiz ve hatta anlamak yetmez onu bir de değiştirmek gerek diyen marx'i da dinlersek ki dinlemeliyiz o halde fazla felsefe tanımı anlamsızlaşıyor değil mi? Yani dünyayı fazlaca anlama çabası ya da onu çok fazla değiştirme gayretine bir serzeniş gibi okunabilir. Bu da sanatçının yahut aynı düzlemde edebiyatçının var oluş biçimine makas atmak ya da o var oluşla çelişmek oluyor. Öyle ya sanatçı en nihayetinde anlama ve değiştirme eylemini kendi alanında estetize eder. Bir biçimi ile yaşanılan toplumun vicdanını oynar veya yansıtır. Kendisi bunu kabul etmese de bu böyledir üstelik. Eee o halde var oluşu yaşadığı dünyayı fazlaca tartmak, anlamlandırmak ve en nihayetinde onu kendi estetik eyleminde değiştirmek ile özdeş olan bir yazar bu eylemi neden yavan bulur? Bunun bir tek açıklaması olabilir yazar felsefeyi yukarda tanımladığımız biçimiyle yalın ve net olarak ortaya koymaktansa onu burjuva düzlemde bir oyun, mantık bulmacası, açık önermeli sonlu sarmallar düzlemine indirgeme hastalığına yakalanmıştır. Üzücü ki felsefenin yarattığı değişim gücünden ürkerek onu yiginlarin zihinsel eyleminden koparıp eğitimli bir zihin jimnastiğine oteleyen burjuva jargona yenik düşmüştür. Fazla felsefe yoktur. Felsefe klişelere boyanmaz en iyi ihtimalle felsefe olmayanin onun yerine yerleştirilme çabası vardır. Her neyse biraz önce dalmıştım abuk bir kabusla uyanınca yazını gördüm. Hala kendimde değilim yani o yüzden dilde bir yanlış şimdiden affola. Iyi geceler sevgiyle...

endiseliperi dedi ki...

ardında önünde, pasajın kendisini açıklayan bir şey yok, vuslat. bunlar yazarın notları. tam da neden sıkıldığımı anlamışsınız aslında kendimizi, dünyayı anlamak için ifrada kaçıyoruz sanki. anlam, derinlik peşinde her şeyi, ilk başta kendi doğamızı bozuyor, kasti kısa devreler yaptırıyor, tahammülsüzlükler, tepkiler tasarlıyor, kendimizden başlayarak herşeyi yeniden icat ediyoruz. hiçbir işe yaramıyor; ruhumuz daha da acılaşıyor, tutarlılık aşkına kekremsi bir hale dönüşüyoruz. bir şizofrenin resmine dönüşüyoruz. gördünüz mü hiç bilmem, kusursuz bir şekilde birbirinin tekrar eden, hiç boşluk kalmamacasına doldurulan desenler... insanın müdahalesinden bıktım usandım aslında. şu masamdaki elmanın serinliğine yeterince yoğunlaşırsam, buz kesip, zatürre bile olabilirim. anlatamıyorum, biliyorum. kendimi icat ederken, o zihinsel çaba bir taş olup beni sözümona o anlam dolu derinliklere çekiyor. bu işte bir yanlışlık var, vuslat, dün gece hissettiğim buydu. moby dick'i okudunuz mu bilmem, kitabın orta kısmı, balinayı ayrıntılarıyla anlatan bölümlerle dolu. ama eksiksiz, çok yakın bakışın bilimsel açıklamasıyla dolu. ve hayret, onca anlatıya rağmen biz moby dick'i tasavvur edemeyiz orada; edebiyat yaptığı diğer bölümlerde, uzaktan, kırışık alnı ve beyaz hörgücüyle göründüğünü söylediği yerlerde biraz biraz anlıyor gibi oluruz moby dick'i. -geçen gün, zalim olmasa bile nötr, diye tarif ettiğiniz bir tanrı gibidir moby dick.- şiirin ya da felsefenin fazlaca kendinde direttiği, kendini bir anlam aşkına dayatıp durduğu, bizim bunu sinir bozucu gururla taşıdığımız hal sinirimi bozuyor, gıcık oluyorum. okyanusun derinliğinde boğulmak istemiyorum, bir bok da anladığım yok aslında. bileklerime kadar anca gelen, çakıllı bir dereye girip gıdıklanmak, gülmek, boşluklu ve gülümsemeli, tasarlanmamış, planlanmamış anlardan anlam filan çıkarmak istiyorum. başka bir şeyden bahsediyorum şu anda. bildiğimiz sığlığın, budalaca, mide bulandırıcı cehaletinden farklı bir şey diyorum.

bir şeye yürekten inanan ve böylelikle bana kalırsa yüce bir masumiyete sahip olan sizden farklıyım ben. ben hiçbir şeye kuşku içermeyen bir inanca sahip olamıyorum. bu beni en çok kendime karşı acı dolu bir alaycılığa sürüklüyor. taraflı bakamıyorum dünyaya ve kendime. yorumda bulunurken, analiz yaparken, anlamak için kendimden başka bir bilgiden yola çıkamıyorum bu inançsızlıkla. ve kendimi çok yüzeyli bir aynaya dönüştürüyorum bu nedenle ki fena halde yoruluyorum. bu karışık ve içdöküş dolu yanıt için bağışlayın. anlaşılmıyorsa bu sizin hatanız değil. taze bir farkediş, pişmemiş bir öfke içindeyim şu anda da ondan böyle.

ben de bir rüyadan uyandım az önce. yüzümü bile yıkamadan size yazmaya başladım. ben de sayıklıyor olabilirim yani şu anda. rüyalarımın genel duygusundan farklıydı bu sefer. küçükmüşüm rüyamda, bir çocuk kadar değil ama küçük yine de. bir şey için üzgünmüşüm, sanki yas tutuyorum, uzanmışım. uyumuyorum ama hiç halim yok kalkmaya. hiç tanımadığım insanlar, yabancılar var ama benim yas tutmama çok saygı duyuyorlar da ayıp olmuyormuş öyle uzanmam. aralarından yaşlıca birinin bir kartvizitini veriyorlar bana.ne tesadüf, adamın soyismi benim adımla aynıymış. tesadüflere hep aşırı bir coşkuyla tepki veririm, rüyamda da öyle oluyor, heyecanla kalkıyorum yerimden, adam şefkatle saçımı okşuyor şöyle bir. benim bu heyecanıma katılmıyor hiçkimse ama hani ağlayan bir çocuğa şeker veririsin de derdini unutur, öyle bir şefkatle. rüyamda hep kaybolurum, bilmediğim yerlerde bir adres bulmam gerekir, evimin yolunu bulamam -belki gerçekte de evden çıkmak istemeyişim bununla ilgilidir.- ama dün gece rüyamda, çok karışık bir yerde bir adres bulmam gerekiyor ve hayret, hiç dolaşmadan buluyorum. o halde dün gece baudrillard okumakla, belki kendime doğru,doğru bir yol buldum. ve rüyayı böylece hayra yorabiliriz:)

sevgiler.

endiseliperi dedi ki...

gözlerim hala yarı kapalıyken yazdığımdan yine hatalarla olmuş yazı. yine pardon.

Tolga dedi ki...

rica ederim,özürünüzü affediyorum:)
müzik zevkiniz berbat,onun için de
özür bekliyorum:)
tolga

endiseliperi dedi ki...

sağol tolga, beni özür dileme zahmetinden bile kurtararak,özrümü kabul ettiğin için. şahane oldu bu. ne rahatlık.

o müzik çok güzel. dinlerken, otistik bir şekilde o hareketli resme bakmak gerekiyor, yalnız:)

öyle güzel ki, arçil odadan çıkıp bu harika müziği daha yakından dinlemek için yanıma geldi. arçil'i odasından çıkaran bu müziği, ilahi şarkılar kategorisine kaydediyorum bu nedenle:)

sevgiler.

Vuslat AKTEPE dedi ki...

Sevgili Peri;
Şimdi sizin karmakarışık bir vaziyette anlattığınız şeye –saygısızlık etmek adına değil kesinlikle- basit bir yaşanmışlıkla karşılık vereyim. Geçen ayın ortalarında ben yine İstanbul’a gelmiştim. Yaşamaya karar verdiğim şehri yakından tanımak ve bazı şeyleri önceden düzene sokabilmek adına. İşte o gelişimde alışkanlıktan olsa gerek bir bara oturdum. O an için içemeyeceğimi bildiğim halde soğuk bir bira istedim ve melül melül biraya bakarak hayallere daldım. Tam o esnada, televizyondan tanıdığım iki tiyatro ve dizi oyuncusu ile bir yazar yandaki masaya oturdular. Geldiğim yerde böyle bir olayı yaşama şansı pek fazla olmadığından hayallerden sıyrılıp kulağımı onların sohbetlerine dayadım. Bir çeşit özel hayata saygısızlık ve mahremiyet ihlali olduğunu biliyorum ama yaptım işte. Her neyse bu üç arkadaş yaklaşık iki saat boyunca aralıksız daldan dala atlayarak sohbet ettiler. Önce aşktan bahsettiler, sonra cinselliğe geldi konu, sonra ülkeye derken yaşamın amacına sonunda cinsellik üzerinde bir salvo daha attıktan sonra maddi ve özel meseleler ve zengin kalkışı.

Ama burada bir gariplik vardı. konuştukları konular değildi garip olan. Onları işleyiş tarzları acayipti. Saatlerce, aforizmalar üzerinden, anekdotlar ile gittiler, ortalığı buram buram entellektüelizm sardı. Hani biraz saf bir insan olsan ağzın açık hayranlıkla izlersiniz kafadarları. Peki özde ne mi oldu? Hiçbir şey. Yan yana üç insan onca süsün altında ilkokul çocuğunun mantık düzleminin bile altında kalan çıkarımlarını maskelediler hepsi bu.

Sevgili peri belki de bunaldığınız bizzat budur. Olamaz mı? Sizi boğan şey entellektüelizmin deniz gibi engin, derin ve ıslak olmasıdır. Yani içinde yüzüyorsunuz, çevreniz dalgalarla kaplı ama siz yine de susuzsunuz çünkü tuzlu… Yalnız biz üçüncü dünya ülkelerinde değil, hayata dair alternatif yaratamayan (tarif ettiğiniz siz) yahut alternatifleri ezberlenmiş sloganların ötesine geçemeyen (tarif ettiğiniz ben, biz) insanların düzleminde susuzluktan kavruluyor olabilir misin?

Evet derin bir sorgulama içerisindesiniz. Bunu yazılarınızda görebiliyorum. Sizin masumiyetlik olarak adlandırdığınız saflıktan uzaksınız. Çünkü artıların suyunda eksileri hasır altı edemiyorsunuz. Bu da safça bir ötekileştirmeyi sizin bünyenizde dışlıyor. Safça inanmışlıkları, safça umutları… Şimdi çok kuru gelecektir, Biliyor musunuz Lenin devrimin 99. gününde kendini karlar üzerine atarak sevinç çığlıkları atmıştır. Paris komününü bir gün olsun geçebildik diye. Lenin yaptığı devrime aslında inanmıyordu desem… Marks Paris komününün çöküşünü çok önceden söylemişti ve o da bunun zamanlamasına hiç inanmamıştı hatta muhalefet etmişti desem. Ama buna rağmen Lenin bizzat ekim devrimini gerçekleştirdi, Marks ise komün saflarındaydı…

Sevgili Peri; boğulmayın lütfen. Kimse saf değil, masum da… Hepimiz sizin gördüklerinizi görüyoruz. Belki aynı yetkinlikle ve ustalıkla değil, kimi zaman kör ve topal hislerle el yordamı ile… Yani sizin sorgulamadan inanamayacağınız şeyleri biz de sorguluyoruz. Tarihin yanlış sayfasında olduğumuzu da biliyoruz, bu sayfa da umut ve özgürlük olmadığını da, ama biz ibrahime su taşıyan karıncayız işte. Ya da Usta’nın da söylediği gibi “Bize yetiyor bu asırda bulunduğumuz safta olmak”

O yüzden bizim için şiir de felsefe de, aşk da, sevgi de, dostluk da ve hatta en tutkulu yanlarımızla sevişmek eyleminin bizzat kendisi de umutla, ve umuda en sıkı sarıldığımız yan ile ilgili. Şimdi basit bir slogan atayım. Burjuva dar kafalılığa ve caf cafa gerek yok aslında, her şey o kadar yalın ve basit ki. Yeter ki ona inanacak gücü ruhumuzda taşıyalım.
Sevgiyle...

endiseliperi dedi ki...

sevgili vuslat,
gülerek okudum. anlaşıyoruz şöyle böyle. ama bir şey var, alternatif üretememek değil benim sıkıntım, dışardan ve dışarının alternatiflerinden, o tanık olduğunuz sohbetlerden filan sıkılarak girdim içeriye. dışarının olanaklarını düşündüğüm anda da içimin sıkılması, yorgunluk duymam bundan. ben kendiyle çok uğraşan biriyim. bu beni yoruyor sanırım. şiirin dediği gibi değiştirmek istiyorum, evimi atla, aynamı hançerle (şimdi bu ağdalı cümleyi kendimle dalga geçerek yazdım:)... bilmem ki, hayatını olayların akıntısına bırakmayan insan belki de mecburen bu minimal düzen ve içindeki kendiyle uğraşıp duruyor. çünkü insan öyle ya da böyle varolmak istiyor.

biraz sıkıntılı gibi görünüyorum ama değilim. çok teşekkür ederim.

sevgiler.

Vuslat AKTEPE dedi ki...

imdi fark ettim bu köstebek filminin soundtrack'ı değil mi?

endiseliperi dedi ki...

aa, bilmem ki, ama rizzoli&isles dizisinin tema müziği olduğuna eminim.