Roy Lichtenstein-Kiss
Te dua…
Aklım karmakarışık ve çok üzgünüm bugünlerde. Dokunsalar ağlayacağım. Adana’da değil. Burada ağlamam, dışarıda ağlayamam, benim yurdum onun, Bora’nın göğsü, biliyorsunuz. Öyle durup dururken ağladım, sarılınca. O da üzülüyor ben böyle yapınca. Böylesine açık ve dolayımsız durunca karşısında, sevgililiğin yanında bir tür ağabeylik de hissediyor sanırım. Bora, şu insanlık komedisine gülemeyecek kadar karanlık ve karışık düşünceler ve haller ve hislerin sahibi olmakla beraber, şu çılgın dünyaya aldırışsız kalabilecek bir duruşu edinebilecek çok net, analitik çözümler de sunabiliyor. Geçen sefer demişti ki yine benim hayat ezberim bozulunca, “Ne sanıyorsun hayatı? Hayat dediğin boş bir oda. Sen ne koyarsan içine, hayat da işte o, daha fazlası ya da azı değil.” Bu hoş düşünceyle rahatlayabilirim ve odaya koyduklarımı düşününce kendimi motive edebilirim daha iyileri için. Daha çok okuyabilir, photoshop, freehand öğrenip kendi tasarımlarımı yapabilirim, tekrar okumak istediğim Dostoyevski’leri bu sefer İngilizce’den okuyarak İngilizcemi geliştirebilirim, dikiş makinesı alıp dikiş öğrenebilirim, nihayet diplomamı Ankara’dan getirttiğime göre ehliyet işini halledebilirim…
Bora ile karşılaşmamız beni ağlatıyor hep… çocuklaşıyorum ve kimseye diyemediğim şeyleri, küçük büyük üzüntülerimi, sevinçlerimi anlatmaya başlıyorum. Tasalara dertlere çözüm bulmak için değil de anlatmak istiyorum Bora’ya… haber vermek, işte ben şu şu hallerdeyim demek. Dedi ki saçımı okşamayı kesip, omzumdan tutarak:”Senin gerçekle filan işin yok. Sen gerçeği kurguluyorsun, farkında mısın? Yıkıcı gururun ve hastalıklı alınganlığın yüzünden gerçek filan kalmıyor ortada. Çözümü de görmüyorsun doğal olarak.” Haklı olduğunu seziyorum. Bu konu üstüne düşüneceğim. İnsanın kendiyle ilgili her şeyi değiştirebileceğine inanıyorum artık. Kaldı ki onunla birlikte çok ama çok değiştiğim, hayatı daha iyi anlayabildiğim ve hayatın kat kat örgülü olduğunun, türlü türlü anlam katmanları bulunduğunun ayırdına varmamı sağladığı için de seviyorum Bora’yı.
Biz normal iki arkadaşken Cuma akşamları bize gelirdi. Arçil daha 3 yaşlarındaydı. Çok ama çok ısıtılmış evin sıcağından bunalsa da sesini çıkarmazdı; pencerenin yanındaki karşılıklı iki koltukta oturup yağan yağmura baka baka sohbet ederdik. O, bulunduğu mekana uyum sağlamanın bir nezaket kuralı olduğuna inanan biri. Ayrıca öyle sessiz bir uyumla durunca daha iyi izleyebiliyor insanları ve nesneleri. Limonlu çay ve bal sürülmüş mısır ekmeği ikram ederdim eğer ona hazırlamaktan çok zevk aldığım şölen tabakları için halim yoksa. O zamanlar da ona tüm bir haftayı anlatırdım. Ben telaşlı ve coşkulu, o sakin ve destekleyici çok hoş bir arkadaşlığımız vardı. Sabahın köründe, ona hazırladığım kanepedeki çarşafları filan toplamış gitmiş olurdu karşıya, Kadıköy’e. Yıllarca böyle sürdü. Hala hayret ederim, aramızda seksüel bir gerilim olmadan böyle mesafeli ve hoş bir arkadaşlığı sürdürmüş olmamıza. Çok sonra sevgili olduk. Beni çok ama çok öfkelendirdiğini, zaman zaman ondan ne kadar nefret ettiğimi şu an onunla aramızda olan 1000 km’den çıkarabilirsiniz. Ama şu hayatta kendimi düşününce, onsuz da düşünemiyorum manzarayı.
Bu haftasonu İstanbul’daydım, Arçil’i babasına, Burgazada’ya gönderdim. Pofuduk bulutlu gökyüzü, bahar esintisi, Bora’nın hoş konukseverliği ile inanılmaz güzeldi İstanbul. IKEA istilasını, Akmar Pasajını, Yerdeniz yayıncısını, Moda’da çay içmeleri, Fethi Paşa Korusu'nu, yaptığım vişneli çikolatalı nefis pastayı, kitapları vs yarına anlatırım artık.
Te dua…
Aklım karmakarışık ve çok üzgünüm bugünlerde. Dokunsalar ağlayacağım. Adana’da değil. Burada ağlamam, dışarıda ağlayamam, benim yurdum onun, Bora’nın göğsü, biliyorsunuz. Öyle durup dururken ağladım, sarılınca. O da üzülüyor ben böyle yapınca. Böylesine açık ve dolayımsız durunca karşısında, sevgililiğin yanında bir tür ağabeylik de hissediyor sanırım. Bora, şu insanlık komedisine gülemeyecek kadar karanlık ve karışık düşünceler ve haller ve hislerin sahibi olmakla beraber, şu çılgın dünyaya aldırışsız kalabilecek bir duruşu edinebilecek çok net, analitik çözümler de sunabiliyor. Geçen sefer demişti ki yine benim hayat ezberim bozulunca, “Ne sanıyorsun hayatı? Hayat dediğin boş bir oda. Sen ne koyarsan içine, hayat da işte o, daha fazlası ya da azı değil.” Bu hoş düşünceyle rahatlayabilirim ve odaya koyduklarımı düşününce kendimi motive edebilirim daha iyileri için. Daha çok okuyabilir, photoshop, freehand öğrenip kendi tasarımlarımı yapabilirim, tekrar okumak istediğim Dostoyevski’leri bu sefer İngilizce’den okuyarak İngilizcemi geliştirebilirim, dikiş makinesı alıp dikiş öğrenebilirim, nihayet diplomamı Ankara’dan getirttiğime göre ehliyet işini halledebilirim…
Bora ile karşılaşmamız beni ağlatıyor hep… çocuklaşıyorum ve kimseye diyemediğim şeyleri, küçük büyük üzüntülerimi, sevinçlerimi anlatmaya başlıyorum. Tasalara dertlere çözüm bulmak için değil de anlatmak istiyorum Bora’ya… haber vermek, işte ben şu şu hallerdeyim demek. Dedi ki saçımı okşamayı kesip, omzumdan tutarak:”Senin gerçekle filan işin yok. Sen gerçeği kurguluyorsun, farkında mısın? Yıkıcı gururun ve hastalıklı alınganlığın yüzünden gerçek filan kalmıyor ortada. Çözümü de görmüyorsun doğal olarak.” Haklı olduğunu seziyorum. Bu konu üstüne düşüneceğim. İnsanın kendiyle ilgili her şeyi değiştirebileceğine inanıyorum artık. Kaldı ki onunla birlikte çok ama çok değiştiğim, hayatı daha iyi anlayabildiğim ve hayatın kat kat örgülü olduğunun, türlü türlü anlam katmanları bulunduğunun ayırdına varmamı sağladığı için de seviyorum Bora’yı.
Biz normal iki arkadaşken Cuma akşamları bize gelirdi. Arçil daha 3 yaşlarındaydı. Çok ama çok ısıtılmış evin sıcağından bunalsa da sesini çıkarmazdı; pencerenin yanındaki karşılıklı iki koltukta oturup yağan yağmura baka baka sohbet ederdik. O, bulunduğu mekana uyum sağlamanın bir nezaket kuralı olduğuna inanan biri. Ayrıca öyle sessiz bir uyumla durunca daha iyi izleyebiliyor insanları ve nesneleri. Limonlu çay ve bal sürülmüş mısır ekmeği ikram ederdim eğer ona hazırlamaktan çok zevk aldığım şölen tabakları için halim yoksa. O zamanlar da ona tüm bir haftayı anlatırdım. Ben telaşlı ve coşkulu, o sakin ve destekleyici çok hoş bir arkadaşlığımız vardı. Sabahın köründe, ona hazırladığım kanepedeki çarşafları filan toplamış gitmiş olurdu karşıya, Kadıköy’e. Yıllarca böyle sürdü. Hala hayret ederim, aramızda seksüel bir gerilim olmadan böyle mesafeli ve hoş bir arkadaşlığı sürdürmüş olmamıza. Çok sonra sevgili olduk. Beni çok ama çok öfkelendirdiğini, zaman zaman ondan ne kadar nefret ettiğimi şu an onunla aramızda olan 1000 km’den çıkarabilirsiniz. Ama şu hayatta kendimi düşününce, onsuz da düşünemiyorum manzarayı.
Bu haftasonu İstanbul’daydım, Arçil’i babasına, Burgazada’ya gönderdim. Pofuduk bulutlu gökyüzü, bahar esintisi, Bora’nın hoş konukseverliği ile inanılmaz güzeldi İstanbul. IKEA istilasını, Akmar Pasajını, Yerdeniz yayıncısını, Moda’da çay içmeleri, Fethi Paşa Korusu'nu, yaptığım vişneli çikolatalı nefis pastayı, kitapları vs yarına anlatırım artık.
3 yorum:
aman tanrım moda'da çay mı içtin? ben hemen hemen her hafta sonu olduğu gibi, bu pazar da moda'daydım, hatta yaman tuvalete gideceğim diye tutturdu, e eğitiyoruz, götürmesen olmaz, pis mis götürdü halası. çişini yaptıktan sonra halasının elinden sıyrılıp pipisi ortalarda koşturdu, tüm çay bahçesini de coşturdu. karşılaşsak ne güzel olurdu, yıllardır tanışıyormuşuz gibi, öyle hiç konuşmadan denizi izler, çay içerdik.
Aslı, İstanbul'da olduğum süre boyunca aklımdaydın. Hatta, Moda parkında Yamaaan diye bir ses duyarım ve Aslı'ya sürpriz yaparım diye keyifleniyordum. Ama Bora Bomonti çay bahçesinde arabasını yıkattı, biz de orada takıldık.Ama hep bakındım durdum. Ne güzel olurmuş Yaman'ı öyle görseymişim, çok gülermişiz.
Artık gelecek sefere, mutlaka, diyelim.
Seni daha fazla tanımak öyle keyifli ki, her gece bir yazını seçip okuyorum ve sanki kendimle ilgili kendime sorduğum soruların cevaplarını senden alıyorum. Sevgiler
Yorum Gönder