Cuma, Mart 16

Kitap anı:
Peter Ackroyd



Bazı kitapları ilk kez bu evde okudum; bazı yazarların adını bile duymamıştım bu eve gelinceye kadar. Bu nedenle, ormanda, çikolata, pasta, şekerlemeden yapılmış evi görünce nasıl sevinmişlerse Hansel ve Gratel kardeşler, beni de öyle heyecanlandırmıştı Bora’nın kütüphanesi. Benim kendi kütüphanem küçüktü. Okuyacağım kitabı alır (öğle tatilinde işyerine yakın kitapçıdan ya da adı Saim olan, bavuluyla kitap satışı yapan o tuhaf seyyar kitapçıdan), okur ve beğeneceğini umduğum bir arkadaşıma anlatır, sonra okusun diye ona verirdim. Biriktirmezdim. Kitabımın, birbirini tanımayan ama ortak zevke sahip insanlar tarafından elden ele dolaştığını hayal ederdim. Sanmıyorum ki öyle olsun, ilk adresin kütüphanesinde kıskançlıkla korunmaya alınmış olurdu kitap. Ne yazık.

Peter Ackroyd, bu evde tanıştığım bir yazar. Bora, kütüphanesine göz gezdirip beğeneceğimi umarak çıkarmıştı yerinden. Biraz utanmıştım adını hiç duymadığım için. Gerçi Bora’da tutkuyla sunmamıştı kitabı, yorum bile yapmamıştı. İngiliz geleneğine sıkı sıkıya bağlı bu yazarın, Bora’nın ilgisini çekmesi doğal. Çünkü o Anglo-Sakson edebiyatına bayılır.

Her kitabından ödül almış neredeyse Ackroyd. Romanların yanısıra bir biyografi yazarı. William Blake'in, Thomas Moore'un, Charles Dickens'ın, T.S.Eliot'un biyografilerini kaleme almış. Söylenen o ki, bunlar inanılmaz derecede başarılıymış; ben okumadım. Onunla yapılan röportajlara göz gezdirdim; bende bıraktığı duygu metalik, matematiksel bir şey oldu. İnsan, coşkulu, tutkulu, ışıltılı bir duruş, bir açıklama bekliyor yazar olarak kendisinden. Hayır, hiç öyle değil. Üstelik umurunda da değilmiş gibi görünüyor. Büyük yazarların sıradanlaşma arzusuna bayılıyorum. Böyle ama şaşırtıcı olan, anlattığı gizemli olaylar, ruhlar, karanlık Londra sokakları ile romanın çok ama çok sürükleyici, çok ama çok heyecanlı olabilmesi. Sanki bir şölen sofrasında, arkadaşınız Peter Ackroyd ile oturmuşsunuz, o, ince uzun bir bardakta su içmekle yetinirken, size sunduğu sofrada envai çeşit, leziz yiyeceklerle tıka basa doyup, keyif yapıyorsunuz.

Çok sıkı bir Katolik olarak yetiştirilmiş. Daha sonra bırakmış ibadet etmeyi filan, ama dinsel eğitim insanın yapısına işler, doğasını belirler, diyor. Bora’nın verdiği ve artarda okuduğum Chatterton ve İngiliz Müziği kitaplarından gerçekten hoşlandım. Yeni bir yazarla tanıştığım için de çok sevindim. Adana’dayken Cinayet Sanatı kitabını okudum ki cinayet kitaplarına çok düşkünüm. 19. yüzyılın sonlarına doğru Londra'nın karanlık sokaklarında, bir seri katil tarafından fahişeler öldürülüyor bu kitapta da. Başrolde yine Londra, Karl Marx, Charles Dickens, Oscar Wilde filan var. Eğlenceli ama son okuduğum kitabı Hawksmoor kadar değil.


Hawksmoor



Geçen hafta gittiğimiz Beyoğlu’nda beni neredeyse kusturacak olan insan kalabalığından başımı her kaldırışımda eski binaların mimari zenginliği karşısında büyülendim. Eskiden mimari, yaşanılan yerlerin inşası, gerçekten bir sanatmış. Ama şimdi öyle mi? Berbat, çirkin, feci binalar var artık çevremizde! İstanbul’un büyük yangınları, estetik bir mimari dokuya ulaşmak için yeterince ders vermemiş olacak ki halimiz bu. Bu nedenle ve gireceğim konuya ışık tutsun diye, şeytan diyor ki, 1666 yılında Londra’yı yerle bir eden yangınlardan çıksın, işini ciddiye alan bir mimarlar kurulu tarafından şehirlerin dokusuna, mimari geleneğimize uygun yeni, estetik binalar yapılsın. İstanbul, İstanbul olsun. Ankara, Ankara. Adana, Adana.

Hawksmoor’da, Peter Ackroyd, 1700’lü yıllardaki, sefaletin, pisliğin, salgın hastalığın kol gezdiği Londra’yı şaşırtıcı bir ustalıkla anlatır. Sinclair'in şiiri Lud Heat'den esinlenerek yazmış bu kitabını Ackroyd. İki bölümden oluşan kitabın ilk bölümünde, küçük bir çocukken ailesini veba salgınında trajik bir şekilde kaybetmiş Nicholas Dyer’ın hikayesi var. Gizli ve tehlikeli bir tarikatın başı, Mirabilis tarafından kurtarılan çocuk, sonrasında ünlü bir mimar olacak; büyük yangından sonra şehirde yapılması kararlaştırılan kiliselerden yedi tanesinin inşaası (St Alphege, Greenwich; St Anne, Limehouse; St George-in-the-East; Christ Church, Spitalfields; St George, Bloomsbury; St Mary Woolnoth) ile görevlendirilecek.

(…) Fakat keder aleminin başkenti olan bu şehir hala karanlıkların merkezi ya da insanoğlunun arzularının zindanı. Hala şehrin içinde muntazam yollar ya da evler yok, Milkom'un dumanlı korusuna yakışır biçimde kıvrılan çarpık geçitleri, bataklık gölleri ve kokmuş çamur dereleri ile her an yıkılmaya ya da tutuşmaya hazır kirli, çürük barakaların cehennemi(...) Varoş dediğimiz yerlerde sayısız bina sıraları olduğu doğru: Eski sokağım Black-Eagle’da meskenler yükseliyor ve annemle babamın Azrail’e anlamayan gözlerle baktıkları yerlerde inşa edilmiş daireler hayat saçıyor. Ama nasıl bir kargaşa ve karmaşa; sade çayırlıklar çarpık geçitlere ve sakin yollar tüten işliklere dönüşüyor. Çoğu kez Londralı işçiler tarafından yapılmış bu yeni evler sık sık yanıyor ve yıkılıyor. Yani Londra daha da azmanlaşıyor, dağılıyor ve şekilsizleşiyor...(s. 65)
1985 yılında Guardian ve Whitbread Roman ödüllerini kazanan Hawksmoor’u kimse tutup bir mimari tutkunun eseri diye okumamıştır hayatta. Ben biraz öyle okudum. Karanlık bir tarikata üye olan ve trajik bir geçmişe sahip olması nedeniyle belki de, zehirlenmiş ve aşırılaşmış mimari tutkusu yüzünden değil mi Dyer’ın, yaptığı her kilisenin temeline bir ceset gömmek? Kitabın kurgusunu hoş yapan şu: İkinci bölümde, 20. yüzyılın sonunda Hawksmoor adında bir dedektif, yardımcısı Walter Pyne ile birlikte kilise yakınlarında işlenen seri cinayetleri çözmek için uğraşırlar. Öyle ki, işlenen cinayetlerin soruşturması iki yüzyıl sonra yapılmış gibi görünür. Hawksmoor, yorgun, çözmek üzere olduğu vaka, ayağına dolanmış, zihni bulanık, deneyimli, sıradan meslektaşları tarafından küçümsenen, yalnız bir dedektif. Kitap iki aynadan müteşekkil gibi. İki bölüm, birbirine bakan ve imgeleri tuhaflaştıran, ters yüz eden iki ayna sanki. Onu biraz da anlaşılmaz yapan bu. İç içe geçen zaman, karanlık, sisli puslu Londra atmosferi, gizem, entrika… Şahane.

Beni bu kitapta ilk etkileyen şeylerden biri de şu: Kitabın iki çevirmeni var. Gül Tekay Baysan (1960 doğumlu), Candan Baysan (1945 doğumlu). Ve kitap pek belirgin olmasa da eski ve yeni Türkçe ile çevrilmiş. Öyle sanıyorum ki ve umarım öyledir, çevirmenler aralarında işbölümü yapmışlar; eski Türkçe bölümleri daha yaşlı olan, yeni Türkçe bölümleri genç olan çevirmiş. Eğer böyleyse, bu kitabın çevirmenlerine, çeviri gibi ekip olarak üzerinde çalışılması çok zor olan bir meslekte böylesine başarılı çeviri yaptıkları için ödül vermek gerekir. Bakın, bana hak vereceksiniz:

(...) Mimariyi öğrenmem böyle oldu ve idrak ettim ki, böyle zamanlarda ameleler mimar mertebesine kadar inkişaf edebilir ve kendim için böyle bir mevki hedefledim.(…) Velakin havada kaleler yapmayacaksanız, inşaatınızı kitaplarla yapamazsınız ve bineaneleyh bilgilerimi inkişaf ettirmeye karar verdim. Ustamın işyerindeki amelelerin muhabbetlerine kulak verdim ve onları tecrübeleriyle alakalı mevzularda konuşturdum. (s.70)
*
(…) Çeşit çeşit cinayet biçimini ve katil içgüdüsünü kaçırma fırsatını hiç kaçırmazdı. Örneğin, katilin maktulü boğarken onun burnunu ısırıp koparması, onsekizinci yüzyılda oldukça olağandı ama Hawksmoor'un bildiği kadarıyla artık bu adet yok olmuştu. Ayrıca hangi devirde ne türden cinayetler işlendiğini bilecek kadar da konusuna hakimdi: Örneğin bıçaklama ve boğma onsekizinci yüzyıl sonlarında, boğaz kesme ve sopayla dövme ondokuzuncu yüzyıl başlarında, zehirleme ve uzuvları kesmeyse geçen geçen yüzyılın son zamanlarında revaçta olan cinayet biçimleriydi. Bu yüzden son olarak Wapping’de bulunan üçüncü cesetle birlikte, bu yeni boğma vakaları ona çok tuhaf gelmişti-zaman uymuyordu. Ancak bundan meslektaşlarına bahsetmiyordu çünkü onu anlamazlardı. (s:149)



1949 doğumlu olan ve halen Londra’da yaşayan Peter Ackroyd kadar doğduğu şehre borcunu bu kadar ve böyle soylu bir şekilde ödeyen başka hangi yazar vardır acaba?

Author of books:
London Lickpenny (1973, poetry)Notes for a New Culture: An Essay on Modernism (1976, criticism)Dressing Up: Transvestism and Drag: The History of an Obsession (1979)Ezra Pound and His World (1980, biography)The Great Fire of London (1982, novel)The Last Testament of Oscar Wilde (1983, novel)T. S. Eliot: A Life (1984, biography)Hawksmoor (1985, novel)The Diversions of Purley (1987, poetry)Chatterton (1987, novel)Dickens' London: An Imaginative Vision (1987)The Life of Thomas More (1988, biography)First Light (1989, novel)Dickens (1990, biography)An Introduction to Dickens (1991, criticism)English Music (1992, novel)The House of Doctor Dee (1993, novel)The Trial of Elizabeth Cree: A Novel of the Limehouse Murders (1995, novel)Blake (1996, biography)Milton in America (1996, novel)The Plato Papers (1999, novel)London: The Biography (2000, nonfiction)Albion: The Origins of the English Imagination (2002)The Clerkenwell Tales (2003, novel)The Lambs of London (2004, novel)Shakespeare: The Biography (2005, biography)
Not:
1- Hawksmoor bana başından itibaren bir Martin Myster albümü gibi geldi. Yakında Martin Mystere'ı yazabilirsem, siz de benzerliği farkedeceksiniz.
2-Bu yazara ilişkin okuma sıramda Doktor Dee'nin evi var.

11 yorum:

Adsız dedi ki...

o zaman önce bora beye ve sonra sana teşekkür ediyorum. sayenizde keşfettiğim yazarlar ve kitapları için. sevgiler

Unknown dedi ki...

Stefanos Yerasimos'u taniyor musun, Endiseli? Maalesef kaybettik kendisini. Ama bulabilirsen, Istanbul, Osmanlilar ve yemek dahil daha bircok konuda cok iyi kitaplari var. Begenecegini dusundum.

www.elifsavas.com/blog

miso dedi ki...

sevgili peri
martin myster'e bayılırım. tabi ki Diane'e de sinir olurum; fazla süslü gelir bana Martin için, fazla teenage rüyası gibi. Java ise apayrı bir konu, roman yazılır bu ikilinin ilişkisi hakkında.

Gül ve Candan Baysan'a gelince... Çok kıymetli insanlardır. Ben Candan Baysan'la tanışma şerefine eriştim; çok kıymetli bir arkadaşım vesilesiyle. Son derece kültürlü ve politik duruşu olan bir insan.

Yazını okuyunca bir kere daha sevindim, gülümsedim.
sevgiler
marruu

Adsız dedi ki...

Necla Hanım, ne demek, ne demek! Ortalık bilgiden geçilmiyor. Mesele okumakta. Burası tuhaf bir memleket. Herkes boş zamanlarını kitap okuyarak değerlendirdiği şeklinde yalan söylüyor. Neden yalan söylemek istiyorlar, eğer çok istiyorlarsa neden okumuyorlar, onu anlamıyorum. Boş zamanlarında, örgü örmek, yapboz yapmak, dikiş dikmek, çiçeklerle ilgilenmek, komşuya kahve içmeye gitmek de güzel şeyler. Eğer yapılan buysa. Neden herkes olmadığı biri ve yapmadığı şeylerin icracısı gibi görünüyor? Böylece karakter çıkmıyor. Herkes aynı. Çevremiz, boş zamanlarında kitap okuyup TV'yi aşağılayan bir karakterler topluluğu.Yalan yanlış her şey. Bu arada herkesin yalan söylemekten nasıl nefret ettiği de malumunuz.

Necla Hanım, şöyle üfürmek istiyorum bazen, alan açmak için. Ya da en iyisi siz beni açık bir alana gönderin, yani rüzgarın önünün hiç kesilmediği bir yere. Yanıma da kütüphane filan vermeyin. 10 adet iyi kitap yeter, ölünceye kadar okuyup adam gibi anlayabilmek için. Sesimi özlersem, konuşmam; boşluğa çığlık atarım. Bazen sevinçle, bazen acıdan, bazen hayvan gibi. Sessizliğim de bir bitki gibi olsun, yani sahiden susayım, aklım, bedenim, dilim sahiden sussun yahu. Bir mıh gibi durgunlaşayım. Yani bir ölü gibi değil -bazen yaptığım-, bir bitki gibi "durayım".

Sizinle de ilk kez konuşuyoruz burada, ama bugün pek tatsız bir haldeyim Necla Hanım. Canım sıkkın. Bağışlayın beni o yüzden. Karacaoğlan'ın bir sözü vardı, hatırlamıyorum şimdi, ama mealen şöyle bir şey miydi? "Seni ben sevdiğim için, güzel bulduğum için güzelsin" gibi. Öyle işte. Yani, kitapları eline alışıyla, hafızasında güzel şeyler tutmaya uğraşmakla, şu boktan dünyada bir anlam yaratmaya, bir anlamı varmış gibi yapmaya uğraşan ben teşekkürlerinizin hepsini kabul ediyorum.

Bu arada siz köşenin sahibi Necla Hanım'sanız, asıl teşekkürü ben ederim, gönderdiğiniz bilgiler ve değerli katkınız için.

Sevgilerimle. Ufaklığı öperim.

celerone dedi ki...

Sevgili Pericim,

Sipariş verdim bile. Bir adet de Julia sipariş verdim tanışmak için.

Sevgiler,

Adsız dedi ki...

Bilmez miyim, Elif. Adana'daki kütüphanede "Konstantiniye ve Ayasofya Efsaneleri" var. Bir tek onu okumuşum kitaplarından. "Az Gelişmişlik Sürecinde Türkiye" serisi de başka bir evde vardı, ama elim varıp da okuyamamıştım. Darmadağınık, disiplinsiz bir okuma şeklim var. Neyi bilirim, neyi anlarım, hiç belli değil.

Bazen şu dünyadaki halimin hepitopu silik bir "izlenimler" şeklinde olduğunu düşünüyorum; hafif ayaklı birinin karda yürüyüşü gibi. O kadar. (Diyorum ya, canım sıkkın bugün:)

Teşekkür ederim anımsattığın için Yerasimos'u. Sanırım Osmanlı Saray Mutfağı ile ilgili kitabını almak isterim.

Adsız dedi ki...

Miso! Miso!
Demek öyle! Ne hoş. Diane zaten öyle bir hatun. Yani hep birlikte biliyoruz, -yazar, çizer, biz- onun ne sinir bozucu, sıradan bir hatun olduğunu. Ancak Martin Amca'ya yakışır bence. Entelektüel bir geveze olan, olaylar onu heyecana iteklerken bile elini kirletmeyen Martin Amca'yı örneğin Ken Parker'dan daha çok sevmiyorum. Ben sevmem öyle paketlenmiş, süslü püslü, derlitoplu, compact adamları. Ama elbette Martin Amca konuşsun sabaha kadar dinler, onunla olaylara akmayı isterim, o başka konu.

Demek çevirmenleri tanıyorsunuz?! Lütfen sevgilerimi, selamlarımı iletin. Çok hoş bir çeviriydi Hawksmoor. Dediğim gibi mi olmuş, onu da bir soruverirseniz, yakınlığınız varsa çok sevinirim.

Adsız dedi ki...

Celerone,
Çok iyi yapmışsın. Eğer internet'ten veriyorsan siparişleri, şu an okumakta olduğum nefis kitabı da ekle bence sipariş sepetine. Ben bayıldım. Senin de çok seveceğine eminim. Şu: Michel Tournier, Kızılağaçlar Kralı

celerone dedi ki...

Ekledim Sevgili Peri,

Teşekkürler

Adsız dedi ki...

sevgili peri,

size teşekkür etmeliyim bu yazı için. yorumlarınızı, kitabı nasıl bulduğunuzu merak etmiştim yazacağım diyince (bu yazıyı beklerken rahatsızlığınızı okumuştum, nedense de suçluluk duymuştum peri nelerle uğraşıyor ben ondan neler bekliyorum diye), merakım geçti :) beğenmenize sevindim, benim de hoşuma gitmişti, ama ackroyd genel olarak pek benlik bir yazar değil.
neyse uzatmayayım, ocakta yemeğim var :)

sevgiler,
eren

Adsız dedi ki...

Okuma listenize bence "Oscar Wilde'ın Son Vasiyeti" kitabını da ekleyin.

Oscar Wilde'ın ağzından yazılmış, inanılmaz bir kitaptır. Bir yazarın izini bu kadar sürmek ve sonunda onun ağzından yazmak, ancak yazarı ve yazmayı sevmekle ilintilendirilebilir, bir de o kişiye duyulan büyük saygıyla tabii ki.

Hatta, daha da ileriye gidin :) Julian Barnes'ın "Flaubert'in Papağanı" adlı kitabını da okuyun. Aynı iz sürmeyi, farklı bir yazar tarafından farklı bir yazar için görmek ve karşılaştırmak çok eğlenceli olacaktır.