Salı, Aralık 25

içinde virginia woolf'un adı geçmeyen tek katherine mansfield yazısı

katherine mansfield, 1906

çok sevmiştim onu. ama hangi evdeydim? hayatını geçmişin evlerine göre ayıran benim için hatırlamanın en iyi yolu, evler. nasıl ki bazı evleri de çabucak unutmak istemişsem. her şeyi de tümden unutmak mümkün değil. bir abajurun ışığı, sabah uyanmalarında görülen tavan, bazı evlerde gördüğüm bir düş…çok hızlı bir arabadan görür gibi ani, yakalaması güç. bir evin duvarında, fırlattığım kahve fincanından yavaşça akan kahve lekesini izliyorum o yavaşlıkta. bazen. ama sonra eriyor tüm görüntü ve şimdinin evine, eşyalarına, duvarlarına, ışığına dönüşüyor. boşanmayı aklıma koymuştum da hep aynı kabusu görüyordum mesela bir evde. ve ferforje yatak başlığına vurduğum için kederle uyanırken her sabah biraz daha çatlıyordu sol bileğimdeki saatin camı. şimdi bazı eski kolyeler, fularlar arasında duruyor o saat, durduğu saatte öylece.
katherine mansfield'in 1888 yılında doğduğu ev, 25 tinakori road, wellington
katherine mansfield’i ilk hangi evde okudum, hatırlamıyorum. ama okuduğum an çarpılmıştım. yazılan öyle yumuşak ve ince, hayatın küçük ayrıntılarıyla doluydu ama etkisi ne güçlü olmuştu. o kitabın ismini de hatırlamıyorum. ama the garden parti öyküsü çok net aklımda. sonra bir hikaye daha vardı: genç bir çift akşam yemeğine bazı arkadaşlarını çağıracaklardı. kız çok ama çok mutluydu, “tanrım ne mutluyum!” diyordu içinden hep. bir sevinç, altın ışıltılı bir yumakmış gibi ancak böyle anlatılabilirdi, biraz da olacakların telaşını sezdirerek. biz, okuyucular, neredeyse kızı uyarmak istiyorduk, böyle hazırlıksız olmaması için olabileceklere. hayır, bir bildiğimiz yok ama… kız pek de iyi tanımadığı, sarışın, soğuk görünüşlü bir kızı da davet etmek istiyordu da kocası ısrarla karşı çıkıyordu. o kadından hiç hoşlanmadığını filan söylüyordu. yine de davet etmişlerdi. gece, tüm davetliler dağılmış, bir tek o kadın kalmıştı. kız masayı toplarken kocası o kadını yolcu ediyordu ve görmüştü kız; kocası “artık dayanamıyorum, sana öyle aşığım ki” diyip sarılıp tutkuyla öpüyordu yüzünü kadının. o kızla aynı anda kalbimiz çarpmaya başlamıştı. kendimizden biliyorduk, öyle anlarda içimiz kapkara bir okyanus olur, kalbimiz de küçük bir kayık. dalgalar kabardıkça kabarır ve ağzımızdan çıkacak gibi olur o kayık. kalbimizi atıp kurtulmak isteriz. oda sanki kararmıştı. kız, pencereden dışarıya bakıp, “tanrım şimdi ne yapmalıyım” diyordu.
1880'de wellington , Beauchamplar'ın evi görünüyor.
ah bu rüzgar, yıllar sonra okuduğum yeni basılan kitabı katherine mansfield’ın. İçinde bu öyküyü boşuna aradım, yok. şadan karadeniz’in seçtiği başka çok güzel öyküler var. örneğin prelüd ve koyda hikayeleri var ki, kendinizi bir kır evinin çocukları gibi sevinçli duyumsayabilirsiniz. katherine mansfield, memleketi yeni zelanda’yı londra’da müzik eğitimi almak için terk ettikten ve hayatta türlü türlü kırgınlıklar yaşadıktan yıllar sonra memleketini hayal edip yazmış bu öyküleri.
chesney wolde, karori, wellington, prelüd ve koyda öykülerinde geçen yer.
yazdığı kır evinin siyah beyaz fotoğrafını gördüm, anlattığı o nefis doğa sanki yok orada. ama biz de çocukluğumuzun bir evini hatırlarken ne denli büyüleyici olduğunu hissetmez miyiz? geçmişin evine şimdikinin değil, çocukluğumuzun bakışıdır o ve çocuklar için dünya olağanüstü büyüleyici bir yerdir. prelüd ve koyda hikayeleri, küçük çocuklar, evli çift, yaşlı annaanne ve hizmetlileri ile bir karakterden diğerine sanki biz bakıyor ve anlıyormuşuz gibi seri, dikiş izi olmadan kayıp gidiyor. katherine mansfield belki de haksızlık ettiğini düşündüğü kendi memleketi ile bu hikayelerle barışıyor, bu hikayelerle ondan af diliyordur.



katherine mansfield kızkardeşi jeanne ve erkek kardeşi leslie ile
parker ana’nın yaşamı, iç burkuyor. yoksulluk, yalnızlık içinde, ölen torunu için ağlayacak bir yeri bile olmayan parker ana’ya sarılıp “beni de sev. benimle ağla” demek geliyor içinizden; ve temizlik yaptığı evin yazarına, onun sıkıntısını paylaşmadığı için değil de ortalığı bu kadar dağıttığı için kızmak. açığavurumlar öyküsünde, şımarık ve kaprisli bir kadın, kuaförüne gidip off biraz olsun şımartılmak ister de kuaförde onunla her zaman müthiş ilgilenen adamın o günkü dalgınlığından hoşlanmaz. vesvese yapar içinden. oysa adamın daha o sabah ölen küçük kızının cenazesi vardır. kadın, sıkılır bu dertten ve randevusuna giderken de tümden unutur adamı.

katherine mansfield'in işadamı ve bankacı babası, harold beauchamp, 1909

katherine mansfield’i çağdaşı yazarlar pek sevmemişler. öyle ki d.h lawrence, ona, “ölmesini istediğim bir sürüngensin” diye yazmış. t.s. eliot, ondan “hem büyüleyici bir kişilik hem de derisi kalın bir dalkavuk, tehlikeli bir kadın,”diye söz etmiş. öyle sanıyorum ki, “her şeyi riske atın, ama her şeyi,” diyecek kadar gözüpek ve hayatı anlamak için savruklaşmış hayatı yanlış anlaşılmaya da çok müsaitmiş. uzaktan, sömürgeden gelen ve londra’da kendini var kılıp, burnunun dikine gitmek konusunda inatçı davranan birinin kendini anlatamaması çok doğal. doğal dedim de, katherine mansfield oscar wild hayranı ve daha genç kızken günlüğüne ondan bir alıntı yapmış, “ doğallık bir pozdan ibarettir, bildiğim en sinir bozucu pozdur.”:) eh, benim de en sinir bulduğum pozdur doğrusu.


rosabel’in yorgunluğu genç bir şapkacı kızın eve yorgun ve aç dönüp soğuk evinde uyumadan önceki bizi hem gülümseten hem de gözlerimizi yaşartan hayali ile ilgili. hayattan istediğimiz şeyleri düşünürken, hayal kurarken kendimizden uzaklaşıp bakarsak ne çocuksu buluruz kendimizi, değil mi? kendi saçımızı okşamak isteriz. “demek bunu istiyorsun, buncacık şeye sahip olmak derdin, demek,” gelir içimizden. ve şunu anlarız; zihnimiz akıllı bir neden sonuç ilişkisi, reel hayatın gerçekleri ile bir isteği biçimlemez. bir sürü hissiyat bir ışık yalımı ile isteğin o belirsiz nesnesini bize bir anlığına gösterir. biz her hayalle o belirsizliği netleştirmeye ve tatmin olmaya çalışırız. sanki bazı zamanlarda tatmak istediğiniz o yemeği bir türlü bilemememiz gibi. neydi? neydi! genç yaşta, henüz otuzdört yaşındayken veremden ölen katherine mansfield, biz kendimizden bir şey anlamazken bile içimizi okur sanki. böyleyken, o, hayatı avuçlamak ister, sabırsız ve tutkulu, “daha çok malzeme istiyorum, kafeslerinin içinde terbiyeli kuşları andıran küçük öykülerimden bıktım,”der.

katherine mansfield'in çok sevdiği, savaşta ölen kardeşi, leslie beauchamp, 1915


sinek öyküsü, katherine mansfield’ın hayran olduğu çehov ‘un öykülerine bence en çok benzeyeni. patron adamın ofisi müthiş rahat döşenmiştir. eşyaları daha yeni değiştirtmiştir. her şey mutluluk veren bir konforla donanmış gibidir. konuğu biraz da yaşlılıktan ona diyeceği şeyi bir türlü hatırlamaz da neden sonra bir kadehcik viski içince hatırlar: konsolun üstünde duran patronun oğlunun fotoğrafı var ya hani, asker üniformalı, ciddi görünüşlü fotoğraf… kızlarının, patronun oğlu olan bu askerin mezarını gördüğünü, çok güzel bir mezar olduğunu filan söyler. böyle aniden oğlunun mezarından söz edilmesi çok sarsıcıdır, konuk gittikten sonra ağlamak ister patron. neden sonra mürekkep hokkasına düşen sineği görür ve onun yaşam mücadelesine hayranlık duyar. onu alıp kurutma kağıdının üstüne koyarak üstüne mürekkep damlatır. sinek her seferinde kurtulmayı başarır. yiğit, cesur ve yaşamaktan vazgeçmeyen sineğe hayran kalır ve ister ki sonuna kadar yaşamayı becersin, ama sonunda ölür sinek. kendisine yeni bir kurutma kağıdı getirmelerini emrettiğinde aklından çıkmıştır olan bitenler, içinden sadece ağlamak geliyordur. katherine mansfield işte böyle mesela, tek başımıza otururken, kısacık sevimsiz bir cümle, bir sinek vızıltısı ile gözyaşlarımız arasındaki o ilintiyi mükemmel bir şekilde kurup, anlatmakta öyle ustadır ki, yaşamın her anının öyküsü yazılabilir diye duyumsar insan. her anının! bir olay, bir sonuç beklemek yersiz, bu öykülerde. insanın doğası tüm derinliği ve genişliği ile ele geçirir bizi. o küçücük hikayeleri, içimizdeki pırpırla ya da boğazımızdaki düğümle okumamız bundan.


mr. reginald peacock bir şan hocasıdır. canı sıkılan ev hanımlarına şan dersi verir ve onların romantik ilgilerinden çok hoşlanır. süslü, gösterişçi, sığ bir adamdır. olmadığı bir adam gibi davranır, evde ait olmadıkları sınıfın düzenini boşuna kurmaya çalışır. karısından hoşlanmaz. onu kendine denk görmez. insan elinde olmadan, katherine mansfield’in sadece bir gün evli kaldığı o şan hocası mı bu acaba, diye düşünür.


katherine mansfield ve 1912 yılında hızla evlenmeye karar verdiği genç edebiyat eleştirmeni kocası john middleton murry

dükkandaki kadın, öyle çarpıcı bir öykü, etkisi öyle olağanüstü ki, günlerce aklımdan çıkmadı. öyküde hem bir western havası var hem bir polisiye gerilim. bir sırrın tuhaf bir şekilde açığa çıkışı, o kadın, çocuk, yolcular… inanılmaz güzel bir öykü.

yabancı adlı öykü, avrupa'daki kızlarını göremeye gittiği için on aydır görmediği karısını bekleyen bir adamın tutkulu bekleyişini anlatıyor. adamın özlemi onu tahammülsüzleştirirken gemi de geciktikçe gecikir. nihayet karısına kavuşur ve otel odalarına yerleşirler. adamın karısına duyduğu sevgi öyle büyük, yalnız kalmak için duyduğu çaba öyle acıklıdır ki... tüm dünya onun bu çabasına karşı gibidir. hatta çok sevgili karısı rastlantı sonucunda gemi de kucağında ölen bir adamdan bahsettiğinde büyük bir kırgınlık duyar. artık hiç ama hiç yalnız kalamayacaklardır, aralarında hep o yabancı olacaktır diye düşünür. nefis bir öykü.


sarkacın salınımı, parasız bir genç kızın, birkaç saat içinde gelişen küçük bir olayla tüm hayatını etkileyecek ahlaki seçimini yapışını anlatır.

öleceğini anlamamış katherine mansfield. klinikte hayatının son günlerini yaşarken, arkadaşına yazdığı mektupta, “yaşam tarzımı tümüyle değiştirmeyi düşünüyorum. Her türlü işi ellerimle yapmayı amaçlıyorum. hayvanları beslemek ve elle yapılabilecek her işi yapmak.”

yeni yıl yaklaşırken biz de yapmak istediklerimizi düşünebiliriz. hayata çok geç olmadan ellerimizle tutunabiliriz. benim bir önerim de eğer henüz tanışmadıysanız kendinize bulabildiğiniz tüm kitaplarını alıp, katherine mansfield ile tanışmanız olacak.

ah bu rüzgar

katherine mansfield

can yayınları

çev. şadan karadeniz



ayrıntılı bilgi için:

5 yorum:

müzi dedi ki...

sevgili peri,
cok tesekkurler bu guzel yazi icin. kutuphaneye kosup, mansfield'in her kitabini bulup okumak istedim. yeni yil planlarina bir madde daha eklendi!
sevgiyle,

Margot dedi ki...

E ben daha Peter Ackroyd'a gelemedim? :( Keşke uykuya bu kadar ihtiyacım olmasa, uykuyu bu kadar çok sevmesem. Keşke daha çok okuyabilsem! Peri'nin tavsiyeleri diye bir liste yapayım ben en iyisi. Sonra yeni yılda belki de karlı bir günde ( evet lütfen kar yağsın!) kıtırt kıtırt sesler çıkararak, sıcak ışıklı bir kitapçıya gideyim. Eldivenden çıkan elim listeye gitsin...

Bu da benim yeni yıl dileklerimden biri olsun.

SERAP dedi ki...

Hani o mutluluğu tarif eden kızın anlatıldığı kitap varya adını hatırlarsan nolur bana söyle.değil okumak sen anlatırken bile tüylerim diken diken oldu.Bizim küçük kütüphanemizde var mıdır acaba?
Bende hayatımı evlere göre ayırırım,çok ev değiştirince beynin programlama stili bu herhalde...Doğduğu evde büyüyenlere hep farklı gözle bakmışımdır nedense...
Sevgiyle kal:)

Öykücü dedi ki...

Ben öykücüyümya bu öykü yazan anlamında da olabilir öykü seven anlamında da:)

Yazdılarının içinde "dükkandaki kadın" en merak ettiğim öykü oldu.

Sevgiler:)

endiseliperi dedi ki...

teşekkürler. samimiyetle ve ısrarla okumanızı tavsiye ederim bu kitabı. çok beğeneceğinize de eminim.

sevgiler.