Uzak deniz yolculuğu yapan gemilerde ya da tersanelerde çalışmak ise bambaşka bir dünyanın çok erkeksi meslekleridir. Ömrü denizlerde geçen, karaya çıktığında uyuyamayan gemi adamları benim için efsanevi kahramanlar gibidir. Denizden biz karadaki ölümlülere, küçük dertlerimize, sıkıcı sistemlerimize, kalabalığa, tıklım tıkış insan seline bakan gemi adamlarının bakışını önemserim. Şarapçı bir kaptanın, kalın sesiyle, çatal çatal öksürerek biz kara insanları hakkında diyeceği her sözde bir kehanet izi ararım. Zil zurna uykudayken bile denize karşı hep ama hep tetikte olan bir gemicide, sevgilisinin her kaprisine alarmda bir erkeğin romantik tutkusunu hissederim. Her limanda sırılsıklam ve ilk kezmiş gibi aşık olan bir gemiciyi çok sevimli bulurum. Karanın o karmaşık, renkli, cilveli, duygu dolu kucağından sıyrılıp, bomboş ufuklarla çevrili gemisine, karanlık kamarasına, sessiz gece nöbetlerine, fırtınalı iş saatlerine dönmeyi tercih eden bir gemiciyi ise inanılmaz bulurum.
Hal böyleyken, konusu denizde geçen kitaplardan olabildiğince uzak durdum. Öyle ki, Melville’in Moby Dick’ini okumadım! Kolayca, utanç duymadan kurduğum bir cümle değil bu. Oysa Conrad’ın Haluk Şahin tarafından mükemmel çevrilmiş, muhteşem Ölüm Seferi’ni okuduktan sonra Moby Dick’e balıklama dalmam, bu utanca bir son vermem gerekirdi. Olmadı. Melville’in karada geçen, sevimli, acıklı Bartleby’ından sonra, Pierre ya da Belirsizlikler ile hala karada dolanıyorum. Melville çok zeki, zeki dilli ve bu zeki dilinden, ne Tanrı, ne din adamı, ne felsefeci, ne aile kurumu, ne edebiyatçı kurtuluyor. Her sahte varoluşun kokusunu alıyor, hiç kül yutmuyor ve dalgasını geçe geçe yerin dibine batırıyor. Yazıldığında topa tutulan Pierre ya da Belirsizlikler için ‘roman yazmanın sorunsalını irdeleyen roman’ deniyor.
Kitabın yarısını okumuş ve araya hevesle başka kitaplar koymuştum. Çünkü, yüzeysel aşk romanlarıyla dalga geçmeyi isteyen Melville Rokoko tarzı bir abartıda, boyalı şekerli tablo koyuyordu önümüze ve konuşmalar da bir o kadar yapmacıktı. Eyerçayırı denen kırlık bir bölgede, soylu atalarının yansımasını taşıyan, zeki, terbiyeli, yakışıklı, sağlıklı Pierre, kibirli annesi ile birlikte mutluluk içinde yaşayıp gidiyor, muhteşem evinden, sabah yürüyüşleri ya da güzeller güzeli ve çok ahlaklı, çok terbiyeli, zengin ve eğitimli nişanlısını görmek için ayrılıyor. Ben kitapta da olsa kır manzarası izlemeyi çok severim de, bayık aşk romanları ile dalga geçmek için onlarla aynı dili kullanan Melville beni biraz bunalttı ilk bölümde.
“Ayıp, Pierre, ayıp; Tanrı’nın adını ağzına alma; siz gençler aşık olunca neden hep Tanrı üstüne yemin edersiniz ki?”
“Çünkü bu ölümlü halimle sendeki cennete kavuşmaya çalıştığıma göre, bizlerin aşkı dünyevidir de ondan!”
s. 28
Ancak ne zaman ki işler sarpa sardı, ortalık biraz şenlendi. Melville Pierre’in bulduğu bir kağıt parçasında, Tanrı’nın kronolojisi ile insanın saatinin uyumsuzluğu nedeniyle Tanrı sözünün yeryüzüyle uyumsuzluğunu dillendirdiği bölümde çıkışını yaptı. Elbette başka şeyler de oldu: Isabel adında bir kız ortaya çıkıp,gizemli ama biraz da tutarsız hikayesini anlatıp Pierre ile kardeş olduğunu iddia etti. Pierre, hem gayrimeşru bir ilişki yaşamış babasının namusunu korumak hem annesinin onurunu incitmemek, iyi ama bir de Isabel’in de hak ettiği saygınlığa ulaşmasını sağlamak için düzmece bir evlilik düzenler. Bu seçimi ahlaki hassasiyet sahibi Pierre’in ne olursa olsun erdemli olanı seçmek konusunda verdiği yüce bir karardır.
“Cömert ruhlu Pierre, içinde yaşadığımız şu suradan dünyada bile, kibirli Erdem’in Günah’a en ağır işkenceleri yapması gerektiğine hiçbir zaman inanmamış, Erdem’in kibirli ödlekliğini soluk yüzlü Günah’ın acılarıyla beslemeye hakkı bulunduğu gibi kafirce bir düşünceye asla iltifat etmemiştir. Çünkü nedamet getiren Günah’ın bizden beklediği sevgi ve ilgi, kusursuz Erdem’in beklediği takdirden az değildir. Erdem ne denli büyükse, takdirimiz o denli büyük olduğu gibi, aynı şekilde, Günah ne kadar büyükse, ona karşı duyulan merhamet de o kadar sınırsız olmalı. Günah’ın da Erdem’inkinden geri kalmayan bir tür kutsallığı vardır. Ve büyük bir Günah, bizden küçük bir Erdem’in beklediğinden daha fazla cömertlik bekler.”
s.237
Annesi ve tüm akrabaları tarafın dışlanır ve muhtemelen new York olan o şehre gitmekten başka çaresi kalmaz. Şehir, zulüm demektir, elbette. Daha gider gitmez, orada ne soyun sopun, ne terbiyenin, ne erdemin sözünün geçmediğini, tek dilin para olduğunu anlar Pierre. Okursanız bu bölümdeki umutsuzluğun, çaresizliğin ne güzel anlatıldığını görürsünüz. Şehirde çaresiz kalmak, kimsesiz olmak kadar dehşet bir şey yoktur. Köpekbalıkları ile dolu bir denize düşmek gibidir. Pierre elbette verdiği karar konusunda belirsiz duygular yaşar. Ama verdiği kararın yanlış olduğunu kabul etmek istemez uzunca bir süre.
“Eğer bir kimsenin içinde, kendi genel hayat görüşü ile yaşama biçiminin özde doğruluğu ve kusursuzluğu konusunda bir takım belli belirsiz kuşkular varsa ve bu kimse bir gün yaşamının hem kuramsal düşünce hem de uygulama bakımından temel yanlışlığını ve kusurluluğunu, pek üstelemeden ama son derece somut bir biçimde gösteren birine ya da herhangi küçük bir risaleye ya da vaaza rastlayacak olursa; o zaman bu kimse –neredeyse farkına varmadan- kendini bir bakıma suçlayan bu görüşü anladığını kendi kendine itiraf etmemek için büyük çaba harcar. Çünkü böyle bir durumda anlamak demek, kendi kendini suçlamak demektir; bu da insanlara her zaman rahatsızlık veren tatsız bir şeydir. Ayrıca, bir kimseye yepyeni bir şey anlatırsanız, ilk işittiği sırada söylenenleri kavraması kesinlikle mümkün değildir. Çünkü saçma gibi görünse de, insanlar (üstünkörü de olsa) ancak daha önce anlamış bulundukları şeyleri kavrayacak biçimde yaratılmıştır.”
s. 278-279
Melville’e göre, erdemli olanı seçmenin hiçbir numarası yoktur. Diğer eserlerde erdemli olanı seçen kahramanlar şöyle ya da böyle onore edilir; bu dünyada olmasa bile Tanrı’nın dünyasında kabul görür. Oysa gerçek hayatta pek de öyle değildir. Melville namussuzluğu önermiyor elbette ama akılsız bir erdem kumkuması içinde olmakla da dalgasını geçiyor. Pierre şehirde para kazanmak için edebiyatçı olmaya karar veriyor. Çünkü aslında Melville’in yüzeysel yazılar yazan edebiyatçılarla, dalkavuk ve tüccar yayıncılara edeceği de birkaç laf var. Ya da bir kuru ekmek, bir tas su ile yaşayıp, kış sabahında soğuk su ile temizlenen felsefecilere ilişkin sözlerini duymak için de Pierre’in komşularına bakmak gerek. Kimsenin kötü koşullarda anlamlı tek eser üretemeyeceğini acımasız bir ironi ile anlatır Melville.
Çevirmen Ünal Aytür’ün önsözde çok faydalı analizi var. Orada, Melville’in tüm kitapları ve elbette Pierre ya da Belirsizlikler hakkındaki açıklamaları okumanızı da şiddetle öneririm.
Melville’in insan doğası hakkında gözlemi öyle kuvvetli, insan yaşamının gerçekliğine, gizemine öyle vakıf, anlatım biçimi öyle renkli, kurduğu kurguya, yazıya öyle hakim ki insan bir tek bu kitaptan dünyaya bakacak olsa bile zihnini uyararak apaçık tutan bu sözlerle derin bir bakış yakalayabilir.
“Olaylara sürekli olarak felsefi bir açıdan bakan zihinler, düşündükleri şeyleri bir bütün olarak görür ve benimserler; böyle bir zihindeki kapsamlı bütüncüllük, genelleme yeteneği ateşli gençlikte bulunmaz. Genç insan sabırsızlığı yüzünden, her konuyu yanıltıcı bir biçimde küçültür; duyduğu heyecan, her bir konuyu diğerlerinden ayrı görmesine yol açar; böylece temelde, göreceli olarak her şeyi yanlış anlar.”
s.235
Herman Melville
Pierre ya da Belirsizlikler
YKY
Çev. Necla Aytür-Ünal Aytür
* pek bir şey olmadı. hava şahaneydi. müthiş bir içtenlikle evle ilgilendim, yapılacaklar listesi çıkardım (klozet kapağını değiştirmek, üst katın sızıntısıyla kabaran banyo tavanını kazıyıp, boyamak, düşen, gevşeyen mutfak dolapları için yeni civata alıp, yerlerine takmak, arka balkonu elden geçirmek, odaları değiştirmek, saksıları ve topraklarını değiştirmek vs.).
*oyunlar içinde en çok okey oynamayı seviyorum. bora okey takımı aldı, atakuş'a öğrettik okey oynadık. fena değil.
* dikiş makinası ile hala flört halindeyim, mağazaya gidip içini dışını öğrenmem gerek artık.
* arçil'in mezuniyet yemeği davetiyesi, dersane toplantısı, dersleri ile ilgilendim çokça. deneme sınavlarında başarısı artıyor ama hala yeterli değil.
* ufak ufak sigaraya başlamıştım. tekrar bırakmaya çalışıyorum. sigarayı bırakmanın kolay yolu, kitabı baş köşede yine.
* pratik ama bol kalorili yemekler yaptım bu ara. ikbal'in hazır döneri fena değil. mikrodalgada ısıtıp, marul ve domatesle birlikte sandiviç ekmeğine koyup, yanında da patates kızartması ile servis yapabilirsiniz siz de. ya da bugün yaptığım gibi fırından hamur alıp, onu biraz sıvı yağ ile tekrar yoğurup, hazırladığınız soğanlı maydonozlu kıyma ya da pastırma, sucuk kaşar rendesi ile pide yapabilirsiniz.
* bir sürü fim izledim ama bahsetmek istemiyorum şimdi. bir zamandır sense and sensebility'i tekrar izlemek istiyorum ancak CD'yi bulamıyorum.
* çocuklar çanakkale gezisine gitmek istiyorlar, tedirgin olduk. otelde havuza filan da gireceklermiş, atakuş yüzmeyi pek bilmez. burada istedikleri gibi eğlenme alternatifi getirdik, havuza, bowlinge filan da giderek... bakalım ne karar verecekler.
* baharın gelmesine, hafif rüzgarlı berrak bir gün, yemyeşil bir yere gitmeye çok ihtiyacım var.
* hah, TNT adında bir kanal deneme yayınına başladı. fena bir kanal değil, sanırım, bizdeki iyi gerilim dizisi CD'leri TNT yapımı idi. akşam 20.00 de bir film ve sonra diziler oluyor. cnbce'ye alternatif olabilir.www. tnttv.com adresinden yayın akışı öğrenilebilir.
13 yorum:
peri peri, bahar gelince niye çalışkan olmak zorunda hissederiz kendimizi? bugün tek izin günümde az daha evi boyamaya kalkıyordum. valla... yapardım da, ama belim garip bir şekilde ağrıyor ve ben bu sene bedenimin sinyallerini dinleme bilgeliğine kavuştum allahtan. ben boya badana yapmayı çok severim. başıma tülbent takıp saç hariç her yerimin boyaya bulanmasından çocukça bir zevk alırım. bir de kalorili yemeklere taparım. ımmmmmhhh, senin pideyi yemiş gibi oldum şu saatte. yapacağım kesin. bana kalsa hergün kebap pide falan yerdim. ama olmuyor tabii. keşke olsa.
ben aslında senden uzun süre yazı gelmeyince, dikiş makinenden çıkmış bir perde ya da örtü yazısıyla dönersin sanmıştım:) ve fekat yakındır yine de diye düşünmekteyim.
böyle, sevgiler...
Periciğim,
Nasıl da o denize dalanca kendine gelen, dünyayı unutan insanlardanım, bir bilsen!
Kendimi sakinleştirmem gerektiğinde, sırtüstü denizde olduğumu ve hafif bulutlu gökyüzünü seyrettiğimi düşünürüm.
Melville'in bu anlattığın kitabını hiç bilmiyordum. Sanırım onu, Moby Dick'le özdeşleştirmişim ve orada bırakmışım.
:))
denize dalmak ya da denizle haşır neşir olmak sanki çok bilinçaltına dalmak gibi değil de orda olan bitenin ve yılların yığınının farkına varıp aralarında sessizce,usulca geçip rahatlama gibi gelir bana..Benim için her yıl en az 10 gün tekrarlanan bir tür meditasyondur..Nedense senin de bir deniz kızı olduğunu sanmıştım yazdıklarından..Bir de ne garip değil mi şu yorum yazma olayı..Genelde hepiniz tanışıyor,görüşüyorsunuz -okuduğum kadarıyla- ama ben,ama ben..Bana ne oluyor ki..Çok enteresan ama bir şekilde sizin hayatlarınıza tanık oluyorum,sizleri sizlerin istediğiniz ölçüde röntlüyorum..Bir süredir bunu düşünüyordum da..Öyle işte..
elektra,
ben öyle beceriksiz, öyle elinden iş gelmez biriydim ki... şimdi, bir tesisatçı yapabiliyorsa ben neden yapamayım ki, diye acar bir haldeyim.
en kısa sürede perde, minder, elbise dikmek istiyorum ama, dikiş makinası ile ekmek makinasında olduğu gibi bakışıyoruz hala., bir süre sonra, bakalım.
hah, işte o beceriksizlik içindeyken, yani kek bile yapamazken, şimdi çok hamarat oldum bu hamurişlerinde. bahane arıyorum. çocukları okula getirip götüren bir şoför var, o, akşamları eve giderken çocuklarına götürsün diye bile bahane bulup kurabiye yapıyorum bazen. bizimkiler pek sevmiyor, kek, kurabiye vs. pide çok lezzetli oldu yalnız. fırından çıkarınca, biraz da tereyağ gezdirdim üstüne, o denli kalorili yani. belki ıspanaklı, brokolili filan denmek lazım.
öpüyorum.
ekmekçikız, ben de bembeyaz steril bir odada, sıfır ses ve sıfır toz hayaliyle rahatlarım, bir nevi koma durumu yani:)
en kısa sürede moby dick'i okuyacağım ve bu iş bitecek:)
sevgiler.
sevgili redrabbit,
kimse kimseyi tanımıyor. aslında kimse kimseyi tanıyamaz da. yüzyüzeyken bile zor bu. kaldı ki, buradan her şey tuhaf bir yansımadan geçerek, herkes için ayrı bir görüntü oluşturuyor. ben ki, neredeyse bağırsaklarıma kadar buradayım ve denizin içinden seslenmeyi seven bir görüntü ile seninleyim işte.
kimse birbirini tanımadığı gibi, kimse de yabancı değil burada. tuhaf şekilde açık, demokratik bir iletişim yolu bu.
ne demek istiyorum? ayıp ediyorsun, her zaman beklerim, demek istiyorum:)
beyaz tavşanı girdiği delikten takip ediyoruz, kırmızı tavşanı nereden takip edeceğiz? yok mu site mite? bak, görüyor musun, aramızdaki eşitliği kendi lehine bozan sensin aslında:)
sevgiler.
evet dediğinde haklısın,kimse kimseyi aslında tanımıyor ve tanıyamaz da,ama ne bileyim işte ben belki de çok çabuk aralara kaynayabilen,sıcak davranan ya da 32 dişiyle gülüp yıllardır tanışıyormuş hissini verenlerden olamadım,olmadım..Bilemem öyle sıcak aile,mahalle kuaförü,komşu teyze muhabbetlerini..Hep çok soğuk,gizemli ve uzak kaçmışımdır genel tabloya..O yüzden yani..
Bu arada kırmızı tavşan,Alice'in deliğe giren beyaz tavşanının delikten çıktıktan sonraki hali.sitem yok,dolayısı ile arada delikten kafamı çıkarıp etrafa kırmızı kırmızı bakarken görüşebiliriz ancak..
pericigim,
yapı kredi yayınlarının bu sarı kapaklı, beyaz kağıda basılı serisini bir türlü sevemedim ben. fazla ağır bir havaları var, insana meydan okur gibiler. don kişot'u falan sırf bu yüzden okuyamadım belki de. bu seriden birkac tane var evde, hicbirini bitiremedim. senin yazdıklarını, alıntıları okuyunca, melville'i de merak ettim şimdi, bir denerim belki. (moby dick'i ben de okumadım bu arada, welcome to the club :)
"Yüzeysel aşk romanlarıyla dalga geçmeyi isteyen Melville, Rokoko tarzı bir abartıda, boyalı şekerli tablo koyuyordu önümüze ve konuşmalar da bir o kadar yapmacıktı" demişsin ya, Flaubert'in Madam Bovary'si geldi aklıma hemen, o da o dönem popüler aşk romanlarını acımasızca eleştirirken, onlara benzer bir kurgu ve üslupla yazmış bovary'i.
denizi çok severim ben ama korkarım da.. boyumu aşan yerlere açılamam, kıyıya paralel, usul usul yüzerim. bir türlü çıkmak istemem içinden, hele tatilin son günüyse bir türlü vedalaşamam, "bir dalıp çıkayım son kez" diye defalarca geri dönüp, tekrar tekrar girerim :) geçen yaz gidemedim ya, şimdi iyice gözümde tütüyor.
tamirat, yenileme işlerine biz de giriştik ufaktan. krem rengi bir abajurumuz var, ampulu alçakta oldugundan ışık direkt gözüne giriyor insanın. onun eteklerine boncuklardan bir tür perde yapacağız ışığı kesmek ve renklendirmek için. bu sabah erkenden eminönü'ne gittik, hem ofisin terasındaki saksılara ekmek için çuha çiceği ve şebboy, hem de abajura rengarenk boncuklar aldık. sabah eminönü öyle güzeldi ki! kokular, renkler, ıvır zıvır objeler... o kadar çeşitli şeye bakıyor ki insan, yürümekten değil ama bundan yoruluyor. züccaciye dükkanlarına da girdik, herşeyin aleti var yahu, elma koçanı çıkarıcısı, meyve çekirdeği ayıklayıcısı ve de rengaren silikon yumurta fırçaları. çok güzel silikon kek kalıpları vardı, bir dahaki gidişimde kesin alıcam.
böyle işte..
öpüyorum
"dikiş makinası ile hala flört halindeyim" yazman, son demlerine ancak yetiştiğim eski bir trt radyo reklamını hatırlattı bana peri;
"her genç kızın rüyası, zetina dikiş makinası"
yoksa singer miydi yahu :p
neolitik hanm'cığım benim elma koçanı çıkarıcım var:P
öyle istedim ki ben de eminönü'nde olmayı şimdi.bora'nın işleri öyle çok ki! eğer bu haftasonu vakti olursa ona diyeyim, eminönü'ne gidelim, diye. ama önce bir bahane bulmam gerek. yün desem olmaz, boncuk desem gelmez, çiçekleri bauhause'dan alıyoruz...belki sadece vapura binmek için desem bile olur. olur olur. yaşasın!
kazım taşkent serisi evet, öyle. kazım taşkent'in torunu çok sevdiğim bir arkadaşım, ve aa gümüşsuyu'nda oturuyor o da. çok ama çok tatlı bir kızdır. uzuuuuuuun zamandır görmüyorum. ben o seriden bir de, celine 'nin gecenin sonuna yolculuk kitabını okudum... hımmm başka da hatırlamıyorum. evet biraz bunaltıcı bir görüntüsü var. ben çok yakında yine kitap yayınlarından bir kitap okuyacağım. sen onu da seveceksin. bayılıyorum kitap yayınlarının kitaplarına.
az önce mutfaktan çıktım, topluca yazarım diyordum ama mutfak dolap kapaklarını yaptım ve kendimle gurur duyuyorum. daha çok iş var. kapı çaldı şimdi.
öpüyorum.
evet, zetina dikiş makinasıydı:)
aslında bugün mağazaya gittim, orada çalışan bir hanımın bana makinayı öğretmesi için. ama telefon açıp randevu ile gitmek gerekirmiş. gitmişken kasnak filan da gördüm, ondan da alacağım gaykedi, pencerenin önünde yavaş yavaş bir baykuş işleyeceğim, onu da yastık yapacağım. bundan iki tane yapacağım, yatağın başına dayamak için. seviyorum bunları düşünmeyi. tümden böyle bir insanmışım da haberim yokmuş, ne yazık.
bugün hava inanılmaz güzeldi. kadıköy'e kadar yürüdüm, mutfak dolabına vida bulmak için (bu konudan herkese, mümkünse uzun uzun bahsetmek istiyorum:P kapaklar olunca öyle sevindim ki, goril gibi yumruklarımla göğsüme vuracaktım neredeyse tuhaf sesler çıkararak:)
hadi neyse. çok yoruldum hakikaten. çocuklar dönene kadar ayakalarımı uzatıp raymond chandler'in göldeki kadınını okuyacağım.
öpüyorum. nakhar'a da çok selamlar.
merhaba,hep okurum sizi ve yazılarınızın sükunet ve sevinç verdiğini düşünürüm.kitaplarla ilgili yazdıklarınızı tekrar tekrar okuyorum.geçenlerde yapı kredi yayınlarının İstanbul Sokakları adlı kitabını alırken nedense aklıma siz geldiniz ve sizin de bu kitabı seveceğinizi düşündüm—sadece kapağındaki resim için bile alabilirdim aslında.işte böyle.sevgilerimi yolluyorum.serpil.
sükunet ve de dahası sevinç vermem ne güzel serpil. ikisi bende birarada pek olmaz genellikle. karşı komşu saksısına rüzgar gülü yerleştirmiş ve istanbul'daysanız, rüzgarı siz de hissediyorsunuzdur şimdi, fır dönüyor rüzgargülü ve ben döne döne beyaz olsun diye gözümü dikmiş bakıyorum. bendeki sevinç sükunetinin tonu işte olsa olsa o beyaz kadar ve öyle oluyor. bir sevinç ya da keder çığlığının başarıyla bastırılmasi kadar olur bende sükunet.
kitap okuma hevesi yarattığımı söylüyorsunuz ya, buna ise bayılıyorum. kitap kapakları konusunda geçenlerde radikal'in kitap ekinde yazıyordu mehmet ulusel ve önerisi şuydu ki, sevmediğimiz kitap kapakları için kendimiz bilgisayarda kapak oluşturabilir, kitabımıza yapıştırabiliriz. şahane bir öneri! ama evet bazı kitap kapakları da öylesine güzel hazırlanıyor ki, o nedenle bile almak istiyoruz. ben, kitap kapağını oluşturan grafikerin o kitabı okumuş olmasını dilerim ama, sanırım bu olmuyor.
ben de sevgilerimi yolluyorum.
Yorum Gönder