Cinayeti suç ve ceza kavramlarından ve de ahlaki ölçülerden sıyırdığımız zaman, Thomas De Quincey’e göre güzel sanatların bir dalı ortaya çıkıyor. Cinayet tıpkı, resim, mimari, şiir, heykel gibi estetik bir kategoride değerlendiriliyor. Bu durumda cinayet anlatıcısına büyük iş düşüyor. Ondan, bir sanat eleştirmeninin duruşunu, bakışını, yüksek estetik ölçülerine uygun yaklaşımını beklememiz kaçınılmaz oluyor. Borges bir yazısında De Quincey için, “ Ona o kadar çok şey borçluyum ki,” diyor, “burada bu borçların sadece birkaçını anarsam, sanki başka borcum yokmuş gibi zannedilir diye korkuyorum.” Cinayetin öncülük ettiği edebiyata meraklı olanlar için, Thomas De Quincey’nin, İletişim yayınlarından çıkan, İsmet Birkan’ın çevirdiği, Emre Ayvaz ve Kaya Genç’in nefis önsözüyle kıymetini artırdığı ‘Güzel sanatların bir dalı olarak cinayet’ kitabına bir göz atmalarını isterim.
Benim cinayet romanlarına ilgim, neredeyse dünyayı idrak etmeye başladığım o çok eski zamanlarda başlar. Cinayet romanlarının hala küçümsendiği yıllardı o zamanlar. Edebiyatta, ilgi alanlarında çok renklilik yoktu da, hangi yazarlara tutkun olduğunuz sorulduğunda, risk almamak için kitaplığınızın gün ışığı alan yerine koyduğunuz yazarların kitaplarından bahsederdiniz. Böyle olsa da cinayet romanına bulaşmış, onun dilini kendinize yakın hissetmişseniz, kanınıza karışan bir afyon gibi kendinizi onun keyfine teslim etmek istersiniz, ki bu da kitaplığınızın karanlık, küf kokulu dehlizlerinde cinayet romanlarının hızla çoğalması demektir.
Çok şükür uzunca bir zamandır cinayet romanlarının tutkunu olduğunu söylemek çok ‘şık’. Yayınevleri günümüzde hızla artan ya da daha doğrusu cinayet romanı okuru olduğunu söylemenin artık yüzeysel bir insan olduğunuzla ilişkilendirilmediği için sesi çıkan bu ilgiyi beslemek için dünya edebiyatının cinai romanlar türüne el atmış durumdalar. Örneğin, Kabalcı Yayınevi, Simenon'un tüm kitaplarının haklarını satın almış ve yeniden yayınlayacak. Bu haber bağlamında size, Simenon'un 'Bella'nın Ölümü' kitabını mutlaka ama mutlaka almanızı öneririm. Ben Metis Yayınları’ndan çıkan, Bilge Karasu’nun enfes çevirisiyle okumuştum bundan tam tamına 15 yıl kadar önce. Kitap hakkında çoğu şeyi unuttum, ama unutmadığım bir lezzeti var: Kitabın, daha ilk sayfalarında dedektifin caddede yürürken katilin kim olduğunu bir anda idrak etmesiyle, o zihinsel aydınlanma, o her şeyin yerli yerine oturduğu anla başlaması... Sonra polis soruşturmasının, cinayet gününü, tüm ayrıntılarıyla ve tüm olasılıklarıyla değerlendirme uğraşı, bu uğraşının zanlıda yarattığı yıkım, büyüleyicidir.
(Simenon ile yapılmış bir röportajı okumak için aşağıdai adrese tıklayın.)
http://www.taraf.com.tr/ksanat/default.html
Her polis, dedektif araştırmasının dili, geçmiş zamanın dilidir. Tüm motivasyonu, o günü, o anı tüm ayrıntılarıyla imgeleminde tekrar yaratmaya ilişkindir. Cinayet romanlarında ayrıntı bolluğundan geçilmez. Zaman saniyelerle ifade edilir, kıyafetler, hava koşulları, alışkanlıklar, karakterler… her şey tüm ayrıntısıyla net bir şekilde bilinmek zorundadır. Cinayet mahalli incelemesi başka bir alemdir. Küçümsediğimiz kıl, tüy, kanın akış yönü, yaranın şekli, barut izleri, ölünün katılık derecesi, otopsi raporlarında, maktülün bağırsağında bulunan yemek kalıntıları, DNA raporları özenle hesap edilir.
Cinayet mahalli fotoğraflarında beni en çok etkileyen ise fotoğrafın sessizliğidir. Eğer sessizliği görmek isterseniz, eğer siz de benim gibi sessizliğin resminden büyüleniyorsanız cinayet mahalli fotoğraflarına bakmalısınız. Taammüden ve yakın mesafede işlenen cinayetlerde, (bu benzetme nedeniyle beni bağışlayın,) katil ve maktül arasında aşka, hadi diyelim ki şehvete benzer bir hal vardır. Katil, tutkulu bir aşık gibi gözler maktülü. Onun alışkanlıklarını, bedenini, karakterini, tepkilerini en ince ayrıntısına kadar ezberler. Cinayet anında, ona yaklaşmasında, bedenlerinin birbirlerine verdikleri tepkide, diyelim ki katilin elleriyle maktülü boğduğu andaki bakışmalarında iki aşığın en yakın olduğu zamanlara benzer bir hal vardır. Her şey bittiğinde, ölüm gerçekleştiğinde, şehvet sonrasında başınızı koyduğunuz yastık gibi bir sessizlik kaplar. O fotoğrafta gördüğünüz sessizlik, çığlıklardan, derin solumalardan, birbirlerinin bedenini kontrol etme isteğinin artık son bulduğu andan başlayan sessizliktir.
Cinayetin manzarası, ürkütücüdür. Dehşet vericidir. Geri döndürülemez geçmişe aittir. Bir cinayet romanı size geri döndürülemez olan o gizemli geçmişi, “tam da şimdi!”, işte, elinizdeki kitabın sayfalarını çevirdiğiniz zaman kadar şimdiki zamanı yaşıyormuş, o dehşet anını paylaşıyormuşsunuz hissini verir. Verdiği heyecanın nedeni büyük olasılıkla budur.
Truman Capote, ‘Soğukkanlılıkla’ kitabı ile birlikte cinayet romanlarına yepyeni bir bakış açısı getirdi. Çıplak gerçeği olduğu gibi, bir gazete nesnelliği ile aktardığı bu romanıyla, gerçeğin kurgudan daha dehşet verici olduğunu gösterdi. Bir yaz Büyükada’da geçirdiğimiz bir tatil sırasında okumuştum onu da. Sıcak cinayet türü için buz gibi, katı bir nesnellikle yazılmış, çok ilginç bir kitap. Bütün kitaplarını bir yaz ayında okuduğum Truman Capote’un bununla birlikte diğer kitaplarını da hiç kuşku duymadan alabilirsiniz bence.
Benim en sevdiğim cinayet roman yazarım, Simenon’dur. Simenon’un Komiser Maigret’si en sevdiğimdir. Her cinayet, bir nedenin, nedenlerin sonucudur. Yara almış ilişkilerin akılalmaz bir sapmasıdır. Komiser Maigret, maktüle değil, katile bakar. Katili anlamaya çalışır. Katilin karakterinin analizini yapar. Onu öyle insancıllaştırır ki, kendimizi derin bir empati ile katili anlar buluruz. Maigret, katili anlar ve insanlığın bu karmakarışık doğası içinde, katili yargılamayı kurumlara değil de, katilin kendisine, kendi suçluluk duygusuna bırakır. Bazen. Hikayeyi orada bırakmaz. Adalate güvenir; yargı organlarının, Tanrı'nın ya da vicdanın yerine getireceği adalete… Ve neden sonra katili ziyaret ettiğinde, beklentisi, insanın vicdanının adaleti yerine getirmesidir. Tahmininde yanılmaz.
(Simenon ile yapılmış bir röportajı okumak için http://www.taraf.com.tr/ksanat/default.html adresine göz atın.)
Okuduğum son cinayet romanı, Fergus Hume’un “Kupa Arabası Cinayeti” kitabı. ErKO Yayınlarından çıkmış. Kitabın kapağında, ‘1800’lerde yazılmış ilk gerçek polisiye’ yazıyor. Kitabın ön sayfasının hemen altında, çevirmenin adının yazılı olduğu kısım, ayrı bir bantla tekrar yapıştırılmış. İç sayfada da çevirmenin isminin olduğu kısım yine bir bantla örtülüp altındaki çevirmenin ismi kapatılmış. Çevirmen Zerrin Duman, ama belli ki, çevirmen isminde bir hata yapılmış baskı sırasında. Hata sadece buysa, bir yayınevi için talihsiz bir ihmalkarlık deyip geçebilirsiniz, ama kitabı okudukça yayınevine kızmadan edemiyorsunuz. Kitap neredeyse hiç okunmadan, çevirmenden geldiği gibi yayına sokulmuş duygusu veriyor. Çevirmen bile ikinci okumayı yapmamış. Cümle, imla hataları istemediğiniz kadar. İnsan bunca emeğe acıyor. Çünkü, yayıncılık örgütlü bir iş. Elinizdeki bir kitabın yayınlanma süreci öyle sancılı, öyle çok insanın emeğini gerektiren bir iş ki. Sonuç elimdeki kitap gibi olunca, ‘bunca emeğe, bunca paraya yazık!’ diyorsunuz.
Durum böyleyken, kitap yine de anlaşılır ve sürükleyici. Ve eğer cinayet romanı severi iseniz 1886 yılında yazılmış bu kitabı okumadan edemiyorsunuz. Kitap, Sunday Times’ın 'bütün zamanların en iyi 100 polisiye eseri' arasında gösteriliyor. Yazarı, hayatının bir döneminde Avustralya’da yaşamış, kitabı da orada yazmış Fergus Hume. Asıl mesleği avukatlık olan Fergus Hume, önce piyes filan yazmış ama pek başarılı olamayınca bir kitapçıya gidip en çok satan kitabı sormuş. Fransız yazar Emile Gaboriau'nun polisiyelerinin çok sattığını öğrenince de onun tüm kitaplarını okumuş ve sonra kendi tarzını yaratıp polisiye yazmaya başlamış. Kupa arabasında cinayet kitabında, Gaboriau’ya olduğu kadar, Poe’ya, De Quincey’e de göndermeler var.
Kitabı bastıracak yayınevi bulamayıp, kendi imkanlarıyla bastırmış ve kitap yayınlanır yayınlanmaz büyük satış rakamlarına ulaşmış. Daha sonra da yüz kadar kitap yazmış ve geçimini yazarlıktan çıkarmış. Türkçe’ye bir de Seyhan Yayınları’ndan 'Yeşil Mumya’ kitabı çevrilmiş, ama onu henüz okumadım.
Çok sıcak bir Aralık gecesinde (Evet, şaşırmayın, iklim orada farklı, Aralık ayı nefes alamayacak kadar sıcak olabiliyor Avustralya’da:) Melbourne’de, bir kupa arabasında, bir adamın kloroformla öldürülmesi çevresinde gelişiyor olaylar. Ne katil ne maktülün kimliği biliniyor. Ama zeki dedektiflerin çabası ile olayın Melbourne sosyetesinde ilginç ilişkiler ağıyla bağlantısı ortaya çıkıyor.
Şimdi, CSI New York gibi dizilerin gözünden bir şey kaçmaz izleyicisi için kitaptaki soruşturma süreci, araştırma biçimi çok naif gelecek. Erkeklerin onur mücadelesi, kadınların masumiyeti, toplumun ahlaki yargıları ise dünyanın ne kadar değiştiğini size hissettirecek. Ne olursa olsun ortada işlenmiş bir cinayet, bu cinayetin anlamlı bir nedeni ve cinayeti çözmek için dönemim en zeki dedektiflerini iş başında göreceksiniz. Ben sıkılmadan ve kitabı elimden bırakmadan okudum. Eğer kitaplığınızda bir cinayet romanları rafı varsa, ‘1800’lerde yazılmış ilk gerçek polisiye kitabı’nı neden rafın ilk başına koymayacaksınız ki?
Kitabı almak istemez ve orijinalinden okumak isterseniz, şuraya uğrayın.