Genç eşinin her kaprisine sonsuz kredi veren bir koca gibidir benim için İhsan Oktay Onar. “Of… yaz gelsin önce,” derim, “tatile gideyim sonra, bir hamak olsun… işte o zaman okurum seni.” Elimden düşürmeden okurum, “bayıldım!” derim, ama bu koşulları da hiç değiştirmem. Şımarık, müşkülpesent bir okuyucu kesilirim. İyi mi yaparım? Hayır! İhsan Oktay Anar, masa başında okunması gereken bir yazardır. Hamaktayken, müthiş kurgu ve öyküleme becerisi ile eğlendirirken, aklınız masa başı ciddiyetinde, kitabın sizi taşıdığı bambaşka dünyadadır. Taşıdığı dünya, sizin belleğinizde inceden inceye sezdiğiniz, tanıdık gelen, sanki başka bir hayatta orada olduğunuz ya da efendim, paralel evrene bir göz atma şansını yakalamışsınız hissini veren bir dünyadır. Neden böyledir? Çünkü Osmanlı’yı anlatır. Osmanlı da, ordusunun zaferlerini ve yenilgilerini sular seller gibi öğrendiğimiz ancak toplumsal yaşamına ilişkin hiçbir derinlikli bilgiye sahip olmadığımız tozlu bir tarih bilgisidir. Bize dair değilmiş gibidir, ama yine de bizimdir.
Suskunlar tarih, din, tasavvuf, müzik bilgisini gerektiren ve bu bilgilere gönderme yapan bir kitap olmakla beraber, bunlara hiç oralı olmadan sadece kurgusuyla, öyküsüyle sade okuyucusunu da hiç sıkmadan sarıyor. O dönemin dili, üstelik çeşitli meslek ve tabakaların üslubuna, sözcük dağarcığına uygun olarak kullanmış İhsan Oktay Anar, ki bu ne zor, ne büyük yetenek, bilgi ve ne derin bir hayal gücü gerektiren bir uğraştır. Yazar için zor da, Osmanlıca’yı anlamayan okuyucu için kolay mı? Hayır, ama anlaşılmaz değil. Dilin ritmi bir müzik gibi etkileyici ve içeriğini değilse de duygusunu hissettiriyor. İnanılmaz sinematografik bir kitap. Ben okurken, İhsan Oktay Anar’ın kitabı bir film gibi hayal ettiğini, onu sözcüklendirdiğini, ben de okurken, o sözcükler aracıyla onun hayal ettiği filmi izlediğimi hissettim. Onun filmi ile benim filmim aynı mıydı? Bence büyük oranda birbirine benziyordu.
Ana teması müzik olan kitap, Osmanlı müzik makamlarına uygun olarak üçe ayrılmış: Yegah, dügah ve segah. Bunlar makam adları olmakla beraber sözlükte de göreceğiniz üzere Farsça, sırasıyla, birinci yer, ikinci yer, üçüncü yer, demek.
Bu bölümler, bize kitabın çeşitli kahramanların hikayesini anlatıyor. Başından sonuna kadar bir sürü ilginç kahramanın hikayesi zekice bir kurguyla bir noktada çakışıyor. Kahramanlar sır dolu, sonra cinayet, entrika, aşk var, huzura eremeyen hayaletler ise kitap boyunca kol geziyor. Şehrin yedi müzisyeni teker teker öldürülüyor; tağut şeytanlıklarını acımasızca uyguluyor; Davut, hayaletlerle, şeytanla baş etmenin yollarını arıyor…
Kitap, gece bekçisinin bir elinde muşamba fener, diğer elinde, ara sıra yere vurarak mahalle sakinlerine orada olduğunu belli ettiği demir asası ile Yenikapı’nın dar ve ıssız sokağında, çocukların kanını emen upirlerin, insan eti yiyen lanetli gülyabanilerin, en karanlık kabuslardan kopup gelen karakoncolosların ağız şapırtıları ve böğürtüleri arasında yürürken bir hayaletle karşılaşması ile açılıyor. Öylesine büyüleyici ve kışkırtıcı bir manzara ki aslında siz ne hamakta sallandığınızın ne de masa başında sırtınızın tutulduğunun ayırdına varmazsınız.
Hemen birkaç sayfa sonra Hızır Paşa’nın mehteranında müzisyen olan Kalın Musa’yı tanırız. Onun namazdan firar etmek için bahçe duvarından atlayıp, atlarken bulduğu bir armudu yiyip yememe konusundaki muhasebesini gülümseyerek okur ve kitap boyunca da bu nevi şahsına münhasır karakteri gördüğünüz her yerde bir tebessüm insiyaki olarak belirir yüzünüzde. Onun evine yol alırken seçtiği eğri büğrü sokaklar, yampiri ahşap evler öyle güzel anlatılmıştır ki evlerin arasına asılmış rengarenk çamaşırların altında, kırış kırış suratı, ağarmış pala bıyığı, fıldır fıldır gözleri, kısa boyuyla hızlı hızlı yürüyen Kalın Musa’yı görür gibi olursunuz. Aynı zamanda İhsan Oktay Anar bize, Osmanlının sıradan yoksul insanlarının yaşadığı evlerin mimarisini de gösteriyor.
“Kurtların kemire kemire bitiremedikleri tahta aksamları, rüzgarın esintisiyle gıcırdayan ve ahşap kaplamaları şiddetli yağmurların ve kızgın güneşin etkisiyle kararmış bu evlerin en çok göze çarpan özelliği, sağlam ve yüksek alt katları üzerinde bir çiçek gibi açılan, göğslemelerin taşıdığı çıkmalar veya cumbalarıyla daha büyük ve daha ferah olan üst katlarının ve nihayet tepelerinde geniş saçaklarıyla koskoca çatılarının olmasıydı. Bu evlerin en az bir cephesi yemyeşil sarmaşıklarla kaplıydı. Sarmaşıklar ve ağaçların oluşturduğu yeşillik o kadar sık ve evlerin geniş saçakları birbirine o kadar yakındı ki, o gölgeli ve dar sokaklarda yürüyenlerin yağmurdan ve güneşten etkilenmeleri imkansız gibiydi. Karşılıklı evler arasına çekilmiş iplere rengarenk çamaşırlar asılmıştı. Ahşap evlerin ve yemyeşil ağaçların oluşturduğu bu dokuyu sık sık ya hayırsever bir paşanın yaptırdığı, bezemeli, yaldızlı ve oymalı bir mermer çeşme ya da gök kubbede her biri ayrı bir yıldızı ve ayrı bir kaderi gösterir gibi sağa sola, oraya buraya eğrilmiş, görenlerin bir Fatiha okumadan edemedikleri, katibi, horasani, kalafati kavuklu sekiz on mezar taşının göründüğü hazireler, yahut küçük kabristanlar bozmaktaydı.” Nasıl, sahne gözünüzün önünde iyice belirginleşti, değil mi?”
Ayrıca kitapla birlikte, Osmanlı’nın ekonomik yapısını, kullanılan paraları, yemeklerini, giysilerini, kumaşlarını, ev ve süs eşyalarını, meyhanelerini, içkilerini ve tüm bunları dinsel ve etnik topluluklarda gösterdiği farklılıklarla birlikte öğreniyoruz.
Kitabın ilk, yegah bölümünde, Kalın Musa, kardeşi Muhayyer Hüseyin, oğlu Veysel, torunları Davut, Eflatun’u tanır, karakterlerine, hikayelerine vakıf oluruz. Ayrıca Davut’un aşık olduğu Neva, hayalet Kanuni Asım, Cüce İskender Efendi de heyecanlı hikayeleriyle ilk bölümde karşımıza çıkar. İhsan Oktay Anar humor duygusu gelişmiş bir yazar; zeki, alaycı ve capcanlı. Göreceksiniz siz de.
Şöyle bir şey de yapıyor mesela, kitabın ilk bölümünde tanıyacağımız Cüce İskender, henüz kendisi ortada peydah olmadan, “Elbette bütün bunlar Cüce Efendi’nin Sofuayyaş Mahallesi’ne gelmesinden önceydi” diyerek onu ilginç bir misafir gibi beklemeye başlamamızı sağlıyor. İlginç bir karakter mi? Çoook!
İkinci, dügah bölümünde Eflatun duyduğu sesin peşinden İstanbul’u bir uçtan diğer uca kateder ve biz, Osmanlı İstanbul’unun esnafı, yaşam biçimleri, kılık kıyafeti, ilişki biçimleri hakkında çok renkli, eğlenceli bilgisiyle donanırız.
Üçüncü, segah bölümünde ise, tüm karakterlerin birbiriyile ilşkisi açığa çıkar, heyecan dorukta, düğümler çözülür.
Öyleyse neymiş? Suskunlar değerli, sayfalarını açtıkça çoğalan bir kitapmış. Öncelikle, sadece Osmanlı Devlet Örgütlenmesini, Osmanlı Devleti Tarihini bilen bize, Osmanlı Toplum Yapısı konusunda (İstanbul bazında) bilgilendirmesi, o havayı solutması açısından önemli.
Gerçi tarihçiler, evet, Osmanlı Devleti’nin kaydını kuydunu çok iyi tutmuşlardır da toplumun kaydını pek tutmamışlardır. Osmanlı devletinde Batılı anlamda bildiğimiz aristokrasi, burjuvazi gibi sınıflar olmasa da – çünkü Osmanlı hanedanı, sınırsız iktidarını sağlamak için İmparatorluk topraklarının yegane mülk sahibi ve parasal anlamda iktidar olanları da sıkı denetime tabi tutmuş- genellikle toplumun yüksek sınıfının tarihinin yazılması olağanken alt sınıfların tarihi bir sır olarak kalır. Ancak insan Suskunlar’ı okuyunca bunun çok da ümitsiz bir durum olmadığını anlıyor. İhsan Oktay Anar, Suskunlar’ı yazmadan önce belli ki çok kapsamlı ve derin bir okuma- araştırma sürecinden geçmiş.
Suskunlar’dan sonra ben de Murat Belge’nin Osmanlı’da Kurumlar ve Kültür kitabını karıştırdım. Bu kitabı edinmenizi ve ara sıra da göz gezdirmenizi çok isterim. Murat Belge’nin dilini, yaklaşımını, kendisini çok severim. Çok renkli, çok kişilikli, haysiyetli, dürüst, samimi, bilgili ama bilgisini asla züppece kullanmayan, çok sevimli ve evet çok çekici biridir benim için. Kitap, kalınca, irice ve biraz da pahalı, ama bence edinmenizde büyük fayda var. Zevkle de okursunuz, merak etmeyin. Bu kitapla birlikte Suskunlar’da anlatılan ama bilmediğim bir sürü şeyi daha detaylı görme fırsatım oldu. Kitap yine Osmanlı devlet örgütlenmesiyle başlıyor ve sonrasında Osmanlı toplum ve kültür yapısını, mimariden tutun da müziğe, minyatüre kadar hiç sıkmadan, gayet anlaşılır şekilde açıklıyor.
Suskunlar ile birlikte, orta boylu bir edebiyat eserinden edinileceği kadarıyla, Osmanlı'nın farklı etnik ve dinsel yapısını, bu farklılığın yarattığı toplumsal yapıyı görebiliyorsunuz. Kitapta, her etnik kökenden ve farklı dine mensup insanın gül gibi geçinip gittiğini, farklılıktan doğan en ufak bir dışlama, küçümseme durumunun olmadığını da. Murat Belge şöyle yazmış: “ Osmanlı İmparatorluğu’nda asıl toplumsal farklılık, tabakalaşma ve sınıflaşmaya değil, etnik ve dini topluluklara dayanıyordu. Zaman içinde sınıflaşmaya yönelen eğilimleri dahi bu ayrım belirledi. ‘Millet Sistemi’ gibi bir kavram, içerdiği sistem kelimesinin de gösterdiği gibi, Osmanlı yönetiminin kendi bulduğu bir ad değil, Osmanlılarda geleneksel olarak yürümekte olan düzene Avrupa’nın taktığı addır. Buradaki, Arapça’dan gelen millet kelimesi de bu uygulama yürürlükteyken, bugünkü anlamını taşımıyordu. Millet, etnik değil, dini bir içeriğe göre tanımlanan bir topluluktu. Gregoryen veya Katolik mezhebinden olan Ermeniler iki ayrı millet olarak görülüyor, buna karşılık İslam milletinin içinde Türk, Çerkes, Arnavut, Arap vb herkes sayılıyordu.” (S. 254)
“Dini aidiyetin her şeyden önce geldiği bu çağlarda ve onların (göçebelerin) yerleştiği bu topraklarda dini homojenlik çok zor bulunur bir şeydi; dolayısıyla yeni gelenlerin yerlilerle birlikte yaşamak için bir yöntem, bir takım kurallar yerleştirmeleri gerekiyordu. Söz konusu dönemlerde gelen ve yerleşikliğe geçen Türkler Müslüman’dı. Dolayısıyla aldıkları kültürde, Hz. Muhammed’in Medine’yi ele geçirdiğinde bu kentte Müslüman olanlarla olmayanların bir arada yaşayabilmesini sağlamak için kurduğu, her cemaatin kendi işlerini, kendi inançları ve hukuku çerçevesinde görmesi kuralını getiren düzen örneği vardı. Selçuklular, beylikler döneminde Anadolu’da bulunan çeşitli irili ufaklı beylikler ve onların arasında Osmanlılar bu kurallara göre yaşadılar.” (S.256)
“İstanbul’un fethinden sonra devletin kurallarını, artık bir imparatorluk olmak üzere yeniden düzenleyen II. Mehmed zaten başından beri yürürlükte olan bu düzeni değiştirmedi, ama geliştirdi ve daha sofistike bir işleyiş oluşturdu.” (S.257)
Suskunlar’da adları bize yabancı gelen müzik aletleri ve benim gibi müziği hiç bilmeyenlerin kendini epeyce uzak hissedeceği müzik terimleri, makam isimleri var.
Hal böyle olunca, Murat Belge’nin kitabının müzik bölümünde, Osmanlı müziğine ilişkin, çalgılardan makamlara, usüllere varan açıklamalarını okudum.
“Mimarlıktan sonra ‘en başarılı’ dalın musiki olduğunu söyleyebilirim. Bunun nedeni musikinin soyutluğudur. İmparatorluk otoritesi, söylenen sözün onaylanan ideolojiye uygunluğunu denetlemekte son derece kıskanç ve dikkatli davranır. Bu da en ölümcül etkilerini edebiyat gibi, içeriğin belirleyici olduğu bir alanda kendini gösterir. Osmanlı edebiyatının kimsenin tartışmadığı sınırlı yapısı tamamen bunun sonucudur. Ama musiki, edebiyat gibi bir ‘içerik’ üstüne kurulmaz; dolayısıyla, onun gibi (adı konmuş veya konmamış) bir sansüre tabi değildir.” (S. 391)
“Çok sesli dediğimiz musiki ‘tonal’, tek sesli dediğimiz ise ‘modal’ olur. Buna makam musikisi de denir. Osmanlı musikisi bu temelde kurulmuş musikilerden etkilenmiş ve bu şekilde gelişmiştir. Yunanca mod, Hint musikisinde raga, İran musikisinde destgah, kelimeleri kullanılır. Osmanlılar, Arapça, kıyam kökünden gelen ‘makam’ı tercih etmişlerdir. Bir makam, bir ezginin aralarında gezineceği sesler anlamına gelir.” (S. 392)
“Osmanlıların Anadolu’ya geliş ve yerleşme süreci içinde başlıca musiki öğretmenlerinin (önceki Türklerin yanı sıra) İranlılar olduğunu tahmin edebiliriz. Çerçevede sayılan Osmanlı makamları arasında Fars etkisini bir şekilde yansıtanların çokluğu da bu konuda bir fikir veriyor. Ancak, Asya’dan buraya akan Türklerin Ortadoğu İslam medeniyetiyle ilk karşılaştıkları konak olan İran’ın toplam kültürel yapısı da burada öteden beri varolan devletler ve kültürlerden derinlemesine etkilenmişti. İran İslam dinini Araplardan almıştı, ama Araplar da Yunan-Roma medeniyetinden gelen pek çok etkinin izini taşıyordu. Yunan ve İran musikileri arasında pek çok akrabalık kanalı vardı. İkisi d ebirbirinden yalnız motifler, ezgiler vb değil, makamlar almışlardı. Osmanlı musikisi de, ilk oluşumundan başlayarak, bu etkileri taşımış, onlarla iç içe olmuştur.” (S. 394)
Kitabı okurken bazı sözcükleri, isimleri bilmediğimi farkettim ve onları çokça google'dan, biraz da evdeki kitaplardan araştırdım. Araştırdığım sözcüklerin, kitaptaki sayfa numarası başta, bulduğum kaynak hemen altında yer alıyor. Yakın zamanda eklemeye devam edeceğim. Suskunlar okurken umarım işinize yarar.
Suskunlar Sözlüğü
Yegah:
*Mürekkep; inici; 15. yüzyıl öncesinden; çokça beste yapılmış, 30. sırada. farsça, 'birinci makam' anlamında (Murat Belge, Osmanlı'da kurumlar ve kültür, s. 416)
* Klasik Türk müziğinde kalın re notası karşılığı sayılan makam. (http://tr.wikipedia.org/wiki/Yegah)
Dügah:
* Mürekkep; çok eski; Farsça 'ikinci yer' demek. 150 kadar bilinen eser var. Çargah'ın bir gerisinde. Çeşitli türevleri gene var: 'Dügah-acem', 'Dügah-maye' vb. (Murat Belge, Osmanlı'da kurumlar ve kültür, s. 414)
* Klasik Türk müziğinde bir birleşik makamdır. yegâh, dügâh, segâh, cargâh ve pençgâh şeklinde beş kardeştirler. farsça birden beşe kadar sayılırsa ne denmek istendiği gayet sahih bir vaziyette anlaşılır. sonuncusunu ben uydurmuş olabilirim. vatana millete hayırlı olsun.
bu makam saba terkibine şedaraban makamından veya nev-eser'in yegah perdesindeki şeddinden birkaç sesin eklenmesinden mürekkep/15tir. durak perdesi, makama adını vermiş olan dügah'dır ki, saba'nın durağı olan ve nev-eser'in yegah'daki şeddinin veya şedaraban'ın güçlüsüdür. dügah makamının güçlüsü, birinci derecede, saba'nın güçlüsü olan çargah'dır. donanıma saba'nınki gibi si için koma ve re için bakıyye bemolleri konur; saba'nın la bakıyye bemolü ile şedaraban'ın si bakıyye bemolünden başka sol bakıyye diyezi nota içinde eklenir. (http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=dugah)
Segah: Mürekkep; 14. yüzyıl öncesinden; beste sayısı bakımından 12. sırada. Hüzünlü ve zühd dolu olduğu düşünülür.
(Murat Belge, Osmanlı'da kurumlar ve kültür, s. 415)
S.11
Şaban ayı: Kamerî ayların sekizincisi. Ayın hareketlerine göre hesaplanan Arabî ayların ilki Muharrem, sonuncusu da Zilhiccedir. Şaban, Receb ile Ramazan ayları arasında yer alır. Şaban ayının Araplar arasındaki eski adı Azil idi. Araplar, Şaban ayına "şehrullâh-i muazzam", "şehru'l-kerâme" ve "şehru'l-kasîr" de derler. Böyle demelerinin sebebi, bu ayda bostanlara çıkıp, beraberlerinde götürdükleri yemek ve diğer şeyler pişinceye kadar gezip eğlenmeyi âdet edinmeleriydi. Medineliler, bu ayın on beşinci gecesine "leyletü'l-helva" (helva gecesi) derler. Araplar, o gece evlerinde, durumlarına göre tatlılar pişirip yerler ve yedirirlerdi. Eskiden bizim toplumumuzda da, hemen her kandil gecesi bir helva gecesiydi. Fakir-zengin akrabaya, komşuya helva dağıtmak âdetti. Ülkemizin bazı yörelerinde bu âdetin günümüzde de devam ettiği görülmektedir.Şaban ayını önemli kılan özelliklerden biri, "şühûr-i selâse" denilen "üç aylar"ın ikincisi olmasıdır. Bilindiği gibi, üç ayların ilki Receb, üçüncüsü de Ramazandır. Şaban ayının önemli bir hususiyeti de, "Beraat gecesi"nin bu ayın on beşinci gecesine tesadüf etmesidir. Beraat gecesi, meleklerin inmesi, duaların kabul olunması, duaların geri çevrilmemesi gibi birçok fazilete sahip olduğu için, bulunduğu ayı da değerli kılmıştır
(M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1983, III, 302)
Upir: Türkçe obur sözcüğü bana etimolojik olarak Batı dillerindeki vampir sözcüğü ile ilişkili gibi görünmektedir. Zira, 15-16. yy’larda yerini vampir biçimine bırakan upir sözcüğü bu olası ilişki bakımından dikkat çekicidir ki, Rusca’da upir’in dışında obir sözcüğü de vampir demektir. Sırpca vampir, Polonca wampir, upior, Çekce upir, Ukrayna dilinde vampir, upir, Beyaz Ruslarda vuper… Georgieva upir’in muhtemel eski Slavca biçiminin opir (şişmiş) olduğunu ve bugün Sırp-Hırvatca’da şişmek anlamına gelen piriti’de kendisini devam ettirdiğini belirtmektedir (Ivanichka Georgieva, Bulgarian Mythology, translated by Vessela Zhelyazkova, Sofia, 1985, s. 99). Bu savımın doğruluğundan emin olabilmek için Hasan Eren’in Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü’ne baktığımda, Rusca upyr sözcüğünün Türk diyalektlerinden alınmış olduğu iddiasıyla karşılaşıyorum.Yani sıra Kazakca’da obur’un obir olarak geçtiği, Cuvasca vupăr’ın ise kötü ruh, hortlak anlamına geldiği vurgulanmıştır. Eren obur sözcüğü için “Türk diyalektlerinde kullanılan op- ‘içine çekmek, emmek’ kökünden geldiği anlaşılıyor: op- + -(u)r,” diye yazıyor (Eren, Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü, Ankara, 1999). Şimdilik hangi dilin bu sözcüğü bir diğerinden ödünç aldığı sorununu bir yana bırakırsak, vampir ve obur sözcüklerinin etimolojik olarak ilişkili olduklarını söyleyebiliriz.
(http://www.rizgari.com/modules.php?name=Rizgari_Niviskar&file=print&id=1449)
Gulyabani: Gul-i beyabani orijinal varyantiyle de karşımıza çıkan bu muhayyel mahlûk, gezginlere ve yolculara uğrayıp onları mahveden canavardır. Daha sonraları Anadolu kültüründe ahubabayla beraber anılmaya başlamış ve insan yediği düşünülen kocaman, uzun sakallı ve asalı bir dev olarak tasavvur olunmuştur.
Bazı türk halklarının geleneksel demonolojik görüşlerine göre, her zaman kadın kılığında olduğuna inanılan mitlojik bir varlık. "Guleybanı" ve "Aleybanı" şeklinde de rastlanır. Adı hurafelerle ilgili olarak "Gulyabani", korkunç bir varlık olup, karanlık zamanlarda çölde ve mezarlıklarda koşan birinin gözüne canlı gibi görünür. Vücudu tüyle kaplı, kocaman, pis kokulu bu acayip varlığın ayakları tersinedir. Gündüzleri mezara girer. Geceleri ise hortlayıp çıkar. At binmeyi ve at kuyruğu örmeyi ve çocukları çok sever. Bir oyundan çıkarak, onları güldürmeye çalışır. O ayni anda çöllerin ve harabelerin iyesiydi. O, yolcuları yollarından döndürüp mahvederdi.
Etnik-kültürel gelenekte ise bazen onun "Al ruhu", "Al anası" ve "Al kadını" olduğu düşünülür. Bu görüş, aralarındaki benzerlik veya tam yakınlıktan ileri gelir. Pamir Kırgızlarının mitolojik metin ve efsanelerinde bu şeytanî varlığın adına "Gul" ya da "Gul-i Biyaban" şeklinde de rastlanır.Araştırmacılar bu varlığı en eski Arap rivayetlerine bağlıyorlar. "ıssız yerin ruhu" gibi anlamlandırılan bu şeytanî varlık, "Kar Adam" efsanelerinin yayılmasıyla yeni bir hayat kazanmıştır.
Bütün vücudu sarı-kırmızı tüylerle kaplı bu insanımsı çirkin varlık, dağ yamaçlarında ve kimsenin olmadığı çöllerde akşam üstü ortaya çıkar. Avcılara yaklaşıp onlarla insan gibi konuşur. Bir şeyler ister sonra onlara güreş yapmayı önerir. Avcı kazanırsa "Gulyabani" sessizce çekip gider. Ama eğer o kazanırsa avcı, uzun zaman hasta yatacak demektir. Ya da çöllük ve harabe bir yerde yalnız başına yatan birinin ayağının altını yalaya yalaya kan çıkacak kadar inceltir. Sonra ölünceye kadar kanını içer.
(http://tr.wikipedia.org/wiki/Gulyabani)
Karakoncolos:
* zemherinin ilk on gününde sokaklarda dolaşıp insanlara "nerden geliyosun, adın ne" gibi sorular sorduğuna inanılan yaratık. elinde kocaman bi tarak taşır. sorduğu sorulara verilen cevapların içinde kara sözcüğü geçmelidir (misal: karaköye gidiyorum) yoksa elindeki tarağıyla insanın kafasına vurur ve öldürür. bu yaratık evlerin çevresinde dolanır, açık kalmış küplere tükürür ve çişini yapar. insanların yakınlarının seslerini taklit edip onları dışarı çağırır. çağırılan kişi uyanırsa evine dönebilir yoksa donarak ölür.
(http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=karakoncolos)
* Türk mitolojisinde, Karakoncolos, 'kara renkte ve çirkin olarak tasarımlanan bir umacı, bir kötülük cini'dir. Özellikle Kuzeydoğu Anadolu Türk kültüründe yer etmiş ve Bulgar folklorunde de rastlanan bir yaratıktır. Bir tür öcüyü andıran karakoncolos pek dehşetengiz sayılmaz ve zararsız olduğuna inanılır. Bununla birlikte zaman zaman gerçek anlamda şeytanî bir şekilde betimlendiği de olmuştur. Kürklü olduğuna inanılan bu yaratığın isminin Yunanca Kalikantzaris'den gelmiş olması olasıdır.
Bulgar folklorunde yaratığa verilen Bulgarca isim ise Karakondjul'dur ve geceleri gezdiğine inanılır.
(http://tr.wikipedia.org/wiki/Karakoncolos)
S.12
Revnak: Farsça'da "ışık" demek.
(http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=revnak)
Tennure: kalenderi ve hayderîlerle eski bektâşîlerde de bulunan bu fistan, kolsuz, yakasız, göğse kadar önü açık ve bele kadar kısmı dar olup belden aşağıya doğru gittikçe genişliyen bir elbisedir. etekleri, üstüyle kıyaslanamıyacak kadar geniştir ve altı parçadan meydana gelir, etek kısmına içten dört parmak enliliğinde kalın ve yünlü bir parça dikilir. semâ' tennuresi denen bu fistan, renkli ve çok defa beyaz olur ve semâ'zen, semâ'a başlayınca elifi nemedle sıkılmış olan belden aşağı kısım açılır ve hafif bir dönüşle açılan etek, artık semâ'zeni idare eder, semâ'zen, âdeta onun dönüşüne uyar.
hizmet tennuresi denen ve matbah canları tarafından çile müddetinin sonuna kadar giyilen tennure, semâ' tennuresine nispetle kısadir, yâni ayaklara kadar uzanır ve rengi umumiyetle siyahtır. tennure, arap alfabesindeki lamelif harfinin ters çevrilmiş şekline benzer. bunu giyen insan, harfin ortasına çekilmiş bir elif gibi görünür ve bu suretle ters «lâ», bir yâni «illâ» şeklini alırdı ki bu, «tanrıdan başka yoktur tapacak - lâ ilahe illallah» sözündeki nefiy, yâni yok saymak medlulünü ifade eden «lâ» ile varlığını sabit kılmak medlulünü ifade eden «îllâ»ya işaret sayılır. mevlevinin mutlak varlıktan başka bütün varlık suretlerinin mevhum olduğunu bilip, kendi varlığiyle beraber nefyettiğine ve hepsinin, mutlak varlığın zuhuru bulunduğunu ve ancak tek varlığın var olduğunu ispat eylediğine işarettir. aynı zamanda tennurenin, açık olan önünde, her iki tarafta onsekiz sık dikişten, yahut oraya dikilmiş ve tennure renginde tek bir kaytandan meydana gelen bir zırh da vardı ki bu zırh, tam ensede şu şekilde bir «lâ» resmeder ve yine bu inancın remzi sayılır.
(http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=tennure)
Sikke: Külâh-ı Mevlevi ve fahir de denen sikke, içice geçmiş iki kat ve koyu kahve renginde, yahut bal rengi veya beyaz, aşağı yukarı 45 - 50 santimetre uzunluğunda, dövme yünden yapılma bir külahtı. Üst tarafı, alt tarafına nispetle birazcık dardı.
İlk zamanlarda alt kenarı kalın, üstü sivrice ve kalıpsız olan sikkeler, son zamanlarda boyca kısalıp yukarıdaki uzunluğa indiği gibi keçe de incelmiş ve fese benzemişti. Sikke zamklanır, kalıplanır, ütülenir, parıl parıl bir hale getirilirdi.
Şeb-külâh denen ve gece yatılırken giyilen sikkeler, arakiyyeden uzun, arakiyeden kısa ve kalıpsızdı. Son zamanlarda yalın kat sikke giyenler de vardı.
Sikkelerin kenarlardan itibaren üste doğru basık ve tepesi keskin «külah-ı seyfî - kılıca benzer külah» denirdi. Son zamanlarda bu çeşit sikke giyen yoktu. Dîvâne Mehmed Çelebi ve dervişleri, bazan bu çeşit külâh giyerlermiş ve zaten seyfî külah ona mensupmuş. Yûsuf Sîneçakın mezar taşında da seyfî külah vardır. Anlaşılıyor ki bu külah, daha ziyade Şemsî Mevlevîlere aitti.
(http://www.semazen.net/sp.php?id=45&page_id=1&menu_id=id10)
Samatya meyhaneleri: (Vefa Zat ile yapılan bir söyleşiden)
(…)
- Rakıdan söz etmeye başlamadan önce mutlaka meyhaneye girmek lazım. Çünkü bir şekilde rakı kültürü meyhaneden çıkıyor. Meyhane devam eden ve başlangıçta daha çok şarap ağırlıklı bir kültür. Benim şu ana kadarki araştırmalarımın neticelerine göre, 1540 ile 1550 arasında rakı ilk defa Türkiye `de üretime geçiyor.
- Anasonlu olarak mı?
- Önce anasonsuz olarak yapılıyor. Anason daha sonraki dönemlerde ilave ediliyor.
- Demek ki 1500`lerde Osmanlı topraklarında imbik kullanımı yaygınlaşmış.
- Daha önceki dönemlerde de kullanıyor imbik. Zaten Anadolu `da, Harran `da bulunuyor. Daha evvel konsantre içkiler var ama imbikte damıtılmış rafine içkiler yok. Rakı önce anasonsuz düz rakı , `düziko` dediğimiz biçimiyle karşımıza çıkıyor. Ama yüzyıllar boyu rakı hep ikinci planda kalmış.
- Yüzyılları atlayıp sizin çocukluğunuza gelelim. Kitaplarınızdan birinde `meyhane kokusu` diye bir yazınız vardı. Buradan anladığım kadarıyla sizin çocukluğunuzda Samatya `daki meyhanelere sinmiş kokular arasında rakı yok. Toprağa zemine dökülmüş, havasına sinmiş olan hep bayat , kötü, küflü şarap. Sizin çocukluğunuzda bile Samatya meyhanelerinde rakı değil, şarap veriliyordu.
- Evet, şarap ağırlıklıydı. Meyhanelerde rakı içenler daha ziyade Müslüman Türkler `di.
DEV ŞARAP FIÇILARI - Kuşkusuz azınlıkların içkisi daha çok şarap. Ama Müslümanlar`dan da şarap içenler vardı.
- Vardı pek tabii. 19. yüzyıla kadar şarap kayıtsız şartsız hakimiyetini sürdürüyor. Seyahatnameleri okuyorum, hep karşımıza çıkan devasa şarap fıçıları. Bu dev fıçılardan birini ben de gördüm. Eski turşucu dükkanlarında kocaman fıçılar vardı ya, merdivenle çıkardınız; altta musluğu bulunurdu. İşte o fıçılar büyüklüğünde bir fıçı, Galata `nın arka taraflarında ücra bir meyhanede kalmıştı. O fıçıların musluklarından maşrapayla şarap alırken, yere damlar. Yer toprak. Bütün eski meyhanelerde zemin topraktır. Dolayısıyla maşrapayla tahta musluktan şarap alırken ister istemez yere damlıyor ve toprak zemin onu emiyor. Zemin kurudukça da ortalığa kesif bir şarap kokusu yayıyor. O şarabın hangi üzümden yapıldığını tespit edebilen insanlar var.
- Siz çocukken mahallenizde bu tür meyhaneler vardı demek.
- Samatya `da şarap meyhanelerinin önünden geçtiğiniz zaman buram buram küflü şarap kokardı. İki koku vardı hiç unutamadığım. Birisi francala fırınının kokusu; daha sokağa girmeden önce mis gibi gelirdi size. Öteki de meyhanenin küflü şarap kokusu.
(http://www.tumgazeteler.com/?a=1254243)
*
İstanbul meyhaneleri ile namlı mayhaneciler hakkında en eski kayıtlara, XVII.yy da yaşamış Evliya Çelebi`nin Seyehatname`sinde rastlanır.
Evliya Çelebi, İstanbul esnafından bahsederken meyhanecilere"esnafı melulan melhusanı mezmuan yani meyhaneciyan"diyor. Büyük seyyahın verdiği malumatagöre, IV.Murat`ın şiddetli ve devamlı içki yasağı arifesinde,hepsi İstanbul ile Galata, Eyüp ve Üsküdar kadılıkları hudutları içinde binden fazla neyhane vardı. Meyhanecilerin cümlesi "kefere vefecere" olarak 6000 nüfustur, 3000 kadar koltuk dükkanı vardır. Meyhaneler"Hamr Eminliği"ne bağlıdır ki, devlet hazinasinin en zengin gelirlerinden birinide bu emanet temin etmektedir. Hamr Emaneti, Galata`da Domuz Kapasında`dır [Domuz Sokağı]. Evliya Çelebi, İstanbul`un dört çevresinde meyhaneler çoktur amma çokluk üzere Samatya Kapısı`nda, Kumkapı`da,Yeni Balıkpazarı`nda, Unkapanı`nda, Cibali Kapısı`nda, Ayakapısı`nda, Fener Kapısı`nda, Balat Kapısı`nda, karşıda Hasköy`de bulunur.
Hele Galata demek meyhane demektir. Oradan ta Karadeniz Boğazı`na varınca her iskelede meyhane bulunur, amma Ortaköy, Kuruçeşme, Arnavutköy, Yeniköy, Tarabya. Büyükdere ve Anadolu tarafında Kuzguncuk, Çengelköy, Üsküdar ve Kadıköy`de tabaka tabaka meyhaneler vardır. Hamri şeytanın talimiyle Cemşid petde etti. Meyhaneciler mezmun kavimdir. Meyhanaleri içre bun kadar hanende sazende, mutriban cemeyleyüb şeb ü ruz sefa ile sürud ederler. Şarabın gerçi nası katı ile katresi haramdır, amma hükema kavlince ana"ruhı sani"demişler, nuş eden canların vanına can verip bihayat iken şirane cünbüşe başlayıp buhicap olurlar.
"Yare yalvarmaya bir kimse hicap etse hemen
Bir kadeh mey kişinin cümle hicabını götürür."
Bunu nuş edenler "arslan sütü"demişler. Kadim hükema da ,"Elma yiyip alessabah bir kase şarap içenin öldüğüne taaccüp ederiz 'demişlerdir, amma yalan söylemişlerdir"diyor.
Büyük yazar Galata'dan bahsederken,"Denüz kenarında Galata'nın orta hisar denilen kısmında iki yüz adet kat kat harabahaneler, meyhaneler vardır fasikler iş ü işret edip hanande ve sazendelerle bir hayhuy aderler ki, dil ile tarifi mümkün değildir"diyor. Ve o harabathanelerden Taşmerdiven Meyhanesi ile Kefeli'nin Manyalı'nın, Mihalaki'nin, Kaşkaval'ın, Sünbüllü'nün, Konstantin'in ve Saranda'nın isimlerini keydediyor .
O 17.yy meyhaneleri nasıl yerlerdi? Hiç birşey bilmiyoruz. Belki, Cenevizliler zamanından kalmış olup, yakın bir zamanda yıktırılmış nolan ve asıl şekli ancak son yıllarında bozulmuş bulunan Galata'nın meşhur Lavirantos Meyhanesi'nin benzerleriydi. "Lavirentos"adı Evliya Çelebi'ye çetrefil gelmiş, onu da kaydettiği sekiz meyhane arasına o tarihte işleten sahibinin adıyla kaydetmiş olacaktır. Lavirentos'u, okuyucularımın "Bıçakçı Petri"den hatırlamış olmaları gerekir. Evliya Çelebi Galata'nın bu büyük gedikli meyhanelerinde türlü türlü misket şarapları, Ankona, Sakız, Mudanya, Edremit, Bozcaada şarapları bulunduğu meyhanelerin sıralandığı sokaklarda yalın ayak başı açık yüzlerce sarhoş serilip yatarmış, perişan halleri sorulduğunda ,
"Öyle sermestim ki idrak etmezem dünya nedir!
Ben kimim, saki olan kimdir meyi sahba nedir?"derlermiş.
Mübalağalı olmakla beraber canlı bir tasvirdir. Yine o büyük yazar Haliç kıyısından Hasköy'den bahsederken 100 meyhane bulunğunu söylüyor. Rakamda mübalağası aydındır.En namlı meyhaneciler ve keyif verici meyve suyu satıcıları Küpelioğlu Yahudi ile Rum Tiryandafil imiş.
Evliya Çelebi'den üç yüz sene sonra yaşamış çağdaş büyük yazar Ahmed Rasim Bey de yetişebildiği eski İstanbul meyhanelerini şöyle anlatıyor:
"Kumkapı'ya doğru Karabıçak; Yenikapı taraflarında Sandık Burnu, Langa, Uzun Odalar, İncirli; Samatya havalisinde Altınoluk, Dış Kalpakçı, Sulu Manastır,Yedikule meyhaneleriyle; Balıkpazarı istikametinde Çorapçı Hanı, Ketenciler Kapısı; daha ileride Yemiş İskelesi, Limon İskelesi; Unkapanı civarında Kafesli, Cibali yakınlarında Haleplioğlu namlarındaki işretgahlar, Haliç'in bu kenarında Balat Ayvansaray, Lonca, Tekfur Sarayı ve yine oralardaTopkapı Karagöz Meyhanesi namlarındaki meyhaneler, Kavas'ın Bağı hizalarından Bayrampaşa, Çırpıcı,Veliefendi dahil olmak şartıyla çizilmiş bir hat ile Edirnekapı, Silivrikapı, Narlıkapı ve sur haricindeki Kazlıçeşme meyhaneleri.
"Bekri Mustafa Yemiş İskelesi'nde yatar.Ta karşısında Galata'nın Fermeneciler üstündeki Koyunlubaba, Geyikli,Azebkapı;Tophane semtine doğru Karaköy ,Küplü,Çakanoz meyhaneleri, Boğazkesen, Kumbaracı Yokuşu, Beşiktaş ,Uzuncaova, Köyiçi, Ortaköy, Dereiçi, Defterdar Burnu koltukları; Üsküdar cihetinde Balaban, Yenimahalle, Selamsız, Sultantepesi, İcadiye, Bağlarbaşı semtleri ta Çengelköy'e kadar... Bütün bu saydığım yerlerde mevsim mevsim saz şairlerimiz destanlar, semailer okuyarak, sazlar, curalar iki ve dört telliler, zurnalar, zilli maşalar, darbukalar, davullar, rübablar, neyler, nısfıyeler, giriftler, kavallar çalarak allı pullu, cepkenli , sırmalı etekli, hoşendam, hoşhiram, kaküllü, düzgünlü, benli, sürmeli köçekler oynatarak, naralar, kadeh kırmalar, bıçak, kama, pala, gaddare, kulaklı çekmeler, usturpa, ucu demirli cop, sandalye bacağı kullanmalar, atışmalar, kapışmalar, türlü türlü sululuklar, hatta rezaletler arasında ömür geçirmişlerdir. Ama bu mestane hayhuy hiçbir zaman doludizgin ilerlememiştir. Buralarda oturuldukça ecdadın ses, söz, suz ü güdaz, aşk, bedbahtlık, sürur ve bütün ruh tecellileri el ile tutulur bir surette duyulur. Alafranga birahaneler ve gazinolar bana daima yabancıdır."
(http://www.ailekahvesi.com/aks/6.htm)
Kıpti: mısır kökenli çingene.
(http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=kipti)
Araban şarkı: Bayati araban, Türk musiki makamlarından birinin adı. Şetaraban ve bayatı makamlarının birleşmesinden meydana gelmiş birleşik bir makamdır.
(http://www.bilgininadresi.net/Madde/14713/Bayati-Araban)
Armudi kemençe: Üç telli ve yaylı bir saz olan kemençeye,Karadeniz kemençesinden ayırmak için ''Klasik Kemençe'' ya da ‘''Armudi Kemençe''de denir. Eski kaynaklarda hatta günümüz araştırmacılarınca Rebab'la karıştırıldığı görülür. Eski minyatürlerde XIX.yüzyıl başına kadar kemençe resmine rastlanmaz. Yerli ve yabancı araştırmacılar uzun yıllar mûsikîmizde kullanılan yaylı sazlardan Rebab ve Iklığ‘ı bu saz ile karıştırmışlardır.
(http://www.kemenceviler.com/bilgi_klasikkemence_nozlp.aspx)
Filori:
* Büyük bir değer ifade ettiği için altın paraya, asaletine uygun sıfat takmak gelenek olmuştur. Hasene, iyi güzel anlamındadır. Deyim İlhanlılar’da da kullanılmıştır. Pegolotti’nin “la Pratica della Mercatura” sında, Tebriz'de kullanılan paralardan söz edilirken, bu deyim “Cassanini” şeklimde bozulmuştur. Hasene ve dinar islam dünyasında, ekonomik literatürde salt altın para anlamında kullanılır. Osmanlılarda da aynı şekilde kullanılırdı. Osmanlılar, batılılardan bu anlama gelen bir üçüncü isim de almışlardı: Filüri, filori veya eflori. Bu aslında Floransa’nın, üzerinde zambak resmi bulunduğundan çiçekli anlamına gelen “fiorino “ adındaki altın parasından gelmektedir. Fiorino, Roma’dan sonra Avrupa’da darpına ara verilen altın paranın yeniden darpına dönüşün ilk numunesidir: 1252’de darpına bağlandı ve büyük bir sükse yaptı. Altın paranın sembolü oluşu bu yüzdendir. Bizans’dan “filori” biçimindeki bozulmuş şekliyle Osmanlı’lara geçmiş olabilir. Bu üç terimi, tamamlayan ikinci ve bazen üçüncü bir kelimenin yardımı söz konusu olan sikke belirlenirdi. Saltanata izafetle “Sultani” adı verilen ilk Osmanlı altını, altın para anlamındaki her üç terimle tamlama yapmak suretiyle şu şekilde anlatılırdı: ”Hasene-i Sultaniyyen” veya “Sultani filori”; dinaren sultaniyyen Muhammed haniyyen.
(http://www.hobbyturkiye.com/numismatik/numismatik_tarihce.asp)
* Osmanlı Devleti’nde Osman Gâzî'den Fâtih'e gelinceye kadar sadece gümüş paralar basılmıştır. Altın para olarak ülkede revaç bulan Venedik dükası (filori, filorin) tedavül ediyordu. Fâtih 1479 yılında sultani adlı ilk Osmanlı altın parasını basmıştır. Fiilî olarak iki değerli madene dayanan bir para sistemi işliyordu. Dolayısıyla altın ve gümüş fiyatları değiştikçe tedavülde bulunan sikkelerin fiyatları ya da kur farkları da değişiyordu. Ufaklık ihtiyacını karşılamak üzere I. Murad'dan (1360-1389) 17. yüzyıl ortalarına kadar mankur veya pul adı verilen bakır paralar da basıla gelmiştir. 1688 yılında ise para arzındaki yetersizlik dolayısıyla akçeyi ikame ve likidite ihtiyacını gidermek için mankur basılmış, 1 mankurun 1 akçe üzerinden sonsuz ibra hakkı tanınması kalpazanlık faaliyetlerini hızlandırmış ve piyasaları alt üst etmiştir. Bu tecrübeye 1691 yılında son verilerek mankur tedavülden kaldırılmıştır.
(http://www.osmanli.org.tr/yazi-1-17.html)
S. 15
Nevbet:
* eskiden muayyen vakitlerde resmi yerlerde calinan mizika yerine kullanilan tabirdir. nevbet-i sultani de denir. osman gazinin hizmetlerine mukafat olarak selcuklu hukumdarinin beylik alameti olarak gonderdigi seyler arasinda sark hukumdarlarinin caldirdiklari davul, zurna gibi mizika takimlari da mevcuttu. osmanli padisahlari bunlara bir takim musiki aletleri ilaveleri yaparak belli zamanlarda caldirir ve ilk hukumdarlar nevbet calindigi muddetce selcuklu hukumdarina hurmeten ayakta dururlardi. fatih ayakta dinleme usulunu kaldirdigi gibi sultan mahmut da mehterhane adi verilen mizika takiminin yerine bandoyu ikame etmistir.
* osman gazi zamanindan gelenektir, padişahlar nevbet vurulurken ayaga kalkarlardi.d iger islam ulkelerinin sultanlarinda bu gelenek yoktur. aşikpaşazade bunun sebebini şoyle aciklami$tir:-nevbet vurulmasi gaza ya davettir. o sebep ile padişah dahi gazaya haziriz diye herkes ayaga kalkar. ikincisi, halilul rahman in adeti sebebi iledir. nevbet hep ikindi vakti calindigindan herkes sofrada olur. yemegi veren ayaga kalkar.
(http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=nevbet)
Mehter: Bazı kaynaklara göre "meh-i ter" yani "yeni doğmuş ay" anlamına gelen ve Farsça'dan bozma bir kelime olan "mehter", Osmanlılar devrinde "askeri mızıka" ya verilen isimdir. Buna karşılık, daha güvenilir kaynaklarda, kelimenin aslının "büyük" anlamına "Meh" ve büyükleme, yüceltme edatı "ter" den oluştuğunda fikir birliği etmektedirler.
Yeniçeriler'in bir sınıfı tarafından yönetilen Mehter örgütü. IL Mahmut'un 1826 tarihinde Yeniçeriler'i ortadan kaldır-masıyla birlikte tarihe karışmış, bunun yerine Avrupa tarzı askeri bando kurulmuştu. Daha sonra, Ahmet Muhtar Paşa, Mehterhane'yi yeniden kurmak girisiminde bulundu. Fakat bu girişim geçici oldu. Ancak 1953 yılında İstanbul'un Türkler tarafından alınmasının 500. yıldönümünde Mehter Takımı yeniden kuruldu.
Fatih devrinden sonra, Mehterhaneler'de 8 zilden(zil çalan), l zilzenbaşı, 8 nekkare çalan,bir nekkarezenbaşı, 8 boruzen(boru çalan), l boruzenbaşı, 8 tablızen, l tablızenbaşı ve maiyetinde 9 çavuş bulunan l içoğlanbaşı düzeni esastı.
Mehter takımı, duruş halindeki çalmalarında yarımay şeklinde dizilirdi. Davul ,zurna ve zil çalanlar ayakta dururlar, nekkare çalanlar bağdaş kurup yere otururlardı. Mehter susunca,"gülbank" yani hep bir ağızdan dua başlardı.
Vezir mehter takımları, ikindi ve yatsı namazları kılındıktan sonra, günde iki kez çalarlardı. Bunun dışında, her ikindi vakti vezir'e dilekçe verilmesi törerinde de mehter takımı görev alırdı. İçoğlanbaşı: "Vak-i sürür ve safa mehterbaşı,hey heeey," diye bağırır,elinde zurnasıyla mehterbaşı vezir odasının önüne gelip temenna ederdi.
(http://www.nedirvekimdir.com/?s=boruzen)
Destar (katib-i destar): Osmanlı Devleti'nde katip sınıfından yazı işleriyle meşgul olanların sardıkları sarığın adıdır. Beyaz tülbentten düz olarak sarılırdı. Aynı grubun mezar taşlarında da kullanılırdı.
(http://tr.wikipedia.org/wiki/K%C3%A2tibi_destar)
Boruzen (Ser nefiri): Mehter içinde boru çalan icracının adıdır. Boruzen başı kırmızı cübbe, kırmızı kavuk, sarı yemeni giyer. Diğer boruzenler lacivert cübbe, lacivert kavuk, kırmızı yemeni giyerler.
Çevgani: Mehter içinde marşları ve eserleri okuyan ellerinde çevgen bulunan icracılardır. Kırmızı cübbe ve kırmızı kavuk giyerler.Yemenileri sarıdır.
Davulzen: Mehter içinde davul çalan icracının adıdır. Davulzen başı kırmızı cübbe, kırmızı kavuk, sarı yemeni giyer. Diğer davulzenler lacivert cübbe, lacivert kavuk, kırmızı yemeni giyerler. Davulzen başı, aynı zamanda mehterbaşının yardımcısıdır.
Zurnazen: Mehter içinde zurna çalan icracının adıdır. Zurnazen başı kırmızı cübbe, kırmızı kavuk, sarı yemeni giyer. Diğer zurnazenler lacivert cübbe, lacivert kavuk, kırmızı yemeni giyerler.
Nakkarezen: Mehter içinde nakkare çalan icracının adıdır. Nakkarezen başı kırmızı cübbe, kırmızı kavuk, sarı yemeni giyer. Diğer nakkarezenler lacivert cübbe, lacivert kavuk, kırmızı yemeni giyerler.
Zilzen: Mehter içinde Zil çalan icracının adıdır.Zilzen başı kırmızı cübbe, kırmızı kavuk, sarı yemeni giyer.Diğer zilzenler lacivert cübbe, lacivert kavuk, kırmızı yemeni giyerler.
Köszen: Mehter içinde kös çalan icracının adıdır. Köszen kırmızı cübbe, kırmızı kavuk, sarı yemeni giyer.
(http://www.mehtertv.com/viewpage.php?page_id=7)
S:16
(Nekkare)zahme:
* kudum çalarken kullanılan, uzun ve ucu topuzlu değnek. uçları hafif toplu olup, üzerine keçe ya da çuha sarılır.baget gibi, çeşitli ağaçlardan yapılanları olsa da en makbulü gül ağacından olanıdır.
* nakkarenin mütemmim cüzü.
* farsça: vurma, darbe.
(http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=zahme)
Tammat: Kıyamet. TAMME, (Tâmmât) Kıyamet vakti.
(http://www.osmanlimedeniyeti.com/makaleler/sozluk/osmanlica-sozluk-t.html)
s:17
Gülbang (çekmek): Dinî bir metni, bir duayı, bir zikir ibaresini yüksek sesle ve kendine mahsus bir nağme ile söylemeye “gülbang çekmek” derler. Meselâ ezanın bir adı da “gülbang-ı Muhammedî”dir. Osmanlı’dan sonraki dönemlerde gece bekçileri “Allah bir!” gülbangını çekmek yerine düdük çalar oldular.
(http://www.semerkanddergisi.com/?p=49)
Üçler, yediler, kırklar:
* Üçler, yediler ve kırklar denilen erenlere "Gayb Erenleri" denilir. Bunlar Yüce Allah tarafından belli görevlerle görevlendirilmiş Allah dostlarıdırlar. Derece itibariyle aralarında farklılıklar bulunur. Bu manevî derecelerin en üstünü "Kutubluk" derecesidir. En üst derecede ise "Kutbiyyet-i Kübrâ" denilen "Gavsiyyet" derecesi vardır. Bu makamda bulunan zat Allah Rasulü (s.a.v.)'nün gerçek temsilcisi, gerçek halifesidir. "Üçyüzler"den her biri bir nebi (peygamber) meşrebindedir. Üçyüzlerden kırkı, Âdem Aleyhisselam'ın meşrebindedir. Bunlara "Abdal" denir. Yetmişi Nuh Aleyhisselam'ın meşrebindedir. Bunlara "Nükeba" denir. Yedisi Allah Rasulü (s.a.v.)'in meşrebindedir. Bunların dördüne "Evtâd", ikisine "İmâmân" denir. İşte bunlardan biri "Gavsül A'zam"dır
(http://www.evliyalarimiz.com/gavs.asp)
* alevi inancına göre; üçler allah, muhammed ve ali'dir. yediler için iki farklı liste vardır. birincisi, üçler artı hasan, hüseyin, fatma ve hatice; ikincisi ise nesimi, fuzuli, hatayi*, pir sultan abdal, virani, yemini ve kul himmet'ten müştekil ozan tayfasıdır. peki efendim kırklar kimdir, kimlerdendir? işte bunu bir allah bir de kendileri bilir. ancak deryaya dalıp sonra kendilerinden bir daha haber alınamayan nice erenlerin bu kırklara karıştığı ve kırkı binkırk ettikleri söylenegelmiştir.
(http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=ucler+yediler+kirklar)
Tremolo: bir enstrumanda tek bir tonun hizli tekrarlarla calinmasina verilen isim.
(http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=Tremolo)
Gulgule: gürültü, şamata.
(http://www.nacizanebilgi.com/gulgule.html)
Temenna: öne doğru eğildikten sonra doğrulurken eli başa götürerek verilen selam: "bir temenna ile salonda hazır bulunanları selamladı."- h. r. gürpınar.
(http://www.iusozluk.net/temenna.iu)
Kantarı belinde: Gözü açık, aldatılmaz.
Atasözleri ve deyimler sözlüğü, Ünlü Yayınları)
S:19
Göğüsleme (Mimarlık): Çatılarda bir aşığın veya ahşap kirişin yükünü alıp düşey taşıyıcıya ileten eğik basınç çubuğu.
(http://tr.wiktionary.org/wiki/g%C3%B6%C4%9F%C3%BCsleme)
Katibi, horasani, kalafati, kavuklu mezar taşları :
Ziyaretgah ziyaret edilen yer anlamına gelen mezar, Türkçe de eş anlamlı olarak Makber, Kabir, Medfen ve Merkad olarakta kullanılır. Mezara Türkistan da "Gavr" denilir. Kabir tabiri buradan gelmektedir. Mezarların bir arada bulunduğu yerlere Kabristan denmektedir. Mezar taşları mezarın baş ve ayak tarafında bulunur ve "Şahide" adını alırlar. Baş tarafındakine "baş taşı" ayak tarafındakine "Ayak taşı" adı verilir bazen baş taşı tek başına olduğu gibi ikisi beraberde buluna bilir.
Mezar taşları yalın, sade olduğu gibi çok süslüde olabilmektedir mezarda yatan kişinin sosyal hayattaki konumu ekonomik durumu mezar taşlarına yansımaktadır. Ölen kişinin ekonomik ve sosyal durumu iyi ise; Mezar taşı kitabeleri devrin en namlı şairlerine sipariş edilir, yazısı meşhur hattatlara yazdırılıp usta hakkaklara işletilir ve ortaya çıkan mezar taşları da birer sanat eseri olurdu. Türk mezar taşı işçiliği bilhassa Edirne, Bursa ve İstanbul'da en yüksek seviyesine erişmiştir.
Mezarların biçimleri, taşların üzerinde bulunan yazılar ve sembolik işaretler bize mezarda yatan kişi hakkında çeşitli bilgiler vermektedir. Mezar taşlarında kabirde yatan kişinin kadın, erkek yahut çocuk olduğu kolayca anlaşılabilir. Çocuk mezarlarının boyları küçüktür. Kadın mezarlarının en dikkat çeken yönü çiçeklerle süslü olmalarıdır. Erkek mezar taşları ise başlıklarından tanınır.
Mezar sahibinin mesleği, bağlı bulunduğu tasavvufi neş'esi taşın formunun belirlenmesinde önemli göstergelerdendir. Erkek mezar taşları üzerinde en sık görülen başlıklar sarık, kavuk ve fes formundaki başlıklardır. Osmanlı mezar taşları üzerinde kişinin kimliğini belirten ifadeler çokça kullanılmıştır.
MESLEKİ SEMBOLLER: Devlet ve din adamlarının, askeri kurum ve mensuplarının, esnafın, sanatkarın, ilim adamlarının başlıkları birbirinden farklıdır. Mevlevi, Selimi, Yusufi, Celali, Mücevveze sarayda yüksek makam sahibi kişilerin tören kavuğudur. Edhemi, Ahmedi, Cüneydi, Kallavi, Örfi, Serden geçti, Düzkayı, Kalafat Dardağan Mollayi, Paşayi, Zaimi, Katibi, Kafesi, Perişani, Çatal, Horasani (Hacegan) ve Silahşor gibi isimler alan serpuşlar devleti oluşturan sosyal sınıflar tarafından giyilirdi. Hayattayken giyilen serpuşlar mezar taşlarının baş kısmında kültürel sembol olarak kullanılmıştı.
Kallavi kavuklar; Sadrazamlar, Vezirler, Kaptan-ı deryalar tarafından yalnızca sefere çıkılacağı zaman giyilirdi. Katibi kavuklar; İstanbul'da en çok görülen kavuklardandır. Baş kapı Kethüdaları, Kapı kulu görevlileri ve üst düzey Yeniçeriler tarafından kullanılırdı.
DİNİ SEMBOLLER: Tarikat mensuplarına ait taşların başlıklarında mistik sembolizm oldukça barizdir. Bunlardan bazıları Mevlevi, Nakşibendi, Kadiri, Rufai, Halveti, Bektaşi, "Melavi/Hamzavi" dir.
DÖNEMLERE GÖRE BAŞLIKLAR: 1828 yılından itibaren dönemin padişahlarına ait fesler hangisi ise ölen kişinin mezar taşı başlığı buna göre olurdu. II Mahmud dönemindeki fesler "Mahmudi fes" Sultan Abdülaziz dönemindekilere "Azizi fes" Sultan II Abdül Hamit dönemindekilere ise "Hamidi Fes" denir. Osmanlı dönemine ait mezarlıklardaki başlıkların çoğu Azizi feslerdendir.
SEMBOLLER İŞARETLER: Mezar taşlarında en yaygın kullanılan ağaç sembollerinden biri "Hayat Ağacı" motifidir. Bolluğu bereketi simgeler. Meyveli ağaç ise insanı kamil-i temsil etmektedir. Ölüm ve faniliğin sembolü olarak kullanılan "Servi Ağacı" Mezar taşlarında en çok kullanılan motiflerdendir. Servi vahdeti yani Allah'ı (cc) birlemeği, sembolize eder. Allah lafzının ilk harfi olan elif'e de benzetilen servinin sallanırken yapraklarından çıkan "Hu" sesiyle Allah'ı (cc) zikrettiğine inanılır. Dalları kolay sarsılmaz bu haliyle sabrın ve temkinin sembolüdür, dik ve doğru duruşu ile doğruluğu ve dürüstlüğü temsil eder, servinin üst dallarının eğri durması yaradanın karşısında boynu bükük kalmayı acziyeti ifade eder.
Mür-ü Süleyman; Bolluk ve bereketi, Gül; İlahi güzelliği, Lale; Vahdet-i Vücud yani Allah'ı (cc) sembolize eder. Kandil; Aydınlık Meyve; Ölümsüzlük yani cennette ebedi ikramları Haşhaş-Çam kozalağı; Uykuyu, cenneti temsil eder. Sarık: Müderris ve defter eminleri Kavuk: Orta dereceli memurlar ihtişamlı kavuklar: Osmanlı yönetiminde sadrazam, Kubbealtı vezirleri ve kaptan-ı deryalar Uzun külah: Mevlevî tarikatı mensubu Çapa, gemi direği, yelken: Denizci Hokka ve kalem: Kâtip Lahana, bamya: Cirit takımı oyuncularını Yazısız mezarlar: Cellat Kırık başlı mezar taşları: Yeniçeri Müzik enstrümanı: Müzisyen
(http://www.1923turk.org/mezar-taslarimiz-t16089.html?t=16089)
Avrat Pazarı: eskiden osmanlılar zamanında, cariyelerin satıldıgı yer veya kadınların satış yaptıkları pazar manasına gelir.
(http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=avrat+pazari)
S. 21
Barata: osmanlı sarayında genel olarak bostancıların, baltacı ve kapıcıların giydikleri, kırmızı çuhadan yapılmış, ucu kıvrık, uzunca başlık.
(http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=barata)
S.22
Sıtma görmemiş ses: Gür ve kalın sesli
(http://tr.wiktionary.org/wiki/s%C4%B1tma_g%C3%B6rmemi%C5%9F_ses)
S. 23
Mebun (Osmanlıca): İbne
(http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=mebun)
Kudüm: klâsik musikimizin ana ritm unsuru olan kudüm, vurmalı sazlarımızın en önemlilerindendir. tarihte dinî ve lâ dînî musikîmizin icrasında yardımcı vurmalı sazlarla birlikte bilhassa kudüm kullanıla gelmiştir. kös'ün küçüğü ve nakkarenin de biraz büyüğü olan kudüm, 4 parçadan meydana gelmiştir; 1-) bakır gövde 2-) deve derisi 3-) simitler 4-) zahme
1-) bakır gövde: tas şeklinde olup biri büyük diğeri küçük iki parçadır. bakırın içine bir miktar altın karışmış olanı makbul ve matluptur. dövülerek arzu edilen şekil verilir. büyüğünün çapı 30cm küçüğünün çapı 28 cm ikisinin de yükseklikleri 16 cm. olan prototip kesinlik kazanmıştır.
2-) deve derisi: kudümde arzu edilen tonalite'nin meydana gelmesi için muhakkak deve derisi kullanmak lâzımdır. kalınlığı 5 mm. olan deve derisi özel bıçaklarla traşlanarak 2 mm. ye indirilir. "düm" sesi verecek olan büyük çaplı bakır gövdeye gerilecek olan deri kalınlığı 2 mm. "tek" sesi verecek olan küçük çaplı bakır gövdeye gerilecek olan deri kalınlığı ise 1 mm olmalıdır. her iki çaptaki bakır, deriler üzerine yatırılarak, kendi çaplarından 2 cm. fazlası kalemle işaretlenerek kesilir. her iki deri 19 eşit parçaya bölünerek zımba ile delirtir, özel bir atkı sistemi ile deriler bakır üstüne gerilir. deri germe işlemi için nylon karışımı ipler kullanılabilir.
3-) simitler: viştal veya kıtık dediğimiz dolgu maddeleri ile doldurularak yapılan simitlerin orta boşluklarına kudümler oturtulur, öne doğru istenilen eğim sağlanır. simitlerin en önemli ödevleri kudüm'ün yerle bağlantısını kesmek ve ona elastikiyet sağlamaktır. bu da tonalite için çok gereklidir.
4-) zahmeler: kudümü çalmak için kullanılan uçları yuvarlak ağaç çubuklardır. yumuşak ve orta yumuşaklıktaki ağaçlardan yapılırlar. ana gövdenin etrafı 4 parça sahtiyan deriden bir kılıf ile kaplanır. bu şekilde yapılan bir kudümün akordunu uzun yıllar muhafaza ettiği tecrübeyle sabittir. buraya kadar yapım özelliklerini anlatmaya çalıştığımız kudüm mevlevilerce kutsal sayılmış ve "kudüm-ü şerif" diye anılmıştır. hz. mevlÂnÂ'nın kudüm hakkındaki bir sözü şöyledir: ney kuru, değnekler kuru kudüm üstüne gerilmiş deri kuru o halde bu allah sedası nerden geliyor?
(http://www.itusozluk.com/goster.php/kud%FCm)
Kudumzen: kudûm enstrümanını çalan müzisyen. kudûmi de denilir.
(http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=kudumzen)
S. 24
Recep ayı: Receb ayı Hicrî ayların yedincisi ve Ramazan'dan iki ay öncesidir
Receb, tazim ve saygı anlamına gelir, îslâm öncesi Araplar Receb ayına ayrı bir ehemmiyet verirler, saygı gösterir ve şanını yüceltirlerdi. Receb ayı gelince kılıçlar kınına sokulur, oklar torbalarına yerleştirilir, derin ve kanlı husumetlerin üzerine geçici de olsa bir sükûnet örtüsü çekilirdi. Artık o gürültülü ve korkunç çöller tatlı bir huzurun baharına dalar, her taraf bir güven ve selâmet sahasına dönerdi. Öyle ki, bu ayda bir kimse babasının katiline rastlasa bile başını kaldırıp kaşına bakmazdı. Bu aya "sağır ay" denilmesi de sükûnet mevsimi olmasındandır.
Receb ayına sağır denmesinin bir başka anlamı da şöyle ifade edilir: Bu ayın bereketi hürmetine, bu ayda işlenen günah ve hataları manen bu ay duymamakta, mü'minlerin sadece ibadet ve sevaplarına şahitlik etmektedir. Böylece Cenab-ı Hak mü'min kullarının bu ayda işlemiş oldukları günahları bağışlamaktadır.
(http://www.islamiyet.gen.tr/mubarek_gun_ve_geceler/recep_ayi.php)
S. 25
Çakşır: Bir nevi don, pantolon karışımı giysi.
(http://www.cankirikulturturizm.gov.tr/BelgeGoster.aspx?F6E10F8892433CFF1D2BBDFC4052639BB2647BE0DD925A83)
Kopil i. (rom. Copil): Çocuk. * Yeniyetme, yeni ergen.* Eskiden özellikle Müslüman olmayan , azınlık çocuk ve ve gençler için kullanılırdı. * Piç, veledizina
(Hulki Aktunç, Türkçe’nin Büyük Argo Sözlüğü, YKY)
S. 26
Alem-i Beka: Öbür dünya, ahiret.
Hayattan kam almak:
Kam: a uzun olarak okunduğunda zevk, neşe anlamına gelen ve genellikle türkçe'de "hayattan kam almak" şeklinde kalıp bir ifade içerisinde kullanılan arapça bir sözcük. özellikkle nedim 'in gazellerinde çok geçen kam sözcüğü, rind şairlerin hayata bakışlarının bir özetidir.
(http://www.itusozluk.com/goster.php/kam)
S. 28
Mekke-i Mükerreme: saygı kazanmış, hürmete layık mekke.
(http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=mekke-i+mukerreme)
Zadegan taifesi:
Anlamlar:
[1] Soylular
[2] asâlet. temiz ve meşhur soydan olan. tanınmış ve temiz aileden olan. aristokrat. meşhur ve belli aileler cemaatı
Köken:
[1] Arapça
(http://tr.wiktionary.org/wiki/zadeg%C3%A2n)
Mer-ı kahkaha: (…)aklıma Binbir Gece Masalları geliyor. Mar-ı Kahkaha’lar, İnsanü’l Ma’lar… Kimdir bunlar? Hakiler der ki, garipler uyanınca, gece, bütün ahalisiyle, ayı, diğer uyduları, gezegenleri ve yıldızlarıyla etrafa hakim olur. Karanlık zamanın ilk saati geçer ya da geçmez, gariplerin içindeki deniz kaynamaya başlar. Dalgaların üstünden simsiyah bir duman sütunu göğe doğru yükselmeye başlar. Efarit taifesi resmigeçit yapar. Hayvan başlı melekler, Mar-ı Kahkaha denen yılan gövdeli insan başlılar ya da belden aşağısı balık gövdeli insanlar, İnsanü’l Ma’lar yani. Su insanları.
(http://www.memleket.com.tr/author_article_detail.php?id=6670)
S.30
Def: Esnaf mehterlerinin başlıca müzik aletidir. bir tarafı açık öbür tarafına deri gerili bir kasnaktan ibarettir.kasnakların üzerinde madeni pullar veya zincir vardır.
Def çalarken bu pullar veya zincirler birbirine vurarak ses çıkarır. Parmakla vurularak veya sallayarak çalınır. Çeşitli tartımlar elde edilebilir.
(http://www.mehtertv.com/def.html)
Afi kesmek d. (yun.;türk. f.): * yalan söylemek. * gösteriş yapmak, fiyaka yapmak * kabadayıca davranmak, külhanbeyi tavırları göstermek.
(Hulki Aktunç, Türkçe’nin Büyük Argo Sözlüğü, YKY)
Ebced: 9.yüzyılda yaşamış önemli bir İslam filozofu olan Yâkub el-Kindî'nin harflere dayalı olarak icad ettiği Ebced notası örnekleri "Risâle fî khubr te'lifi'l-elhân" adlı eserinde kullanılmıştır ve bu tarz notaların ilkidir.
Türkler'in İslamiyeti kabulü ile birlikte tanıştıkları Arap alfabesi, beraberinde Kindî notasını da getirdi. 10.yüzyılın ilk yarısında yaşamış olan büyük Türk bilgin1 Fârâbî, Kindî'nin Ebced notasını kullanmıştır.
Türk müzikologları, Kindi tarafından icad edilen Ebced notasını tarih içinde geliştirmişlerdir.
Yukarıda sözü geçen Ortaçağ Türk müzikologlarının kullandıkları Ebced notasında her harf veya harf gurubu, bir sese karşılık gelmektedir. Seslerin uzatılma kıymetleri ise harflerin altına konulan rakamlarla gösterilir.Klâsik Ebced adı verilen bu sistemde sesleri gösteren harfler aşağıdaki gibidir : (resim ekle)
(http://www.msxlabs.org/forum/muzikhol/11951-turk-musikisinde-notanin-tarihcesi.html)
S.31
Karakullukçu: En kıdemsiz Yeniçeri eri
(http://tr.wikipedia.org/wiki/Yeni%C3%A7eri) Şakirt:
*çırak, öğrenci.
* nur cemaati fertlerinin genel ünvanı
* nur talebelerine verilen isimdir, kisaltarak şako şeklinde kullananlar vardir.
(http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=sakirt)
Kalyoncu: Levendlerin XVII. yy.da aldıkları isimdir. Sefer sırasında donanmaya alınıp, sefer sonunda serbest kalan paralı denizciler bunlardandır. Genellikle Rumeli yakası ile Ege sahillerinden toplanırlardı. Disiplinden mahrum kabadayılar bunlardan çıkardı. Cezayirli Hasan Paşa bunlar için Kasımpaşa’da bir kışla yaptırmıştır. (Bugünkü Kuzey Deniz Saha Komutanlığı Karargah Binası). Kalyoncu rütbesi 1872 yılında lağvedilmiştir.
(http://www.turkkorsanlari.com/resim/62.htm)
S. 32
Muğbeçe: muğbeçe kelimesi muğ kelimesinden türemiş. muğ farsça'da mecusi, zerdüşti, ateşperest anlamında kullanılıyor. muğ-beçe kelimesi de mecusi çocuğu demekmiş. mecazi anlamdaysa; meyhaneci çırağı, dilber, çocuk demekmiş.
(http://www.itusozluk.com/goster.php/mu%F0be%E7)
nûş etmek: içmek.
(http://tr.wiktionary.org/wiki/n%C3%BB%C5%9F_etmek)
Mastori: eski istanbul meyhanelerinde tezgah başında durarak içki servisi yapan kişi. günümüzdeki barmen karşılığı.
(http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=mastori)
S.33
Düyek usulü: a) 8 zamanlıdır. b) İki Sofyan’dan meydana gelmiştir. c) 8/8’lik ve 8/4’lük mertebeleri kullanılmıştır. 8/4’lük mertebelerine Ağır Düyek denir. d) 8/8’lik mertebesi her formda kullanılmıştır. 8/4’lük mertebesi ise peşrev, beste, şarkı, ilâhi gibi genellikle büyük bazen de küçük formlarda kullanılmıştır. e) Birinci darb yarı kuvvetli, ikinci darb kuvvetli, üçüncü darb yarı kuvvetli, dördüncü darb kuvvetli, beşinci darb zayıftır.
f) Vuruluşu;
Örnekler: 1- Ümitsiz bir aşka düştüm ağlarım ben halime (Alaeddin Yavaşça) – Hicaz Şarkı 2- Biraz kül biraz duman o benim işte (Avni Anıl) – Nihavend Şarkı 3- Kim demişki sevgiler ayrılıklarla biter (İrfan Özbakır) – Rast Şarkı
(http://www.gonuldostlari.org/makamlarveusuller.htm)
Şivekar: nazlı, cilveli manalarına gelir. ayrıca ismet özel'in bir yusuf masalı'nda yusuf'un peşine onu görmeden düşen ve bir kuru ekmeğin peşinden koşarak tahta bir perdenin ardına geçen, nikahı cinlerin bahçesinde en harikulade erkekle kıyılan kadın karakter.
- şivekarım, şivekarım!- lebbeyk sultanım!
(http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=sivekar)
Çalpara: (halk arasında şakrak da denir), parmaklara takılan, dört veya iki parça ağaçtan yapılmış zil gibi müzik aleti. Çalpara genellikle abanozdan yapılır. Uzunlukları 8-10 cm'dir. Vurdukça tok ses çıkarır. Uçları ufak menteşelerle bağlanır, bazen dize konularak, bazen elde şaklatılarak çalınır.
(http://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%87alpara)
S. 36
Miskal: Yanyana birleştirilmiş değişik boylardaki kamış parçalarından meydana gelmiş, üflenerek çalınan, Asya kökenli bir enstrümandır. Uygur duvar fresklerinde de görülmektedir. Osmanlı’nın son dönemine kadar Türk musikisinde kullanılmıştır. Güney Amerika ve Romanya’da panflüt olarak isimlendirilmektedir.
(http://www.tekplatform.com/muzik-enstrumanlari/315742-miskal.html)
Meymenet: toplumda herkesce kabul olunan yüz ifadesine sahip olmaktır zıttı meymenetsizdir.
(http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=meymenet)
Kirkor: aziz gregor'dan turetilmiş bir ermeni erkek ismi.(http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=kirkor)
Bağdasar: ermeniler'deki hıristiyanlık inançlarına göre hz. isa’nın doğumundan sonra hediyelerle onu ziyarete gelen üç çobandan biri.
(http://www.privatesozluk.com/show.asp?m=bagdasar)
Kalafat i.(ital. Calafato’dan) (erkek için): cinsel ilişki sırasında cinsel organı duhul durumunda bulunma. Erkeklik organı.
(Hulki Aktunç, Türkçe’nin Büyük Argo Sözlüğü, YKY)
Kirmani: bir zamanlar iran sınırları içerisinde yer alan bir bölge olan " kirman" da üretilen keskinliği ve sağlamlığı ile ünlü yay şeklindeki kılıçlar. adını da üretildiği bölgeden almaktadır.
(http://www.iusozluk.net/kirmani.iu)
Koftiden keriz: Kofti zf. (yun.-türk): yalandan, uyduruk. Keriz s. ve i.(çingenece keres kökenli keriz ile Farsça kariz, “suyolu, lağım”dan kaynaklanan keriz): * sözcüğün çalgı, eğlence vb anlamları çingenece kökenli olan biçime; olumsuz anlamlı kullanımları da Farsça kökenli olan bileşime işaret eder.
(Hulki Aktunç, Türkçe’nin Büyük Argo Sözlüğü, YKY)
Todi i. (çing.): Çingene
(Hulki Aktunç, Türkçe’nin Büyük Argo Sözlüğü, YKY)
Lahuri: Lahor'da yapılan bir tür şal, Lahor şalı.
Canfes: açıklı koyulu iki renk gibi görünen has ipekten kumaş. anadolu'da kadınların dokudukları kumaşlardan biridir. özellikle doğu karadeniz'de bu kumaştan kıyafetler dikilir. eskiden gösterişli bir kumaş olduğu için özel günlerde giyilirmiş. zenginlere ağalara beylere mahsus bir kumaşmış... hatta bu isim kız çocuklarına ad olarak verilen, halk arasında saygın kabul edilen bir isimmiş...
(http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=canfes)
Camadan: “Camadan dediğimiz arkadan kartal kanadı gibi iki takıntısı olan üstlük de en üste giyilir. Cepken ve camadanlar genellikle koyu renk çuha üzerine siyah "İPEK KAYTAN"işlemeli olurlar. Sırma ile işlemeli olanları ise kızanlar kullanırlar.”
(http://hoy.erciyes.edu.tr/giysi.htm)
S.41
Civanperçemi Alm. Schafgarbe (f), Fr. Tabouret (m), İng. Yarrow. Familyası: Bileşikgiller (Compositae), Türkiye’de yetiştiği yerler: Orta ve Doğu Anadolu, Doğu Karadeniz. Haziran-eylül ayları arasında, beyaz veya pembemsi renkli çiçekler açan, yol kenarlarında, tarlalarda ve kurak topraklarda yetişen, 20-100 cm yüksekliğinde, kokulu, çok senelik ve otsu bir bitki. Gövde dik, basit, dalsız ve yumuşak tüylüdür. Yapraklar sapsız, parçalı ve koyu yeşil renklidir. Çiçekler küçük, küme hâlinde toplanmış olup, hepsi birarada yalancı bir şemsiye teşkil ederler. Kullanıldığı yerler: Bitkinin kullanılan kısımları yapraklı ve çiçekli dallarıdır. Dallar, çiçekler henüz tamâmen açılmadan, toplanır ve gölgede kurutulur. Uçucu yağ, sâbit yağ ve acı bir glikozit ihtivâ eder. Kuvvet verici, uyarıcı, diüretik ve mîdevî olarak kullanılır. Yara iyi edici özelliği de vardır. Memleketimizde 20 civârında civan perçemi türü vardır. Bunların çoğu halk arasında yukardaki gibi kullanılır.
(http://ansiklopedi.turkcebilgi.com/Civan_Per%C3%A7emi)
Acemlalesi: Taşkırangillerden, turuncu ve sarı çiçekler açan, yıllık ve çok yıllık türleri olan, saksıda ve tarlada üretilebilen bir süs bitkisi, güneştopu.
(http://www.tdk.gov.tr/)
Çayır melikesi: Erkeçsakalı / Erkeç sakalı / Çayırmelikesi / Çayır melikesi / Spirea / Flipendula ulmaria Gülgillerden, dalları sağlam, sert ve kırmızımtırak bir bitkidir. Çiçekleri kar taneleri gibidir ve dalların ucunda toplanmıştır.
(http://ymshcek.zeytinfuari.com/Sifali-bitkiler/Sifali-bitkiler.htm)
Daha fazlası için: http://www.gonuldostlari.org/makamlarveusuller.htm
S.43
Hanende: şarkı söylemeyi meslek edinmiş kimse.
(http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=hanende)
S.44
Kamet (getirmek):
* ezanın cami içindeki analogu. müezzin kamet getirir ve namaza durulur.
* ayakta durmak anlamındadır. kıyamet sözcüğü de bu sözcüğün anlamıyla akrabadır. çünkü kıyamette de insanlar ayağa kalkacaklardır.
(http://www.uludagsozluk.com/k/kamet/)
Avaz: yukses ses degil sadece ses anlamina gelmektedir. zira avazi ciktigi kadar deyimi de; sesinin cikabildigi kadar anlamindadir..
(http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=avaz)
S.45
Nefeslik: Bodrum katında hava ve ışık almak için tavana yakın olarak açılmış pencere.
(http://www.emlakx.com/mimarlik-terimleri.php)
Kırba: eski zamanlarda sıkça kullanılan köseleden yapılan bir nevi su kabı.
http://tr.wikipedia.org/wiki/K%C4%B1rba)
S.48
Diba kumaş: ipekten kumaş veya altın sımalı tellerle karışık dokunmuş kumaşa "diba” denir.
(http://www.forumimaj.com/showthread.php?t=43350)
Fağfuri tabak: Çin porselininden yapılmış.
(http://www.birsozluk.com/FA_FD/fa%C4%9Ffuri/)
Tombak buhurdan:
buhurdan: İçinde tütsü yakılan ve genellikle madenden ya da pişmiş yapraktan özel kaba denir.
Tombak: %85-88 bakır, %12-15 oranında çinko içeren, altın sarısı renkli pirinçtir. Bileşiminde çinko oranı yükseldikçe alaşımın rengi soluklaşır. Oldukça sünek ve dövülgen bir malzemedir.
(http://tr.wikipedia.org/wiki/Tombak)
Gülabdan: Gülsuyu serpmek için kullanılan, ağzı emzikli, armut biçiminde küçük kap.
(http://www.birsozluk.com/GU_GZ/g%C3%BClabdan/)
S.49
Veysel Karani: Veysel Karani, İslam'da anne sevgisinin büyüklüğüyle anlamlandırılmış kişi. Babasının ismi Amir olduğu için tam adı Üveys Bin Amir-i Kareni'dir. Babasını 4 yaşında kaybetmiştir. 555-560 yılları arasında Yemen'in Karen köyünde doğmuştur. Deve çobanlığı yapmıştır.
İslam peygamberi zamanında yaşamasına rağmen annesine verdiği sözden ötürü onu baş gözüyle göremediği için Sahabe'den sayılmaz.
Sıffın Savaşı sırasında 657 yılında İslam inancına göre şehit olmuştur. Naaşını almaya gelen üç kabilenin taşıdığı tabutlarda da keramet göstererek göründüğü söylenir. Böylece bu üç ayrı kabilenin yerleşim yerleri olan Yemen ve Şam'da bulunan türbelerinin yanında Siirt ilinin Baykan ilçesinin Ziyaret beldesinde de bir türbesi olmuştur. Zokamir köyünden Seyda Seyyid Muhammed Nurani ona hep sofiler ile selam gonderirdi.
Kendisine gönderilmiş olan Hırka-ı Şerif şimdi Hırka-i Şerif Camii'nde, soyundan gelenlerin himayesindedir.
(http://tr.wikipedia.org/wiki/Veysel_Karani)
Hazreti Mansur: Sofiyye-i aliyye denilen büyük velîlerden. İsmi Hüseyin bin Mansûr, künyesi Ebü'l-Mugis'tir. 858 (H.244) yılında İran'ın Beyzâ şehrinde doğduğu rivâyet edilmektedir. 919 (H.306) yılında ise idâm olunarak şehîd edildi. Hüseyin bin Mansûr'un büyük babası Mahamma adında bir zerdüştîdir. Buna, ana tarafından hazret-i Ebû Eyyûb'un neslinden geldiğini söyleyerek Ensârî de denilmiştir. Tüster'de büyük velîlerden Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî hazretlerinin sohbetinde iki sene bulundu. Onun ruhlara hayat veren sohbetleri bereketiyle Tasavvufa yöneldi. On sekiz yaşında Basra'ya gelerek, Amr bin Osman-ı Mekkî'ye bağlandı. On sekiz ay da onun sohbetinde ve derslerinde bulundu. Her iki velînin yanında da nefsi ile büyük mücâdele yaptı ve her isteğine sırt çevirdi.
Nefsin istemediği, rağbet etmediği işlere sarıldı. Samîmi ve bağrı yanık bir âşık idi. Kendisini çok seven Ebû Yâkûb-ı Aktâ' kızını ona verdi. Bundan sonra bir müddet daha Basra'da kaldı. Hüseyin bin Mansûr'a Hallâc denilmesine şu olay sebeb olmuştur. Bir gün o, dostu olan bir hallâcın dükkanına girdi. Bir işinin görülebilmesi için onun tavassutunu ricâ etti. Fakat hallâcın gittiği yerden dönüşü biraz uzun sürdü. Geldiğinde; "Yâ Hüseyin! Gördün mü başımıza gelenleri. Senin için bugün kendi işimden oldum." diye söylendi. Hüseyin bin Mansûr onun endişeli hâline bakarak tatlı tatlı gülümsedi ve; "Üzülme senin işini de biz hallederiz," dedikten sonra parmaklarını pamuk yığınlarına doğru uzatıverdi. O anda henüz atılmamış pamuk yığınları harekete geçti. Kaşla göz arasında, tel tel saf pamuk bir tarafa, kirli ve süprüntü kısmı ise diğer tarafa ayrıldı. Hallâcın gözleri fal taşı gibi açılmış şaşkınlıktan sanki ayakta donmuş kalmıştı. Olay kısa zamanda halk arasında yayıldı. Bu târihten sonra da Hüseyin, Hallâc-ı Mansûr diye anıldı.
Hallâc-ı Mansûr daha sonra Basra'dan ayrılarak Bağdât'a Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin yanına geldi, Cüneyd-i Bağdâdî ona susmayı ve insanlarla görüşmemeyi emretti. Daha sonra Hicaz'a giderek, bir sene Ravda-i mutahherada kaldı. Zikr ve ibâdetle meşgûl oldu. Sonra tekrar Bağdât'a geldi. Burada yine Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri ile görüştü ve bâzı suâller sordu. Cüneyd-i Bağdâdî suâllerine cevap vermedi ve; "Gâliba bir ağaç parçasının ucunu kırmızıya boyaman yakındır!" dedi. Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri bu sözü ile ilerde onun şehîd edileceğine işâret ediyordu.
Mansûr, sorduğu meselelerin cevâbını alamayınca, izin alarak Tüster'e gitti. Bir sene orada kaldı. Burada büyük kabûl ve ilgi gördü. Sonra buradan ayrılıp, beş yıl ortadan kayboldu. Horasan ve Mâverâünnehr gibi beldelerde bulundu ve Ahvaz'a geldi. Burada da nasihatlarda bulunup, Ahvaz halkı içinde büyük kabûl ve ikrâm gördü. Ahvaz'da ilâhî esrârdan çok bahsettiğinden, kendisine Hallâc-ı Esrâr denildi. Tekrâr hacca gitti. Dönüşte Basra'ya geldi. Oradan tekrar Ahvaz'a gitti. Bir müddet daha burada kaldı. Sonra; "Halkı Hakk'a dâvet için şirk beldelerine gidiyorum," diyerek Hindistan'ın yolunu tuttu. Buradan Mâverâünnehr'e geldi. Çin'i Maçin'i dolaştı. Gittiği her yerde halkı Hakk'a dâvet etti. Hint, Çin ve Türk kavimlerinden pekçok kimsenin İslâmiyetle şereflenmesine vesîle oldu. Onların İslâmiyeti tanımaları için pekçok eserler telif etti. Dönüşünde dünyânın dört bir yanından ona mektuplar yazılmaktaydı.
Hindliler, ona; Ebû Mugis, diye mektup yazarlardı. Çinliler Ebû Muîn; Türkler, Ebû Mihr; Farslılar, Ebû Abdullah Zâhid; Huzistanlılar, Hallâc-ı Esrâr diye hitab ediyorlardı. Hallâc-ı Mansûr hazretlerinin İslâmiyeti yaymak için yıllarca dolaştığı, şehir şehir gezdiği bu seyâhatleri sırasında pekçok kerâmetleri, hârikulâde halleri görüldü. Kerâmetlerinden daha mühimi de onun mârifet, hikmet ve ince mânâlar dolu sözleridir. Bunlar, onun ilim ve mârifette ulaştığı kıymetli dereceleri gösteren birer delildir.
Kerâmetlerinden ve hikmet dolu sözlerinden bazıları şu şekildedir: Semerkantlı Reşid-i Hurd, Kâbe'ye gitmek üzere yola çıkmıştı. Yolda konak yerlerinde meclisler teşkil edip sohbette bulunuyordu. Yine bir konak yerinde şunu anlattı: Hallâc-ı Mansûr dört yüz sûfî ile birlikte çöle açılmıştı. Birkaç gün geçti. Gıdâ nâmına hiçbir şey bulamadılar. Açlıktan perişan bir hâle geldikleri sırada Hallâc-ı Mansûr'a gelerek şimdi kelle kebâbı olsa da yesek dediler. Hallâc, hemen elini arkaya uzatıp, kebâb olmuş bir kelle ile iki pide alıp, birine verdi. Dört yüz kişiydiler. Her defâsında elini arkaya uzatıp, bir kelle iki pide aldı. Neticede 400 kelle, 800 pide almış ve her birine bir kelle iki pide vermiş oldu. O topluluk bunları yedikten sonra, tâze hurma olsa da yesek dediler. Kalktı ve beni silkeleyin buyurdu. Hurmalar döküldü. Doyuncaya kadar yediler. Bundan sonra yolda ne zaman sırtını bir dikenli ağaca dayasaydı, tâze hurma verirdi.
Kendisinin ölümü ve idâmı böyle cereyân etmiştir.Nitekim Hallâc-ı Mansûr ALLAHü teâlânın aşkı ile kendinden geçtiği bir sırada; "Enel-Hak= (Ben Hakkım)" sözünü söyledi. Bu sözünü, zâhir âlimleri dalâlete ve ilhâda hükmedip katline fetvâ verdiler. Hallâc-ı Mansûr, Enel-Hak sözünü söyleyince tasavvuf ilmine vâkıf olmayan zâhir ulemâ bu söze şiddetle karşı çıktı. Sözünü Halîfe Mu'tasım'ın yanına götürerek fesâd çıkardılar. O sırada vezir olan Ali bin Îsâ'yı ona karşı kışkırtarak aleyhine çevirdiler. Halîfe, Hallâc'ın bir sene zindana atılmasını emretti. Fakat halk yine ona gidip bâzı meseleler soruyordu. Daha sonra, insanların onu ziyâreti de yasaklandı. İbn-i Atâ'nın ve Ebû Abdullah bin Hafîf'in yaptıkları ziyâretler müstesnâ beş ay müddetle kimse onu ziyâret edemedi. Nakledilir ki; bir gece Mansûr hazretlerini zindanda bulamadılar. İkinci gece ne zindan vardı ne de Mansûr... Üçüncü gece, zindan da Mansûr da yerindeydi. Kendisine bunun hikmeti suâl edildiğinde; "İlk gece O'nunlaydım, beni bulamadınız. İkinci gece, O benimleydi, ne beni ne de zindanı görebildiniz. Üçüncü gece, her şey yerli yerindeydi. Tâ ki mukaddes dînimizin emrini yerine getiresiniz. Beni idâm edesiniz diye," buyurdu. (http://www.diriliscagrisi.net/forum/index.php?topic=246.0)
Ashab-ı kiram: Ashab-ı Kiram ya da Eshab-ı Kiram ("Ulu Ashab" veya "Ulu Sahabeler"), sahabelere verilen isimdir. Daha çok bir hürmet ifadesidir. Eshab kelimesi, sahibin ve sahabe kelimesi de sahabin çoğuludur.
Sahâbî kime denir? Âlimlerin çoğuna göre, kadın veya erkek, çocuk veya büyük bir müslüman, Muhammed'i çok az da olsa, bir kere görürse, kör olan, bir kere konuşursa ve îman ile vefât ederse, buna sahâbî denir. Kâfir iken görüp de, peygamberin vefâtından sonra îmana gelen veya müslüman iken görüp, sonra mürted olan, sahâbî değildir. Sahâbî olduktan sonra mürted olup, peygamber'in vefâtından sonra, tekrar îmana gelen, sahâbî olur. Muhammed Cin sınıfına da peygamber olduğu için, Cin de, sahâbî olur.
(http://tr.wikipedia.org/wiki/Ashab-%C4%B1_Kiram)
Teganni etmek: Dinimizde teganni etmenin iki türü vardır. birincisi sünnet olan kısmı, ikincisi haram olan kısmı. sünnet olan kısmı tecvide uyarak (uzatmalara noktalama işaretlerine uyarak) okumaktır. haram olan kısmı ise tevcite uymayarak yanlış yerde yanlış harfleri uzatmak, yani imla kurallarına uymamak anlamında kullanılmıştır. örneğin; müezzinlerin (râbbena lekel-hâmd) diyerek râb diye â’yı uzatmaları namazı bozmaktadır. çünkü, râb, üvey baba demek olup, (allahımıza hamd ederiz) yerine (üvey babamıza hamd ederiz) oluyor.
(http://www.itusozluk.com/goster.php/teganni+etmek)
S.50
Yevm-i mizan: İnsanların kısım kısım ayrıldığı ve davalarının halledildiği kıyamet günü.
(http://www.sorularlarisaleinur.com/subpage.php?s=lugat&kelime=YEVM)
S.51
Kethüda (efendi): Bir daire veya konağın idaresine memur olan kişi.
S.56
Kavas: Osmanlılarda vezirlerin yanında bulunan silahlı koruma görevlileri. 1908 yılında kavas sistemi kaldırılmıştır. Kavasbaşı ; vezirleri korumakla görevli kavasların başı.
(http://www.ihvanforum.org/archive/index.php/t-21013.html)
Kan parası: eğer bir adam bir kadını öldürürse, kurbanın ailesi kan parasının yarısını katilin ailesine ödemek zorundadır. İran'da bu çok yüksek bir miktar. Ancak eğer bir kadın bir adamı öldürürse, kadın idam edilmekle kalmaz, ailesi yine kan parasının yarısını kurbanın ailesine ödemek zorunda olur. (Şeriat yasalarına göre kadının değeri erkeğin değerinin yarısıdır. Buna zeka, fikir, yaşam da dahil).
(http://www.bianet.org/bianet/kategori/kadin/80531/kan-parasi-nasimanin-hikayesi-iran-kadini)
Baba Cafer zındanı:
İstanbul'un Haliç tarafında gemiler kapısının yanında bulunan kuledeki zindan. Burada her hangi bir suçtan dolayı idamına karar verilen yeniçeriler ile borçlarını ödemeyenler bulunurdu. Harun Reşid zamanında elçi olarak gönderilen İmam-ı Hüseyin soyundan Seyyid Caferin Bizans İmparatoru tarafından burada şehid edildiği rivayet edilmektedir. Bu sebeple bu kuleye Baba Cafer adı verilmiştir. 1826 yılına kadar böylece adlandırılan Baba Cafer, Yeniçeri Ocağının kaldırılmasından sonra hükumet tarafından Bab-ı Cafer olarak değiştirilmiştir. Bizanslılar zamanında da hapishane olarak kullanıldığı bilinen bu yer, 1831 yılına kadar aynı hizmeti gördü. Sultan İkinci Mahmud Han hapishaneyi Sultanahmedde kurulan karakola kaldırtınca buranın fonksiyonu zamanla kayboldu.
(http://ansiklopedi.bibilgi.com/BABA-CAFER-Z%C4%B0NDANI)
S. 58
Sülüs (harf): Hat sanatında bir yazı tarzı. Camilerde ve kitabelerde celi sülüs tarzı yaygındır. Ünlü sülüs hattatları Şeyh Hamdullah, Hafız Osman, Hamit Aytaç'dır.
(http://tr.wikipedia.org/wiki/S%C3%BCl%C3%BCs)
S.60
Pereme: Peremeci, Osmanlı Dönemi'nden günümüze gelmiş bir meslek adıdır. Peremecilik Türkçe sözlüklerde "Pereme kullanan veya yapan kimse" olarak tanımlanmaktadır. Pereme ise "Gondola benzeyen bir kayık" olarak ifade edilmiştir.
'Pereme' ve 'Peremeci' ifadeleri hakkında henüz netlik kazanmamış tanımlamalar mevcuttur. Kelimenin aslının "pereme" mi yoksa "peremeci" mi olduğu tartışma konusudur. Çünkü bir kısım araştırmacı ve dil bilimcilere göre Peremeci, tanımda ifade edilen kayığı kullanan, yapan veya idare eden kişi değil, doğrudan bu kayığın kendisidir.
Naci Lûgati de ise, Pereme (Perama, Rumca) "iki kürekli yani bir çifteli ağır kayık" olarak ifade edilmiştir. 20. yüzyıl Larousse’un da ise "perame" kelimesinde iki yelkenli, Türk bayrağı taşıyan iri boy bir gemi resmi bulunmaktadı ve tarif olarak da "Bordası çok kavisli, ön ve kıç tarafları yüksek, yakın sahillerde işlemeğe mahsus bir Türk teknesi” yazmaktadır.
Rumca'daki "Pereme ya da Peremeci"nin ise "şeytan kadar/şeytan gibi korkunç" gibi bir ifadeye sahip olduğu söylenmektedir.
Bilinen haliyle Peremeci, Osmanlı Dönemi'nde İzmir'de inşa edilen ve genel olarak yük ve hayvan taşımacılığında kullanılan ve 13 metre boyunda olan bir taşıma aracıdır. Çok eskilere, Bizans dönemine kadar indiği tahmin ediliyor. (Eski vergi kayıtlarında bir de peremeciyan (peremeciler) sözü geçmektedir).
Osmanlı Bahriye Teşkilâtı'nın 17. Yüzyılda Tersâne-i Âmire adlı kitabında, “pereme-i esb-i Üsküdar” olarak ifade edilip şu şekilde tanımlanıyor.
“Peremeciler: İstanbul’da iskeleler arası nakliyatını temin eden vasıtalar pereme, kayık ve mavnalar olup işletmeleri peremeci, kayıkçı ve mavnacı esnafına ait idi"
Pereme ve ya Peremeci kelimesini tam olarak tanımlayan yetersiz kaynak olduğu için, bu konuda konuyla ilgili kitap ve yazılardan alıntılar yapılarak kelimenin tam anlamı tespit edilmeye çalışılmaktadır.
Perama aynı zamanda Yunanistan'da bir bölge adı olmakla birlikte, Yunanca veya Rumca kaynaklarda yanında Gondola benzer bir kayık illustrasyonunun bulunması kelimenin bu dilde de eş anlamlı olabileceğini düşündürmektedir.
(http://tr.wikipedia.org/wiki/Peremeci)
S.61
Bumbarta: gövde yapıları yöresel ahşap gemi inşa tekniğinin tüm özelliklerini taşıyan, karadeniz kökenli, çektirme türü kıyı ticaret teknelerinin büyük boyutta olan bir tipi.
(http://www.privatesozluk.com/show.asp?m=bumbarta)
Kancabaş: hafif filoya dahil, üstü açık ve sahillere sokulur, nehirlere girer bir gemi.
(http://www.itusozluk.com/goster.php/kancaba%FE)
Karamürsel: i. (Karamürsel yer adından). Marmara denizi kıyılarında işleyen küçük teknelere verilen ad. (Osmanlılar, denizde ilk defa bu tekneleri kullandılar.)
(http://www.denizce.com/denizaracsozlugujkl.asp)
Çekeleve veya sakalava: i. (ital. sacaleva). Kıç tarafı yüksek, hızlı giden yelkenli.
(http://www.denizce.com/denizaracsozlugucde.asp)
İnebolu: (İnebolu kütüğü) Karadeniz’de kereste taşımakta kullanılan bir mavna tipi.
((http://www.denizce.com/denizaracsozlugucde.asp)
Vikaye: Koruma, koruyuculuk, sahip olma, arka çıkma, kayırma.
(http://www.pcyasam.com/Forum.asp?konuyu=oku&konune=1375&sayfa=3)
Tek taraflı teber (balta): tören silahıdır.
Çift taraflı teber: Orduda üst düzey görevliler tarafından üstünlük sembolü olarak kullanılmıştır.
(http://www.hanemiz.com/osmanli-armasini-taniyalim-t155320.html?s=c424a1b12ca096349a5dc487c153d37c&)
Keşkül: Fukara Farsça "keşkül" (çanak) kelimesi ile, Arapça "fakir" (Fukara-yoksul) kelimelerinin birleşmesinden meydana gelmiştir. Yoksul çanağı demektir.
Keşkül, gurur ve kibirlerini yenmek için dilenmeye mecbur edilen dervişlerin, kendilerine verilen her çeşit kuru yiyeceği koydukları kabın adıdır. Kaba maddesi ve temin edildiği yerden dolayı Osmanlılar Narcil-i Bahrî, Fransızlar Coco de mer, İngilizler ise Sea coconut demişlerdir. Hepsinin manası da, Deniz Hindistan Cevizi manasına gelmektedir. Bu kabın maddesi, uzak Hint Adalarında yetişen bir cins hindistan cevizi kabuğudur.
(http://www.muhteva.com/esyalar-keskul-i-fukara-t88871.html)
Galseme: (…)(Balığın) iç ve kulak tabir edilen galseme-leri temizlenmiş…
Solungaç olsa gerek.
(http://lezzetler.com/joleli-kefal-vt8227.html)
Ayinedar: Ayna tutan. * Eskiden, bir büyük adamın giyinirkenaynasını tutmakla vazifeli hizmetçi. * Berber.
(http://www.torpil.com/torpil/okul/dersler.asp?dersler=trsozluk&no=3967)
Fare kulağı: Fare kulağı (Güvey otu)
Çuhaçiçeğigillerden; tohumları kuşyemi olarak kullanılan bitkilerin cins ismidir. Kokusu güzeldir.
Çiçekleri, beyazımtırak erguvan rengindedir. Dallarının ucunda, küçük demetler halinde bulunur. Yapraklarının altı tüylüdür. Yaz aylarında toplanıp, kurutulur. İçeriğinde; terpinol, terpinin vethymol gibi kokulu maddeler vardır.
Faydası: İştahı açar, vücuda dinçlik verir. Nezleyi keser. Göğsü yumuşatır, öksürüğü giderir, balgam söktürür. Diş ağrılarını keser. Sinir bozukluklarını giderir. Görme zafiyetinde de faydalıdır. Midevi, yatıştırıcı ve spazm gidericidir. Yaralar için hazırlanan ilaçların bileşiminde vardır.
(http://www.cicekansiklopedisi.com/detay.asp?cicekler=91&flowers=486&cicek=Fare-kulagi-(Guvey-otu)
Hava cıva otu: ( Alkanna Tinctoria ) Hodangiller familyasindan; Akdeniz bolgesinde yetişen bir bitkidir. Cicekleri mavidir. Koklerinin ic tarafi sari, oz kismi ise kirmizimtirak renktedir. Kokunden boya elde edilir.Faydasi: Agrilari giderir. Bagirsak hastaliklarinda faydalidir.
(http://www.sensizasla.net/hava-civa_1237.html)
Abdest bozan otu:
1. Rutubetli yerlerde, çayırlarda, yol kenarlarında ve bahçelerde yetişir.
2. Boyu 60 ile 70 cm arasındadır.
3. Ağacı, kökü (ezilip mayi yapılarak) kullanılır.
4. Boyacılıkta, kökü ezilerek mayi yapılarak kullanılır.
5. Kimyasal olarak siyah ve yeşil boya elde edilir. Kökü çok acıdır.
Faydaları:
1. Çıbanların olgunlaşmasına yardım eder.
2. Kökünden yapılan çay, birer saat ara ile bir kaşık olmak üzere günde 12 kaşık içildiğinde, bağırsak gazlarını giderir. Mideyi kuvvetlendirir. ve yanmasını önler.
3. Göğüs ve baş ağrılarını geçirir, vücuda dinçlik verir. Burun kanamalarını keser, ateşi düşürür. Bademcikteki ş,şlikleri indirir.
4. İdrar yolları rahatsızlıklarını giderir.
(http://www.bitkilerim.net/bitkiler/sifali-bitkiler/abdest-bozan-otu.html)
Gece sefası çiçeği: Aynı sefa ( gece sefası )Bileşikgillerden çiçekleri güzel, sarı renkli bir bitkidir. Faydaları: İdrar söktürür. Terletir. Aybaşı kanını söktürür ve aybaşı kanamalarının normal olmasını sağlar. İştah arttırır. Nikris ve sıracada da faydalıdır.
(http://www.islamiforum.gen.tr/forum/showthread.php?p=1628)
Afyonlu tiryak: (İbn Şerif)Yadigar adlı yazma tıp kitabında bazı tiryak cinslerinden söz edilmektedir. Nitekim yazar, Tiryak-ı Faruk hakkında bazı bilgiler vermektedir: “Tiryak-ı Faruk’a Tiryak-ı ekber derler. Yılan sokunca, kurt ve it dalayınca faide ide. Zehirlere iyidir. Hassaten cüzam, sar'a sekte ve ra'şe'ye -titremeye- iyidir. Ve yürek oynamasına iyidir. Nefes darlığı, ses kısıklığı ve baş ağrısına iyidir. Ciğer soğukluğundan olan istiskaya, kan tüküren kişiye faide eder.” diyerek perapatın çeşitli etkilerine değinmektedir. Ayrıca bu kitapta, bers ve berşaisa gibi adlarla anılan bir çeşit afyonlu macun tipindeki preparattan da söz edilmektedir ki bundan bir cins tiryak da yapılmaktadır.Kitapta, bu tip tiryak, Tiryak-ı Berşaisa- Kebir, Tiryak-ı Farikas gibi adlarla anılmaktadır.
(http://www.turkleronline.com/turkler/bilgeler/turkbilge_ulug_bey_eser1.htm)
Mürdeseng: Litarj Alm. Lithargyrum (n), Bloigläte (f), Fr. Litharge (f), İng. Litharge. Kurşun-2-oksidin a (alfa) şekli, sarı, kristalize bir bileşik. Mürdeseng olarak da bilinir. Tetragonal kristal yapıya sâhiptir. Yoğunluğu, 9,32 g/cm3 olup, erime noktası 888°Cdir. Amfoter oksittir. Kurşun oksidin molekül formülü PbO olup, çok yaygın kullanımı ve buna bağlı olarak da ticârî önemi çok olan bir metalik bileşiktir. Litarj, az miktarda kırmızı kurşun (Pb3O4) ile, akülerin plakalarının yapımında kullanılır. Diğer başka maddeler ile eritilerek kurşun camlarının yapımında kullanılır. Böyle camlardan X ve gamma ışınları geçmez. Bu ışınlara engel olan litarjdır. Bu yüzden kurşun camları, X ışını üretilen odaların pencerelerine takılır. Litarj, çömlekçiliğin bütün çeşitlerinde, yemek takımlarının sırlanmasında ve bâzı porselenlerin minelenmesinde kullanılır. Krom sarısı ve krom yeşili denilen renklerin îmâlâtında da kullanılır. Kauçuk sanâyiinde aktivatör olarak kullanılır. Verniklerde kullanılan yağlardaki yağ asitlerinin daha hızlı polimerleşmesi için kullanılır. Kostik soda ile karıştırılarak petrol sanâyiinde kullanılır. Bu karışımdan elde edilen sodyum pulimbit, bâzı kükürtlü kompleks organik bileşiklerin parçalanmasında işe yarar.
(http://www.sehriizmir.com/bloglar/litarj.html)
Zırnık:
* tabakhanede derilerden tüyü dökmekte kullanılan bir sıvı imiş.
* sülfürik asit olarak bildiğim şey.
* menşei, altın anlamdaki zer kelimesidir ve "altın rengi" anlamına gelir.
* sodyum sulfurdur (na2s)... les gibi kokar... tabakhanede calisanlara kolayliklar... bir de deriyle temasi halinde iyot kahverengisinin iki ton acigi, nitrik asitin bir ton koyusu amber kivamli bir renk birakir... 2 hafta da cikmaz... kimya lablarinin amonyak, h2s ve h2o2 ile beraber en nefret edilen kokulu seysidir...
zirnik, ne sülfürik asit, ne arsenik, ne de sodyum sülfürdür. aslinda bunlarin hepsinden de birazdir da denebilir. zirnik, arseniktrisülfür olarak isimlendirilen, as2s3'ün halk arasindaki ismidir. sari renkli kristal yapida bulunur. pigment olarak ya da dericilikte tabaklamada kullanilir. suda neredeyse hic cözünmez. kötü kokusu da muhtemelen, havadaki nemle birlikte yaydigi h2s'den kaynaklanir.
(http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=zirnik)
Nişadır: Amonyak tuzu olarak bilinen amonyumklorür bileşiği (NH4Cl). Lehim yapmada kullanılır. Tuzun ayrışmasından meydana gelen amonyak (NH3) ve hidroklorik asit (HCl), metalin yüzeyinde hâsıl olmuş oksit tabakasını kaldırdığından metal, lehime müsâit hâle gelir. Nişadır, kantaşında da bulunur.
(http://ansiklopedi.turkcebilgi.com/Ni%C5%9Fad%C4%B1r)
Zac yağı: derişik sülfürik asidin diğer adı, karaboya.
(http://www.dictionarist.com/nedir/za%C3%A7ya%C4%9F%C4%B1)
S. 63
Gedik: Sıdkî Bey “gedik”i “sanat ve ticaretle uğraşabilmek yetkisi” şeklinde tanımlamakta ve “gedik” kelimesinin 1727 yılında kullanılmaya başlandığını, ancak sanat ve ticarette tekelin önceleri mevcut olduğunu belirtmektedir. Ne var ki, bu tarihte ahilik kurumunun bıçakla kesilip atılırcasına aniden lağvedildiğini veya ahiliğin bu tarihle birlikte tamamıyla ortadan kalktığını söylemek doğru olmaz. Zira 19. yüzyıl sonlarında dahi çeşitli şehirlerde ahi teşekküllerinin fiilen var olduğu bilinmektedir.
(http://www.izedebiyat.com/yazi.asp?id=50958)
Karabaş balı: Karabaş otu çalı görünümünde, dip kısmı odunsu çok yıllık otsu bir bitkidir. Boyu yarım metreye kadar yükselir. Mayıs aylarında mor çiçekler açar. Haziran ayı tam çiçekli zamanıdır. Alçak makilerde bulunur. Kıymetli bir bitkidir. Arılar Karabaş Balını; Karabaş Otunun en verimli zamanında toplarlar ve nektarı yüksek kaliteli bir bal ortaya çıkar. Karabaş balı her sene toplanamayabilir. Kış ve bahar aylarında yağan bol yağmurlar sonucu nadir çıkan ballardan biridir.
(http://www.karakovan.com/karabas.htm)
S.64
Türk kumaş tekniği, halk arasında dokunan kumaşlar, saray tezgahlarında dokunan kumaşlar, olarak iki yönde gelişim göstermiştir. Çözgü ve atkısı ipekli, bazen altın veya gümüş sırmalı kalınca "kemha", zemine oranla süslemesi daha kabarık bir kadife türüne "çatma”, ipekten kumaş veya altın sımalı tellerle karışık dokunmuş kumaşa "diba”, som sırma ve ipekle dokunmuş kumaşa "seraser”, altın dokumaya "zerbaft”, ipekten renkli parlak kumaşlara "atlas" denir. Cinslerine göre değişik adlar alan "aba", "bürümcük", "çuha", "kadife", "canfes" ve "gezi” desensiz ve düz dokumalardır.
(http://www.nuveforum.net/849-el-sanatlari/32359-kumas-isleme/)
S.66
Cenbiyye: Arapların kullandıkları bir cins eğri kamadır ki, yan taraflarına takarlar.
(http://www.torpil.com/torpil/okul/dersler.asp?dersler=trsozluk&no=7527)
Hilye i şerif:
Kadem i şerif: ilk dönem islâm kaynaklarında bu konuda yazılı bir bilgi olmamasına rağmen allah rasûlü’nün bir mucize olarak bazı defalar sert zemine bastığında ayak izinin çıktığına inanılmakta, birçok yerde bulunan kadem-i şerif izleri buna delil gösterilmektedir. topkapı sarayı mukaddes emânetler dairesi’nde taşlar üzerine çıkmış altı adet kadem-i şerif nakşı muhafaza edilmektedir. bunların yanı sıra gümüş, tahta ve mukavva üzerine çizili birçok kadem-i şerif resmi de mevcuttur.
(http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=kadem-i+serif)
S.67
Kallavi kavuk: "Kallavi kavuk"lar, Osmanlı yönetiminde Sadrazam, Kubbealtı vezirleri ve Kaptan-ı deryalar tarafından kullanılırdı. Bu kavuklar yalnızca orduyla birlikte sefere çıkıldığında ve arefe günlerinde giyilmekteydi En görkemli kavuk türü olan bu kavuk, büyük boyutluydu ve aşağıdan yukarıya doğru daralmaktaydı.
(http://www.sadabat.net/index.php?title=makaleler&menuid=3&mk=177&PHPSESSID=a3...)
Yusufi kavuk: Yusufi, Selimi uzunluğunda ise de düz olmayıp üzerinde tepesi daha genişçeydi. Tepesi az görünmek üzere üzerine tülbend sarılır ve önüne iki sorguç takılırdı.
(http://ansiklopedi.turkcebilgi.com/Kavuk)
Mertebani: yeşil renkte, orijinal olarak merteban kasabasında yapılmış bir tür değerli çanak çömlek.
(http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=mertebani)
Teber: Kimi dervislerin tasidigi kücük ve hafif balta. Sapi hafiften uzun, keskisi ayca bicimlidir. Ayca bicimlidir.
(http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=teber)
Arkebüz: Arkebüz, çok basit, küçük, tek namlulu ve taşıması kolay bir silahtır. Fitilli bir mekanizmayla ateş eder. Uca doğru genişleyen ağzı, silahın yeniden doldurulmasını kolaylaştırır ve bu silahı kullanan askerler, ateş ederken silahın namlusunu ucu çatallı bir kazığa dayayarak ateş ederler. Arkebüz bütün zırhlara karşı etkilidir.
(http://wiki.realmsofmayhem.com/default.aspx/RoMWikiTR/Arkeb%C3%BCz.html)
S. 70
Aharlanmış kağıt:
Ahar: Nişasta, yumurta akı, nişadır, kitre, zamk-ı Arabi, üstübeç, beyaz şap, balık tutkalı, un, hatmi çiçeği, taze gül yaprağı, pirinç gibi maddelerden, yapılan ve ham kâğıtların terbiyesinde kullanılan sıvı. Bu maddeler tek tek veya karışık olarak kullanılır.
Kâğıt iki şekilde aharlanır : 1- Ahar yapılacak madde sıcak suda eritilir, kıvamınca karıştırılıp kâğıt buna daldırılır. 2- Sünger veya pamukla ahar kâğıdın üstüne sürülüp kurutulur. Bir kat ahar sürülmüşse tek aharlı; iki veya daha fazla sürülmüşse çift aharlı denir, buna kısaltılarak çiftâli de denilmiştir. Ahar kâğıda iki üç defadan fazla sürülmemelidir, aksi hâlde zamanla çatlar. Ayrıca kâğıda ahar sürüldükten sonra, bir hafta geçmeden kâğıtları mührelemek lâzımdır.
Yazıların çeşitlerine göre aharın cinsi değişir. Yalnız bir tarafına yazı yazılacak kâğıtlara (levha) kalın ahar; kitap yapraklarının iki tarafına ince ahar yapılırdı. Kâğıdın cinsine göre birkaç kat sürüldüğü de olurdu. Meşk kâğıtlarına kolaylık olsun diye kalın ahar sürülmüştür. Âhar ve mührelenmiş kâğıtlar, zamana, rutubet, küf ve kitap kurtlarına karşı daha dayanıklıdır.
Eskiden en güzel aharlar İstanbul'da yapılmıştır. Beyazıt semtinde, eski Askerî Tıbbiye karşısında aharlanmış, mührelenmiş kâğıtların satıldığı eski kitaplarda kayıtlıdır. Ayrıca hattatların kendi kâğıtlarını aharladıkları da bilinmektedir. Aharlanmış kâğıt mürekkebi emmediği için, yanlış yazıldığında ıslatarak silmek mümkündür. Hattatlar ellerini tükürükleyerek veya yalayarak yanlışlarını düzelttiklerinden «mürekkep yalamak» deyimi ortaya çıkmıştır.
(http://www.alpmansanat.com/ggc/alpman/show_cat.php?cat_id=97&lan_id=4&menu=devam_bos)
S. 76
Şerare:
* kıvılcım anlamına gelir.
* özellikle iran'da çok fazla kullanılan kız ismi; hararet gibi bir anlamı daha var sanki.. telaffuzu da çok zevkli.
(http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=serare)
Çarşamba, Temmuz 23
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
7 yorum:
Very nice to read such "old" posts!
This topic, like the little that you can see, they feel accompanied us at the beginning
Iyi sevk ve bu yazı bana benim üniversite atama bir çok yardımcı oldu. Şükran bilgi olarak .
benden de şükran.
Ellerinize sağlık çok faydalandım, keşke devamını da getirseniz.
yararlı olmasına sevindim.
sevgiler.
Kitabı okuduktan sonra bir araştırma yapmak istedim fakat, ilk açtığım sayfa burası olunca... :)
teşekkürler ediyorum.
umarım verdiğim bilgiler işe yaramıştır, nihal. teşekkürü esirgemediğiniz için ben teşekkür ederim.
sevgiler.
Yorum Gönder