Pazartesi, Mayıs 4

haguchi

Şimdi siz Dostoyevski’nin “Budala” kitabından söz etmemden çok sıkıldınız, tahmin ediyorum. Siz benim sohbetimden sıkılmış olsanız da, alın okuyun ve okurken de Akira Kurosawa’nın, kitaptan uyarlanan filmini edinmeye bakın.

Kurosawa çok iyi bir yönetmen. Rus edebiyatına da hayran. Bu denli kalın bir kitaptan ve de Dostoyevski’nin bir kitabından film uyarlamak ne zordur. O, 1951 yılında “Haguchi” adıyla yapmış filmi. Dört buçuk saatlikmiş, ama ticari gerekçelerle film kısaltılarak iki buçuk saate indirilince, anlam bütünlüğü zedelendiği için eleştirmenlerden pek ilgi görmemiş. Oysa izleyince siz de göreceksiniz, Mişkin’in, Nastasya’nın, Aglaya’nın, Rogojin’in iç dünyaları büyük bir başarıyla yansıtılmış. Elbette filmde geçen yer ve isimler Japonca. Ve Budala’nın bahar mevsiminde, yazlıkta geçen sahneleri yerine sürekli, şiddetli bir kar yağışı göreceksiniz.

Ben, çok eskiden izlediğim Kurosawa’nın filmlerini tekrar izlemeye gayret ediyorum bu aralar. Akşam Roshomon’a başladık, ama benim deliler gibi uykum gelince yarıda bıraktık. Bora, bana biraz kızdı sanırım, “aa böyle film mi izlenir, poni!” dedi. Uyku, öyle sessiz, lapa lapa yağan kar gibi gelmez de bana, nazlı, alıngan bir rüzgar gibi kapıyı tıklatır. Onu içeriye alıp, istediği yumuşak yastığı anında hazırlamazsam bir daha saatlerce görünmez.

Aşağıda filmden kareler var. İyi bir yönetmen, yani hamuru, bakışı, doğası sağlam olan bir yönetmenin yaptığı her film aşağı yukarı iyidir. Siz de bu karelerden sezeceksiniz zaten. Eğer, çok dokunaklı bir aşk hikayesi için hazırsanız, Dostoyevski'nin Budalası'nı okuyup, Kurosawa'nın Haguchi'sini izleyim, derim.



























































































12 yorum:

neo dedi ki...

biz de bu ara kurosawa izliyoruz periciğim.. 'kızıl sakal'ı (akahige) izledik, bir de yojimbo'yu.. ikisinin başrolünde de aynı oyuncu vardı, özellikle kızıl sakal'daki aksi fekat altın kalpli doktor rolünde çok etkileyiciydi sözünü ettiğim oyuncu. kurosawa'nın bu filmini duymamıştım, hemen bakacagim.

kurosawa filmlerinde rüzgar oluyor hep sanki, fark ettin mi?

budalayı'da yıllar önce ingilizce okuycam diye inat edip (niyeyse?) ziyan etmiştim, ona da hakkını vermenin zamanı geldi.

hiç de sıkılmadık bu arada, sen ne anlatırsan zevkle dinleriz biz, bilmiyor musun? ;)

endiseliperi dedi ki...

"şu sen de olmasan insan çıldıracak mı, hiç yoktan bir yerlere mi gidecek belki" diyorum sana neoolitik hanım.

rüzgar mı? evet çok haklısın. pekiii, ben neyi müşahade ettim kurosawa izlerken? roshomon'da deliler gibi yağan yağmur ve budala'da müthiş kar yağışı! hatta dönüp bora'ya dedim ki, kurosawa ne kadar seviyor karı, yağmuru. bora ne dedi? hiç, önce bana sonra ekrana bakmaya devam etti. aslında ben de film izlerken film izlemenin ciddiyetine bürünürüm ama bazen de dilim düşer. hal böyleyken, mesela ben kıytırık bir dizi izliyorum diyelim, bora bu dizilere hiç saygısı olmadığından mıdır nedir, bu kız kim, neden böyle diyor, ne olmuş? diye sormaya başlar. düşün, sen the closer dizisini izliyorsun ve emniyet amiri o hatun soruşturma odasında, sıkı, heyecanlı bir söz düellosu, olmadı roller yaparak şüphelinin ağzından laf almaya çalışıyor. nasıl cevap verirsin bora'ya!? bu kabahat değil de ben tarkovski'nin filminde daha böyle yürüyecekler mi, diye sorarsam o kabahat!

:)

birazdan en domestik yazımı yayınlayacağım. ona da, hiç sıkılmadık ki, hiç sıkılmadık ki, diye çığlıklar atarsan o zaman bu sözüne güvenirim:)

Afşar Çelik dedi ki...

Sinemayı seviyorsunuz bayağı da ciddi inceliyorsunuz.

Sıradan bir seyirciyim ve çoğu zaman seçkin seyircilerin "bayağı" olarak nitelediklerinden de çok zevk alırım.

Şahsen Star Wars'u küçümseyenlere, Yüzüklerin Efendisi'ni beğenmeyenlere falan da hiç aldır mıyorum.

Avrupa sineması bize ne anlatır? Seyredilmeye değer ne gibi öyküleri vardır? Daha doğrusu bir öyküleri var mıdır?

Önyargıyı evrensel bir hak olarak kabul ederek ve görselliğe dayanan bir anlatıma edebiyat yüklemeye de şüpheyle yaklaşarak soruyorum bunu.

Örnek olarak da Nuri Bilge CEYLAN'ı tartışmaya açmak istiyorum. Nuri Bilge CEYLAN gerçekten bir Türk yönetmen midir? Dili bizim dilimiz midir? "İyi" sayılması için "bizden" mi olmalıdır?

Bu konuda fakirhanedeki bir yazımı sizin muhakemenize sunmak istiyorum:

http://fikirkazan.blogspot.com/

endiseliperi dedi ki...

valla afşar bey, nuri bilge ceylan'ı severim. sinemadan da çok anlamam, ama iyi filmi sezerim en azından. bana kalırsa da nuri bilge ceylan, bizi anlatan üstelik de bunu çok samimi yapan dürüst, üçkağıtsız bir yönetmendir.
şu aralar yeniden izlediğim yılmaz güney filmlerini severim. sizin sevmediğinizi de bilirim.

tartışmak istemiyorum burada ben. aslında bu konuda yapılacak tartışmaya da inanmam. ama bu konuda konuşmak isteyen arkadaşlar afşar bey'in sitesinde fikirlerini paylaşabilirler.

benim sinema zevkim de steril değildir. bora'nın öyledir. bu konuda eğitimli olmak, zihni kötü olanla bulandırmamak konusunda bilinçli davranmak, bir sürü sinemasal üretim içinde ve kısıtlı zamanda iyi olanı keşfetmek konusunda istekli davranmak gerekiyor. ben de sizin gibiyim. harry potter filmlerini beş kez izleyebiliyorum. ama bu konuda kendime değil, bora'ya saygı duyarım.

hoşçakalın.

Adsız dedi ki...

rashomon'daki sürekli yağmur, bana psikolojik olarak şemsiye açma hissi verdi. hava muhalefetini iktidara taşıyor, onu da oyuncular arasına ekliyor galiba. hımmm, bu filmde yağmur başrol oynasın... kim ki-duk'ta da var galiba bu özellik. başlıbaşına bir film bile yaptı mevsimlerden. bir de şu japonların/çinlilerin (ben ayırt edemiyorum nereliler) sakince otururken ya da duruken aniden yer değiştirmeleri, ses tonlarını yükseltmeleri gerilimli bir etki yaratıyor bende, her seferinde :) alışamadım henüz. ansızın yapıyorlar, hazırlıksız yakalıyorlar.

bora abi, okurken de seyrederken de çok sistematik galiba. böyle bir disiplin kolay elde edilemiyor. hayli zor. ama en verimlisi de bu.

çoğumuza çocukken bir yol haritası çizilmiyor bu manada.büyüyünce de zor geliyor haliyle. nereden başlayacağını şaşırıyorsun.

"disiplin" okuduğum okullarda cezanın kurulu idi :)

Afşar Çelik dedi ki...

Mesele sürekli “sizden” bizden gibi bir mecraya sokuluyor gibime geliyor da oradan merakımı mucip oldu.
“Sizden, bizden” den kastım da yerli olup olmaması. Muhsin Bey, Arabesk, Neşeli Günler basbayağı Türk filmleriydi. “Piyasa işi” deyip burun kıvırsak da hem bal gibi geleneğe dayanıyor hem de sinema tekniğini kullanıyorlardı.
Ben hiç seyretmedim Bilge CEYLAN’ı bu açıdan önyargım katıksızdır. Bu da bir tür savunma psikolojisi.
Çünkü “durağanın”, bunalımlının, öyküsüzün “kalite” olarak dayatıldığı hissine kapılıyorum, bilmem anlatabiliyor muyum?
“Anlatmıyorsa” bence hiçbir öykü veya film işe yaramaz. Öyküsü nedir bir filmin?. Bize ne anlatır, “anlatamaya değer” bulduğu bir şey var mıdır?
Veya sırf ideolojik bir fosforlu kırmızısı vardır diye seyretmeye değer midir?
Bir tür kalite yanılsaması ile yapay bir seçkincilik oluşturuluyormuş gibime geliyor. “Ben Harry Potter seyretmem, Pasolini seyrederim!” mesela.
E peki Harry Potter’da işlenen paganik unsurlara hiç dikkat eder misin hemşerim? Büyücüler arası saf kan çekişmesinin sence bir “ideolojik” önemi var mıdır mesela?
Yüzüklerin Efendi’sinde John Howe’dan nasıl yararlanıldığına dair bir fikrin var mı? Star Wars serisindeki dönemsel tasarım değişikliklerine hiç dikkat ettin mi?
Yani? Yanisi odur ki “iyi işler” kendi klasmanlarında ayrı ayrı incelenecek işlerdir. Bilge CEYLAN’ın Türkçe konuşulan Fransız akışlı filmlerini iyinin tek ölçüsü sayıp da Harry POTTER’ı küçümsemeye şahsen kızıyorum. Bilge CEYLAN Fransa’da çok beğeniliyormuş, olabilir… Köylü kadınlarının tayyörle bile inek sağabildiği, su yerine şarabın içilebildiği ve bunalıma girmekten zevk alanların yaşadığı bir “refah” memleketinin zevki niye benim “standardım” olmalıdır ki?
Bunları size kızdığım için yazmadım, lütfen gerilmeyin. Bu üstten bakışa, bu seçkinciliğe kızıyorum, o kadar…

Lütfen kusuruma bakmayın…

endiseliperi dedi ki...

afşar bey, aylaaaar, aylar önce siz bir nedenle yine ceylan hakkındaki benzer görüşlerinizi dile getirmiş, ben de neden sevdiğimi yazmıştım. şimdi aramayayım o yorumları. siz yine izlememiştiniz galiba yine önyargınızın kutsallığına dayanarak.

bu konuda konuşmaya çok istekliyseniz, lütfen bi zahmet izleyin filmleri. izledikten sonra fikrinizin değişeceğini de sanmıyorum. şimdi uzun uzun konuşsak gene değişmeyeceği gibi.

ben, ne demek istediğinizi anlıyorum. hayır, katılmıyorum. bu konuda konuşmaya istekli miyim? hayır.

eğer sizinle bu konuyu enine boyuna konuşmak isteyen arkadaşlar varsa, buyrun konuşun.

bu konuda diyeceğim bundan ibaret. bana niye kızacaksınız ki? yo, hayır gerilmedim de. bakışımın seçkinci olduğunu da sanmıyorum. kusurunuza bakmadım. siz de benimkine bakmayın.

endiseliperi dedi ki...

jtoO,
roshomon'daki yağmur bende şemsiye açmayı isteği uyandırmadı. o şemsiye iki paralık olurdu saniyesinde, öyle güçlü bir yağmurdu. yalnız, o yıkıntı bina çatısı altında öyle yarı çıplak duruyorlardı ya, bi üşüme hissi ile izledim filmi. doğanın öyle başrolde olması, biz zavallı insanların ve zavallı insani hallerimizin umursamaz doğanın içinde ne gülünç göründüğünü hissettirdi bir de. cinayet anında, koca ormanın içinde, güneş, ağaçların gölgesi, doğanın sessizliği... karı, koca, haydut ve oduncunun istekleri, zaafları, hırsları, sosyal hayatın ahlaki dayatıcılıği... anlatı sırasındaki yağmurun kaçamadığımız vicdan gibi güçlü oluşu; bizi, olanı biteni hakkıyla değerlendirip yüzleşmemiz için kendimize hapsedişi... yargılamanın yine doğada, ama doğayı bu defa hesaba katmadan yapılışı, gerçeğin göreceliği ve herkesin gerçeği kendi işine geldiği gibi anlatması... çok hoş bir filmdi vesselam.

japon eleştirmenler, "toplumsal içerikten yoksun" olduğu gerekçesiyle filmi soğuk karşılamışlar. oysa film, senaryosunun sağlamlığı, kurosawa'nın ustalığı ve hatta müziği (ravel'in bolero'su)ile ve oyuncuların başarılı oyunculuğu ile mükemmeldi.

evet, japonca'nın bize uzak gelen sert bir tınısı, japon kültürü'nün mimik ve jestlerde görüp, tuhafsadığımız bir hali var. film, 9. yüzyılda geçiyor bir de. o dönemim sert ahlak anlayışını da hesaba katmak gerek. eh, öyle dedim ama, ülkemiz namus cinayetlerinin, ahlaki ikiyüzlülüklerin kök saldığı acayip bir ülke zaten ve bize fazla da uzak değil kadının tecavüze uğradığı için ahlaksız görülüp, kendisi dahil herkes tarafından hor görülmesi.

bu film yine bir uyarlama ve kurosawa iyi yapıyor bu işi. akutagame'nin iki öyküsü birleştirilerek sinemaya uyarlanmış.

bir filmin ödüllü olması "iyi" olması için gösterge olmasa da, venedik film festivali'nde müthiş ilgi uyandırmış ve altın aslan ödülüne layık görülmüş. daha sonra da en iyi yabancı film oscar'ını almış. izlemeyenlere öneririm.

bu arada rashomon, "tanrı rasho'nun kapısı" anlamına geliyor. bu cinayete hiç etkisi bulunmadığı halde en çok acıyı çeken rahibin gözü, belki vicdanın da gözü. rahibin bu olayla insanlara inancı hiç kalmamışken, yoksul oduncu'nun filmin sonunda bulunan bebeği sahiplenme isteğiyle, insana, hala ama hala inanç duyabileceğini düşünür ve film bu umutla sona erer. filmin sonunda bebeğin bulunması, belki de bu umudun hep yeşereceğini, insana umut duymamız için temiz bir başlangıca hep sahip olacağımızı hissettirmek içindi.

anlayan için iyi bir film çok şey der. kendisi bas bas bağırmasa da, ayrıntılarıyla, ışık oyunuyla, kameranın ufak bir hareketiyle, işte, dediğin gibi fona koyduğu yağmuruyla, esen rüzgarıyla da yapar bunu.

bora, evet disiplinli olmaya gayret eder. valla ona da bir yol haritası verilmemiş. ama bazı insanlar kendini yaratır. ben de yol haritasız, rehbersiz yola çıkmışlardanım, disiplinli olmayı ne kadar çok sevsem de o kadar çok ayartılabilirim.

sevgiler.

Afşar Çelik dedi ki...

Herkesin önyargısı kutsal, Peri Hanım :)

Benim aklımdan çıkmış, nasıl hatırladınız?

Ben neden sevmediğimi biliyorum da sevenlerin neden sevdiğini anlamaya çalışıyordum, meğer ne mübarek adammış, aman diyem! Özür dilerim.

endiseliperi dedi ki...

afşar bey,
niyetim ne sinema konusunda amatör olan benim gibi birinin "ders" vermesi, ne de sizi incitmek.

buraya gelen yorumları çok önemsiyorum, aklımdan çıkmaz tabii:)

üslubunuz anlamaya çalışmaktan ziyade sevilmemesini önermek şeklinde ve de biraz sertçe idi.

ben, izlemediğim filmlere, okumadığım kitaplara karşı önyargısı olan biriyim ve önyargının çok da fena bir şey olmadığını düşünürüm. ama eleştiride bulunurken yine de çekimser dururum, bi dururum yani, onların değil de benim bilmediğim bir durumun olma olasılığı daha yüksektir çünkü.

size yazdığım yorumun nedeni, adamın mübarekliğinden ziyade ceylan konusunda, filmlerini dahi izlemeden böyle kesin yargılarla konuşmanıza ilişkindi. önyargı dediğiniz biraz çekingen olmayı gerektirir benim bildiğim.

niye özür diliyorsunuz? ceylan'ın filmlerini sevip sevmemeniz umrumda mı sanıyorsunuz? her ilişkinin öyle ya da böyle bir sözleşmesi vardır. bizimkisi farklılıklarının farkında olup ona saygı duyulması çerçevesinde gelişen bir ilişki. ben bu yaşa gelmiş, hayatı çok deneyimlemiş insanların artık omurgalaşmış olan tercihlerinin değişmeyeceğine inanırım. sizin tercihiniz kendinize benimki de bana. farklı olmak da önemli değil yani. sizin bende sevdiğiniz şeylerin nedeni bunlar değil ki aslında.

özür filan dilemeyin, sözleşmeye sadık kalalım yeter:)

sevgiler.

Afşar Çelik dedi ki...

Nezaketinizle dövdünüz beni efe'm...

Ne deyim ne deyim dostun sözüne
Hak kılıcı gibi doğru gelince
Namlusu yalazlanır kendi özüne
Kızarır gül gibi bağrım delince

endiseliperi dedi ki...

:)