Cuma, Ekim 16

berberberberberberber

twitter: dün saçımı kestirdim, pek güzel olmadı galiba.
blog: dün canım sıkkındı. çılgınca bir şey yapayım, dedim. çılgınlık gazım kadıköy'de bitti yine. sonra frene bastım. arçil'in ordu'daki fındık arazilerinin vergi borcunu yatırdım. sonra da arçil deli gibi iced earth dinlediği için ona iced earth baskılı tişört aldım. iki pantolon aldım. biri kargo, diğeri düz. ikisi de koyu renk. boğazlı soluk siyah bir kazak aldım. bu, geniş yakalı denizci kabanı ile yakışır, dedim. yakıştı. ama fazla yakışmasını arçil beğenmedi. biraz kusurlu, hafif çirkin olsun istiyor. bir hırka aldım. çizgili. beğenmedi. kalın ilmekli dokuyu sevmiyormuş. öyle sıkı olsunmuş ki dokusu, yün değil de başka bir şeymiş gibi görünsünmüş. gossip girl indirip, izliyor bu aralar ve artık biraz kılık kıyafeti olsun istemesi bu yüzden sanırım. dan'ın kızkardeşi o sarışın kızdan çok hoşlanıyor. "hangi karakteri beğeniyorsun en çok," diye sordum, akşam onunla birlikte izlerken. "dan," dedi. "bir de chuck". allah allaaah, ikisi de birbirinin zıtdı. bir şey demedim.

dün işte alışverişten sonra eski mahalledeki berbere gittim. benim saçımı kesen çocuk ayrılmış. dükkan sahibi adam yeni geleni gösterip, kulağıma eğilip, "bu da iyi keser," dedi. o böyle deyince, ben, süsüne püsüne pek titizlenen bir hanımmış gibi başımı anlamlı anlamlı salladım. yeni gelen çocuk, ince, zayıf. röfleli saçları havalı havalı yukarıya jölelenmiş. saçımı yıkarken pek konuşmadı. "saçınıza kat verelim, jölelerseniz filan çok havalı olur," dedi. o zaman ben şu titiz hatun görüntüme devam edemedim. "yok," dedim, "ben sade bir insanım, makyaj bile yapmam. şöyle gözüme düşmeyecek, kolay toplanacak, ama kadın kadın da durmayacak bir şey, anlıyor musunuz?" diye bir kendini anlatma sıkıntısına düştüm, ellerimi filan da sohbete katıp. "ama yine de kendimi farklı hissettirecek bir şey," dedim. sonra başka şeyler de dedim, konuşup durdum. şu saç meselesinde çok tutucu olduğumu, ama buna artık bir son vermek istediğimi, hatta bazen kısacık kestireyim istediğimi, olmadı kızıla boyayım, dediğimi... ben sanki ona yüreğimi açmış, içimi dökmüşüm gibi tümden kabullendi beni. aynanın karşısına geçtiğimizde artık ben değil de o konuşuyordu ve siz filan demiyordu artık. ve sanırım yürekten bir şefkat besliyordu. "ben," dedi, çekik gözleri çok hoş bulurum. hatta uzakdoğuda bir dağ başında ev almak isterim, bağ bahçe işleriyle yaşayıp gitmek isterim," dedi. ben, "ben de isterim," demedim. buna şaşırmış gibi, "öyle mi!" dedim sadece. onun, sen'e geçişiyle ibresi oynayıp duran aramızdaki mesafeyi biraz artırmak istedim.

o saçlarımı tararken, dertli dertli, "yok yok, yapamam. çok uzamış saçların," dedi. "ben saç kısaltmaktan hiç hoşlanmam," dedi. sonra bir şey demedi. sustu, saçıma baktı. "peki, tamam," dedi. "kendini bana bırak şimdi, çok güzel olacak," dedi. "kendini bana bırakacak mısın?" diye sordu. ben, aşk filmlerinde geçmesi muhtemel repliğe güldüm. düşünüp taşınıyor gibi bir kaç saniye bekleyip, başımı öne arkaya salladım "evet" anlamında. eline makası aldığında, "korkuyor musun?" diye sordu. ben başımı iki yana salladım "hayır" anlamında. "korkma," dedi, "istemediğin yerde duracağım". başımı öne arkaya salladım, "peki" anlamında. "şimdi çok dik oturmanı istiyorum. aferin. işte böyle," dedi. saçımdan bir tutam kesip kucağıma bıraktı. "işte bu kadar keseceğiz," dedi. biraz daha kesti. aynada bana baktı, "çok güzel olduğunun farkında mısın?" dedi. bunu sorarken, çirkin olduğu aşikar birini ikna etmek isteyen iyi yürekli biri gibiydi. gülümsedim, başımı iki yana salladım "hayır" anlamında. "çok güzelsin," dedi. nedense ağlamak istedim biraz. şefkat beni ağlatıyor. saçımı iyice yandan ayırdı. "saçını işte böyle ayırmalısın, tamam mı?" dedi, "biraz gizemli olur böyle." ben başımı öne arkaya salladım "peki" anlamında. boğazım kurumuş da ondan konuşamıyorum sanmış olmalı ki, "bir şey içer misin?" diye sordu. gülüp, "hayır," dedim. hayır sözcüğünü, kahverenkli, hafif saman topu ha, yumuşak yır yamacından yuvarlanıyormuş gibi, dedim. saçımı kuruttu. "saçına fön çekmeyeceğim, çünkü sen de çekmiyorsun," dedi. "nasıl istiyorsan öyle yapacağız, biz de". aynada kendime baktım, pek güzel olmamıştı galiba. "saçımı toplarsam üzülür müsünüz?" dedim. "yoo, hayır," dedi malzemelerini toplarken, "nasıl rahat ediyorsan öyle yapmalısın".

sonra kaşımı aldırdım. omzundan koluna kıvrılan kertenkele dövmesi olan bir hanımdı. simsiyah upuzun saçlarını at kuyruğu yapmıştı. "nasıl bir kaş istersiniz?" diye sordu. ne diyeceğimi bilemedim. aslında dümdüz kaş severim ama benimki kavisli, dümdüz olmuyor. onun kaşlarına baktım, "sizin ki güzel, öyle olsun," dedim kestirmeden. onun mesleki ustalığına saygısızlık etmişim, işte bu söze hiç tahammülü yokmuş gibi ellerini havaya kaldırdı, "bak, ben kaş tasarımcısıyım," dedi, "öyle onun ki gibi bunun ki gibi olmaz!" korktum biraz. "şimdi senin yüzün küçük, kalın kaş olmaz, onu söyleyeyim," dedi. "çok da ince olmasın ama," dedim. "tamam," dedi. bir şeyler yaptı, kalemle kaşlarımın kenarına çizgiler çekti falan filan, ama sonuçta her zaman nasılsa öyle alınmıştı kaşlarım yine.

çıkıp eski mahallemizin ciğercisine uğradım, ciğer alıp, otobüs durağına gittim. koltuğa oturup paketleri kucağıma koyup, en üste de newsweek dergisini çıkarıp, domuz gribi yazısını okudum. domuz gribi bu yıl yaygın olarak görülebilirmiş, avrupa'dan aşı bağışlanmış, öncelikli olarak bir kesim insan aşılanacakmış, ama aşının ciddi yan etkileri varmış. yazı, aşı olmamızı öneriyor mu önermiyor mu, hiç belli değildi. hiç bir şey yapmamaya karar verdim bu konuda ama yanımda öksürüp duran adama da arkamı döndüm azıcık. afganistan2la olan dış politikamızı okudum. dış politika dedikleri acayip bir şey. neyse geçelim bunu. aslında ev uzak olduğu için dergiyi başından sonuna okudum.

bu sabah aynaya bakıp saçımı taradım, toplayınca kesildiği filan anlaşılmıyor. nedense içim rahatladı. fatma hanım temizliğe gelecekti güya 9.30'da. yine 11.00'de geldi. "bir kahve yap da içelim bakalım," dedi. yaptım. sigarasını yaktı. "ister zengin ol, ister fakir, yemekten sonra, yak bi sigara," diyip, güldü. güldük. kahvenin yanında şöbiyet verdim, "yemem!" dedi. "ne oldu sizin ev alma işiniz?" dedim. öyle karışık bir ev alma hikayeleri var. "dolanıp duruyoruz, ev bakıyoruz," dedi. "nasıl ödeyeceksiniz o kadar parayı," dedim. oğlu bir markette kasap mı, nedir, tüm evi o geçindiriyor. oğlu bankayla görüşmüş, kredi vereceklermiş, evi bulup, onlara göstermeleri gerekiyormuş. ne cesaret. "askerlik vakti gelinceye kadar öderiz, sonra rahat ederiz," dedi. belediyeye başvurmuş, yoksulluk yardımı için. dün adamlar gelmiş. eve bakıp sorular sormuşlar. "ne istersin, para mı, yakıt mı, vs mi?..." demişler. ben de "hepsi lazım diyemedim, utancımdan, sadece para dedim," dedi. "amaaan iş olacağına varır. allah verir," dedi sigarasının külünü silkelerken. onun tümden umutsuz olmasını istemedim. "haklısın," dedim. bir de vakit gazetesinden yardım alıyorlarmış. üç ayda bir 200 lira. "allah razı olsun," dedi, "hiç yoktan iyidir." "size, şuna oy verin, falan filan, diyorlar mı?" dedim. "yooook," dedi. "vakit hangi partiyi destekliyor," dedim, "okumam yazmam yok ki benim, ne bileyim," dedi. "bu yardım işlerinde hiç parti marti lafı geçmiyor," dedi. "kime oy verdin?" dedim. "bizim çocuklar erdoğan'a kızıyor, yakacakla, parayla oy satın alıyor, diyorlar," dedi. "onlar kime veriyor, bilmem," dedi. "hımmm" dedim. kahvesi, sigarası bitti. bana süpürgenin torbasını değiştirtti, kullanacağı deterjanları ayırmamı, istedi. odaya gitti. ses seda yok ama bir şeyler yapıyor galiba.

bu sabah dedim ki kendi kendime, twitter'da yazıyor gibi yazsan ne yazardın. "saçımı kestirdim, pek güzel olmadı galiba." ama sadece bunu demek, pek de bir şey dememek gibi geldi bana. twitter niyeti bu salkım saçak, uzun, ama yine de bir sürü eksikliği olan blog yazısıyla son buldu. yazıda eksik olanlar aslında bir kaç gündür zihnimde yer eden asıl şeyler.

6 yorum:

redrabbit dedi ki...

saç kestirme sahnesi çok romantik ..2 sevgilinin arasında geçen bir dialog olarak ortamdan bağımsız rahatlıkla herhangi bir filmin orta yerine yapıştırılabilir..wong kar vai filminden bir sahne gibi ya da özellikle the mood of love(aşk zamanı?)..havalardan galiba,dün de Almadovar'ın the flower of my secret adlı daha önce duymadığım bir filmini izledim..Bu arada film ekimi kapsamında salı akşamı 21.30 da emek sinemasında jane Campion'un yeni filmi BRIGHT STAR
gösterimi var.Fazla biletim var,gelmek ister misiniz?saçlarınızı da yandan ayırırsınız belki o akşam.

ruhdagı dedi ki...

Benim için cuma akşamı ofis dönüşü üstelik fazladan çalışılmış 2 saatin ardından ancak bu kadar keyifli olabilirdi.

Ama çok kızdım kendime.
Demiştim ki, kahveni yapıp öyle oku! ama dayanamadım :(
Çok hızlıca okudum, sonra okumamışım gibi çaktırmadan kapatıp Türk kahvesi pişirmeye mutfağa gittim. Elimde kahveyle gelince, yeni postu ilk kez görmüşüm gibi açıp bir daha okudum. Hemen bitiyor diye hayıflandım. Belki! hamileyimdir diye kahvenin yanında keyif sigarası içemedim.
Öyle işte...

endiseliperi dedi ki...

sevgili redrabbit, dün taraf'ın ekinde campion ile yapılmış bir röportaj ve tam da benim sevdiğim gibi çok güzel bir fotoğraf vardı. filmi görmeyi o dakka öyle delice istedim ki. ama maalesef gelemem salı akşamı. sen izle, sonra bana şeyi söyle; fanny'nin, keats'in öldüğünü haber aldığında yere çöküşü, piyano filminde holly hunter'ın parmağı kesilince bayılırken ki yere çöküşü kadar güzel miydi? ben muhakkak izleyeceğim de, sen buna bi bakıp bana söyle, olmaz mı?

çok teşekkür ederim.

sevgiler, iyi eğlenceler.

endiseliperi dedi ki...

ruhdağı,
hamile miymişsin!? elbette önce kocana söyle, sonra bize:) çok teşekkür ederim, güzel sözlerin için. böyle şeyler okuyunca acaba daha eğlenceli, hani şu kahveyle iyi gidecek ne yazsam diye telaşlanıyorum.

sevgiler.

ssbb dedi ki...

sahiden kuaförle diyalog böyle mi geçti?

endiseliperi dedi ki...

eh, yaklaşık olarak böyleydi. havası buydu, diyeyim. küçük, tıfıl bir oğlandı, üstelik pek de başarılı değildi galiba işinde, ama böyle konuşacak kadar kendine güveni vardı. ben de bendim işte. bıraktım, sohbeti istediği havada sürdürsün. şu doğa sevgisi konusunda biraz daha sohbet geçti aramızda. dağcılık, kayak, şu bu yaptığını söyledi. ben de dağcılık hakkında bildiğim tek şeyi söyledim; dağcılarla mağaracılar neden birbirlerinden hoşlanmaz, diye sordum. ooo ben mağaracılık da yaparım, dedi. berberler, genellemeyeyim ama, biraz atıp tutmayı seviyorlar. bu, fena da olmuyor. neticede rahat koltuğa oturmuşsun, o saçını tarıyor, karşıda ayna var, yani tuhaf bir durum aslında. ve kendini çok rahat hissediyorsun, konuşmak için çok da uygun bir rahatlık bu. ben gerçi, kasarım kendimi berberlerde ve ağzı sıkı davranırım.

berberimle ben iki çok ayrı dünyanın insanı olmamıza ve benden çok da küçük olmasına rağmen, konuşmak için bir yol bulabildi. fena da ilerlemedi yolunda. hani sohbet bir radyo piyesinde olsa, romantizm dolu görünüyor ama görüntüye bindirince o kadar da romantik değildi.

hımmm... böyle işte. anlatabildim mi? bugünlerde gereği gibi anlatamamanın sıkıntısı içindeyim.

sevgiler.