Yazını bir kez okudum. Yanıtlarken bir kez daha okusam iyi olurdu. Bu, neyi nasıl yazacağım konusunda bana bir yol gösterirdi en azından. Ama boğazımda ve başımda bir ağrı ile uyandım bu sabah. Üşütmüşüm. Birazdan vermidon hot alacağım; hani şu, soğuk algınlığına iyi gelen, sıcak suya dökülen toz ilaçlardan. Bu tür ilaçların müsekkin etkisi de var sanırım. Sorunları dertli dertli düşünmene engel oluyor. Yatakta döne döne yatıp dururken, kitap, gazete karıştırırken filan daha rahat ediyorsun. Hem suçluluk da hissetmiyorsun yaptığın tembellik yüzünden. "İLAÇ!" alacak kadar hastasın neticede:) Ancak renkli çamaşırları derhal makineden çıkarıp asmam gerek ki, beyazları da yıkayabileyim, yarına kadar kurusun da çocukların okul giysileri zamanında ütülenebilsin. Bugün böyle işte. Hah, yazını ikinci kez bu nedenle okuyamadım.
Seni seviyorum, çünkü biraz sana benziyorum. Doğrusu ben de senin gibi diyeceğimi düpedüz diyorum. Diplomasiden hiç anlamıyorum. Biraz kırıcı bir insanım bu nedenle. Sorunun çözümlenmesi değil de, kendimi ifade etmiş olmak daha önemliymiş gibi. Matematikçi ablam böyle değildir mesela. O, bir sorunla karşılaştığında en az zararla nasıl sorunu çözeriz, diye bakar. Ama ben anneme benzerim ve ablam annem için der ki; “düşündüğü sadece gururu olmuş hep, tepkilerinin özünü gururunun dokunulmazlığı oluşturuyor, bunun da hiç bir sorunun çözümüne faydası yok”. Dediğin gibi, huy, karakter işte.
İşte ben de senin gibiyim biraz da o nedenle seni anlıyor ve seviyorum (dur, ben şu çamaşırları asıp geleyim… Astım. Beyazları da koydum şimdi. Bingo Soft’un beyaz olanı, yani şu Sensitive alt markalı olanı çok güzel kokuyor. Bunu bana Adana’daki ablam önermişti zamanında. Benim bir büyüğüm. Kendisi de öyle güzel kokar ki, öyle böyle değil, hep sarılmak istersin. Şimdi annemin bakımıyla filan o ilgileniyor çoğunlukla. Öyle pek pratik filan değildi hiç, ama şimdi bakıyorum da, annemle ilgilenmesinde öyle bilinçli, öyle candan bir hali var ki, her konuşmamızda teşekkür ediyorum ona. Hakkını hiç ödeyemem. Annem, her seferinde bir sır verir gibi ona en çok benzeyen çocuğunun ben olduğumu söyler, ama bu ablamla aralarında inanılmaz bir bağ vardır hep. Birbirlerine duydukları ilgi, ana-çocuk arasında olması gereken sevgiyi tüm saflığı ile içerir. Ve bana kalırsa onlar bir başka açıdan daha çok benzerler birbirlerine. Ya da bizim ailede kimse kimseye benzemez galiba. Çılgın bir karakter çeşitliliği vardır. Bunun da nedeni, annemle babamın hep eleştirdiğimiz ilgisizliklerinin, aslında çok doğru olan bir çocuk yetiştirme modeli yaratmış olmasında sanırım. Bazı temel değerleri insiyaki olarak vermişler ve büyürken kendini oluşturma işini sadece bize bırakmışlar.)
Buraya yazarken de Arzu, her ne kadar açık yürekli davranıyorsam da, bu hayatın içinde olanları gerçekten de bir günlük yazıyormuş gibi samimiyetle yazıyorsam da bazı konuları sadece ima ediyorum. Bunları açıkça yazmak takdir edersin ki pek nahoş olur. Şimdi ben burada her yoruma, her arkadaşıma elimden geldiğince içten bir yanıt yazmak istiyorum. Senin eleştiri yapmana bozulmuyorum da bu eleştirinin bir şekilde daha ayrıntılı bir konuşmayı talep ediyor, örtülü olarak Bora’nın zafiyetlerinin de ortaya dökülmesinin gerekliliğini bildiriyor olması karşısında bocalıyorum. Hem içten olmak istiyorum hem terbiyeli. Hem saçılmak istiyorum hem konuyu toparlamak. Ama Arzu, doğrudan demesen de iktidara karşı düpedüz bir başkaldırı, bir mücadele öneriyorsun sen! Deli misin!:) Evdeki saadetimi hiç hesap etmiyorsun. Bazı saadetlerin, saat gibi hassas dengesi olduğunu, saat gibi işlemezse duruvereceğini görmezden geliyorsun! Bu nasıl arkadaşlık!?:)
Şurası açık ki hata tümden bende. Bir arkadaşımın dediği gibi ne kadar konuşursam konuşayım, hatayı en sonunda kendimde bulmak gibi bir meziyetim var. Başkasını değiştirmek, sorunu kendi lehime de olacak şekilde çözmek yerine, kendimi değiştirmek, feragat etmek, fedakarlık etmek daha kolay olduğu içindir belki de. Eğer öyleyse, bu kolaycılık da benim hatam neticede. Belki hiçbir sorunu o kadar ciddiye almıyorum, belki hayatı o kadar ciddiye almadığım içindir bu. Ama bu da benim hayata ilişkin çok öznel duruşumdur ki, bu da yekdiğerimi ilgilendirmez. O halde yine ben hatalıyım. Arkadaşım, insanların o kadar da iyi olmadığını, kendilerinde hata bulmaya pek istekli davranmadıklarını, hatayı kendinde bulmaya teşne bir karakterin inceliğini insanların fark etmeyebileceğini, bunun da beni çok üzeceği yolunda uyarırdı. Üzülebilmeye olduğu kadar sevinebilmeye de meyilli karakterim dengeyi tutturuyor çoğu kez neyse ki.
Bora’dan daha az belki de hiç bahsetmemeliyim burada. Sanırım Bora’nın gerçek talebi de bu. Bundan pek emin değilim gerçi kendisi talebinin bu olduğunu söylese de. Hiç yazmasam iyi olur ona kalırsa ya, illa ki yazacaksam da çok daha uzaktan, çok daha ayrıntısız, çok belli belirsiz bir izlenim bırakacak şekilde yazmamı ister sanırım hayatımız hakkında. Ben de öyle biri değilim. Çok yaklaşırım, ayrıntılara girmek isterim, çağrışımlarım ordana oraya akarken bunları da yazmak isterim. Sonuçta, siteye girdiğinde okuduğun yazılar çıkar. Bora ister ki, mesela derli toplu bir Dostoyevski dosyası yapayım. Atıyorum, böyle bir şey demedi de böyle olsun ister sanırım. Ben, Dostoyevski’yi okuduğum zamanı, Dostoyevski okuyan kendimi, halimi anlatmak isterim. Neticede benim sevdiğim her ne kadar okunmak için seçilmiş kitapsa da, kitabı okuyanın halleri, hisleri, kitapla dönüştüğü hali seviyorum. Kitapla hayatı kompartmanlara ayıran insanlardan ben de senin kadar pek hoşlanmam. Sadece kitabı okumakla elde ettikleri saygıyı pek hak etmediklerini düşünürüm, velev ki onunla hayata bakışlarında, düşüncelerinde, tavır ya da en azından edalarında bir değişim olmamış olsun. Hal böyle olunca, yani kendimi bu kadar ayrıntılı yazınca Bora da giriyor işin içine. Hayatım pek de kalabalık değil, biliyorsun.
Görüyorsun ya, konu daldan dala atlıyor. Çok dağılıyorum. Hah, mor renk sadece bir tesadüf. Yazıyı yazdıktan sonra baktım pek renksiz, uzun bir yazı olmuş. Bir de konular birbiriyle kelalaka. Hem fotoğraf da yok ya, iyice okunması sıkıcı bir yazı olmuş. Bölüm bölüm seçtim, ki hangi bölüm neyi anlatıyor pek fark etmeden, tümden rastlantısal renklerle renklendirdim. Ama eğer araştırdıysan mor renk hiç fena bir renk değil. Geçen gün Ekmekçikız da mor renk üstüne bir yazı yazmıştı. Oraya da bir bak istersen, çok hoş anlamları varmış. Hem bu yıl modaymış da. En önemlisi ben moru severim. Mosmor, kadife bir ceketim var. Ondan biraz daha açık, mor, fitilli kadife pantolonum var, patlıcan moru geceliğim var, eflatun renkli tişörtlerim var, ablam geçen yıl doğum günümde bana hangi renk şal ördü, dersin? Mor! Moru seviyorum ve her ne kadar tesadüfen olmuş olsa da seni morla anlattığım için bana teşekkür etmelisin. Evet, et! N'olacak!? Seviyorum güzel sözler, iltifatlar duymayı. N’olur bana iltifat etsen!
Şaka şaka, Arzu’cuğum. Ben renklere pek düşkünüm. İnsanların isimleri, isimlerindeki harfler zihnime bir takım renklerle belirir. Varmış dünyada böyle insanlar. Bunun bir adı da varmış da, bilmiyorum. Arzu’da mesela var mor. Ama az. Siyah var. yanlarında. Hatta bir de keskin ipince simsiyah çizgiler var ve hiç Arzu sözcüğünden beklenmeyecek baygın bir bej yanlarında tuhaf tuhaf durur. Sen bu, siyahlığı morluğu ile gayet belirgin Arzu’nun bu hiç orada yeri olmayan bejliğini ister çocukluğunun o sakin, huzurlu zamanlarına ver, istersen zihninin bir yanının vermidon hot almış gibi rahatlığına. Arzu, bir kutu gibi. Köşelerinde metal lehimler olan. Gösterişli de değil pek. Sen Arzu’nun anlamından yola çıkarak, akışkan, dağılan, nüfus eden, gürüldeyerek gelen bir şey beklersin bu sözcükten. Yoo, o olabildiğine durağan ve saklanmış bir şeydir. Dediklerimin seninle bir ilgisi yok. Sadece Arzu ismi der demez benim zihnime hücum eden renkler, şekiller böyle oluyor. Kendimden bahsediyorum yine yani:) Utanmazca kendimi anlatıyorum tümden sana ait olan isminden yola çıkarak. Yazıklar olsun bana:)
Neyse Arzu, Arçil’le evde yalnızız. Yatakta keyif yapıyor o ve kahvaltıyı geciktirmeye çalışıyor. Ama benim kahvaltı hazırlamam gerek ona. Biliyor musun, benim insanların isteklerine aşırı bir saygım var, bu da beni disiplinsiz, iktidarsız bir anne yapıyor. Tina üstünde, şu ötüp duran kuş üstünde bile şu kadarcık olsun iktidarım yok. Neden, peki? İnsanların kendi kişisel isteklerinin “olması gerekenden” daha değerli olduğuna inanırım çünkü. Onun değil de benim isteğimin yerine gelmiş olmasının onda yaratacağı kırgınlık, bende yaratacağı bir tür üstün gelme duygusuyla baş edemem. Onun benim kararımla kaderinin değişmesine razı olamam. Her insanın, tek, biricik olduğuna ve kendi yollarında kendi kararlarıyla gitmelerinin bu biricikliği besleyeceğine inanırım.
Ben, iktidarsızım ve aslını sorarsan iktidar söylemi, asker duruşu kadar nefret ettiğim şey de yok şu dünyada. İktidarı kullanmanın renkleri, tonları da çok farklı. Bora’nın iktidarı zaman zaman tahammül sınırlarımı zorlasa da tümden beni rahatsız eden bir durum da yaratmayabiliyor. Neticede yaşadığımız şu hayat için bir işbölümü yapmış durumdayız ve onun ait olduğu bölüm daha fazla karar almasını gerektiriyor bir yandan da. Bu dünyada beni en çok üzen insandır Bora. Çok sevilmiş biriyim ben, ama bu dünyada beni en çok seven insan da Bora oldu sanırım. Sevmesinin nedeni tümden ben değilimdir de, kendi tarihi, kişisel nedenleri de vardır büyük ihtimalle. Zaten birini sevmek, hep diyorum ya, sadece karşındaki insanın özelliklerine ve sadece sevme duygusunun kendisine ilişkin bir şey değildir. Bu nedenle Bora beni bir takım nedenlerle çok seviyor diye, ona bu yüzden bonus verecek değiliz şurada. Ama beni sevmesinin, beni sevmeye duyduğu ihtiyacın anlamını çözmek istediğimde, ona yakınlık duyarım. Bazen ne yapmış ya da yapacak olursa olsun onun yanında olmak isterim. Bazen de sinirimi gerçekten çok bozar, ne hali varsa görsün isterim. Şimdi küsüm ona ve şu, ne hali varsa görsün duygusuyla dolup taşmaktayım. Yani kendimi tutmasam neler anlatırım neler:) Boşverelim onu, keyfimize bakalım biz. Gıcık, sinir bi şey. Ama az önce beni İkea'ya götürmeyi teklif etti. O pek sevmez orayı. Bu nedenle o kadar da sinir olmuyorum ona şimdi. Ama dönüşte yine sinir düğmesine basıp sinir olmaya devam ederiz. Bize ne, bize ne!
Off... gördüğün gibi biraz karışık kafam ve öyle ağır ki şu an boynumun üstünde. Yazı da böyle karışık. Muhatabım olan sana açıklayıcı bir yazı yazmak istiyorum. Her ne kadar küs olsam da şimdi, Bora’yı fazla incitmek istemiyorum. Çok fazla açıklama yapmadan açıklama yapmak istiyorum. Ama diplomasiden anlamayan biri olduğumu bildiğim için patavatsızlık yapmak istemiyorum. Bundan sonra yazacaklarıma, yazmak istediklerime ters düşebilecek bir şey yazmak istemiyorum. Arçil’le ilgilenmek istiyorum şu dakika (Kahvaltı olarak sosisli, kaşarlı tostta karar kıldı ve kocaman bir bardak sütle götürdü şimdi. Kaşarı fazla olduğu için mırın kırın etti. Ormanda yürüyüş yapalım isteğimi geri çevirdi. Belki oturup Gossip Girl izleriz yine onunla:) İlaç hala yanımda duruyor. Onu içip, beyaz çamaşırları da asıp ve hatta yatmadan önce bir de çorba yapabilirsem çok hoş olur. Karnım acıktığında yataktan kalkıp içerim. Sabah kahvaltıda dün hazır malzemelerle yaptığım çikolatalı pastadan yedim. Rahatsız olan midem yüzünden yumuşak şeyler yemeğe eğilimliyim, ama pasta da pek sağlıklı değil. Elbette İkea’ya gideceksek, şu hastalık halini yarına erteleyebilirim:p
Böyle işte. Artık şu yazıyla vedalaşsam iyi olur. Hala düşünüp duruyor, bambaşka bir yazı yazsam iyi olurdu, diyorum ama, şu an itibariyle kafamda olanları ancak bu kadar, bu şekilde yazabildim. Umarım beni biraz daha iyi anlayabilmiş, hayatımı ifade etme biçimim yüzünden senden daha fazla bir anlayış görmeyi hak etmişimdir:) Yorumlar, mektup vs için teşekkür ederim. Lütfen kendini üzme ve lütfen sadece üslubun yüzünden haksızlığa uğradığını düşünme. Seni anlıyorum.
Sevgiler.
Not: Yazıyı yayınlamayı unutmuşum. Şu saatte yayınlamayı akıl ettim. İkea'ya gideceğim galiba:) Diğer yorumlara da yanıt vereceğim ama işte bugün değil, sonra.
Cumartesi, Ekim 17
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
1 yorum:
vah vah.
arzu'nun durumundan iyice endişe etmekteyim ben :(
Yorum Gönder