olgun şimşek'le yapılmış bir röportaj vardı geçenlerde gazetenin birinde. "sabah uyanınca ilk ne yaparsınız?" gibi bir soru soruyordu röportaj yapan da, olgun şimşek, "ilk önce canımı sıkarım" diyordu. buna çok güldüm ve daha da çok sevdim onu. her zaman sevdim onu. daha ilk gördüğüm, ülku duru ile oynadıkları filmle (barış pirhasan'ın yönettiği kısa bir filmdi. kazandibi, tavuk göğsü müydü adı?) ve sonrasında. çok karakterli bir tip.
genellikle benim de sabah uyanır uyanmaz ilk işim canımı sıkmaktır. öyledir, ama bir çocuğu kandırır gibi kandırırım kendimi. radyoda yağmurlu sabaha çok iyi giden bir müzik kanalı bulmak, mutfakta hala kızarmış ekmek kokusu olması, çocukların kahvaltıda neşesi, yağmurda evde olmak ve kahve içmek, gizlice bir sigara yakmak... kaloriferin üstünde uzanan tina, ötüp duran kuş... neticede şu an sevinçten pır pır ediyor içim ve can sıkıntısının esamesi okunmuyor.
dün akşam don kişot'a başladım. çok önemsediğim bir başlangıçtı bu. turgut özben gibi hayatıma ilişkin de bir başlangıç tasarlamak istemiştim. o nasıl, şizofrenisinin arkadaşı olric'le alıp başını gittiğinde okumak için don kişot'u seçtiyse, öyle bir başlangıç. dün dedim ki kendime, çok sonra, don kişot'u okuduğun zamanı hatırladığında hatırlaman gerekir bu günü. dün, nefis bir gündü. çok sıradan, ama yine de nefis. günün hiç bir özelliği yok oysa. erken saatlerde kurşini olan denizin üstüne sonra sonra sis çökmüştü, yağmur yağıyordu. böyle olunca her şey, ben de brovni yapmıştım. ablamla konuşmuştum, annemiz çok, çok iyiydi. bora, işten erken çıkıp, balık pazarına uğrayacaktı. patatesli börek ve kocaman bir salata yapmıştım. balık varsa nedense patatesli bir şey yapıyorum hep. akşamüstü, atakan'ın matematik hocası gelmişti. o gelmeden börek ve süt içmiştik. çok genç bir üniversite öğrencisi olan hoca da üşütmüştü, elma kabuğu, tarçın çubuğu, karanfil de koyduğum ıhlamuruna limon sıkıp, bal koyarak, brovni ile ikram etmiştim. bora fırında balıkları yaparken işte tam o zaman, mutfak masasında don kişot'a başlamıştım. bora yanımdan geçerken başımdan öpmüştü, çok, çok seviyordu beni.
ben don kişot'a başlamışken, artık karşıdaki ormana bir seyahat yapmayı planlıyordum ertesi gün (bu sabah). ama ormanı koruyan üç büyük köpeği başıboş dolaşırken görmüştüm bir seferinde ve bu ormanın diğer ucunda iki kişinin ölü bulunduğunu söylemişti bana, bora. yalnız gitmemi istemiyordu. hem yağmur yağıyor şimdi. birazdan arçil'in ingilizce hocası da gelecek. iki saat ingilizce dersi. sonra arçil'in bir şeyler yemesini sağlayıp, resim kursu için kadıköy'e göndereceğim. onu otobüs durağına ben bırakmayı planlıyorum şemsiye ile. sabah bora ve atakan da çıktığı için evde yalnız kalacağım ve mutfak sedirinde don kişot okumaya devam edeceğim.
bu sabaha karşı saat 4. 20'de içimde korkunç bir sıkıntıyla uyandım. kötü bir şey olmuş gibiydi. evin derin sessizliğinde telefonun acı acı çalmasını beklemiştim. ses filan duyulmamıştı. yanımdaki ışığı açıp, don kişot okumaya devam etmiştim. bora uyanmıştı, "kahvaltı mı yapsak?" demişti. ama yatağın dışı soğuktu ve kalkmak istemedim. "çok erken daha" demiştim, başımı kitaptan çevirmeden.
hala sabah ve hava hızla kararıyor. ışığı açacağım bu yazıyı bitirince. karmakarışık rüyalar görüyorum bugünlerde. geçen gün ertuğrul günay'la bir kıyı kahvesinde abuksabuk bir konuda sohbet ediyorduk. bir başka sefer de, hamileydim. karnım kocamandı ve içimdeki bebeği çok gerçek olarak hissediyordum. bir kız çocuğu görmüştüm oralarda. "bütün kızlar annediiiir!" diye sevimsiz bir şarkı söylüyordu. çocuk, çok sıradandı, çok sıradan biri olacaktı, sinir bozucu büyümüş de küçülmüş bir hali vardı. ona verilen dümdüz eğitimi olduğu gibi kabullenmişti. rüyamda bu cümlelerle bakıyordum kıza. suratımı ekşitmiştim, ama sonra çocukların sadece çocuk oldukları için sevimli kabul edilmeleri gerektiğini düşünüp, çocuğun umduğu bir yetişkin gibi davranmıştım ona. sıradan. bu gece, üç tanımadığım kızla bir otel ya da yurt odasını paylaşıyordum rüyamda ve çok mutsuzdum.
böyle olmakla, sabahları canını sıkan biri olmakla birlikte yani, bu aralar gayet neşeliyim sabahları. bir işyeri sahibi gibi mutfakla başlıyorum işe. uyanır uyanmaz radyoyu açıyor, çayı demliyor, domates salatalık doğruyor, yumurta haşlıyor...
ne diyordum; don kişot'a başladım ve cervantes'in ironik üslubu çok neşelendirici. radyoda cat stevens'ın bir şarkısı başladı. ben de kalkıp ışığı yakacağım.
22 yorum:
Benim sabahlarıma can sıkıntısı ile birlikte bir de öfleme nöbeti ekleniyor. Ardarda öfff öfff öfff. O gün içinde yapılması zorunlu işler listesi gözümü açar açmaz ilk gördüğüm. Ne zaman zorunluluklardan kurtulursam o zaman sabahları neşeyle uyanacağım diyorum kendi kendime ya zorunluluklardan kurtulmanın yaşadığımız süre boyunca hiç yolu yok. Bununla yaşamayı öğrenmeli ve sabahaları neşeyle uyanmalı.
Hah:) Ozendim; ben de okumak istiyorum Don Kisot'u. Daha dogrusu yillar once baslamis ama yarim birakmistim diye hatirliyorum. O guzel ucuk sari renkli (Is Bankasi yayinlari miydi?) kalin kitabi. Pek tabii ki burada yok.
Ben de bu sabah ozgur istenc cervesinde biraz daha okudum ve tezim icin notlar aldim. Toplamda 45 dakika. Ama bu kadari bile benim icin basari oldugu icin hemen kendime hediye olarak ara verdim; iste sevgili Peri'ye yorum birakiyorum.
Bir de yine ilginc bir tesaduf, ben de bu gece abuk bir ruya gordum. Benim kotu ruya gormem cok siradisi degil ama bu gece bir arkdasimin ikinci cocugunu olu dogurdugunu gordum. Gerci o arkadasim suan hamile degil ama hamile olan bir baska arkadasim da ruyamdaydi ve ben 'ama X degil Y hamile' seklinde bu olu dogum isinin olmazligini dile getirmeye calisiyordum. Sanirim hamilelik dusuncesi beni sandigimdan da fazla etkiliyor. Ve her gecen gun endiseleniyorum ya nihayet her ikimiz de evet dedigimizde olmazsa bu is diye. Neyse, suan icin daha fazla yapacak birsey yok.
Sana iyi okumalar diliyorum:)
Atakan'in ogretmenine o guzel karisimli ihlamuru ikram edisine cok ozendim; tam bir evsahibesi. Hem kendim oyle olmak hem de oyle bir ikram almak istedim senden. Belki bir gun;)
Ben simdi gideyim, ruyayi hatirlamanin getirdigi can sIkIntisini biraz daha okuyrarak asayim. Sonra da bir gec kahvalti hazirlayip kocami uyandiririm.
İlgili yer değil de, buraya yazayım dedim. Don Kişot olduğu için hem…hem de en çok...
Panço ile konuşmalarımız sonunda, bana öncelikle dedi ki; sanki ikinci bir kişi varmış içinde gibi yapman bir kere baştan bir ahlaki düşkünlüğe işaret, böyle dedi. Beni alet etmemelisin. dedi...
Haklı!
Bir de illa ki biri mim koymuş da sen mi telaşını düşeceksin...Koymasın kardeşim…Bana böyle yapma dedi panço, sahtekarlık bir yönü, oluyor dedi…
Bu vesile olsun o zaman, ekim ve kasım sabahları müthiş hüzünlü, kapalı, ağır ve ıslaktır bu ülkede. Hem bir de bu ülke güzeldir.
“Fikret Bey” de yaşamıştır hem. Donkişot ve Sanço…Bir de dedektif Monk vardır, tik. Tik harikulade ve dehşetli bir şeydir, sadece yaşayanın bileceği, ne yazık ki…
Ama birisi sevilecekse, hiç olmadan sevilmelidir zaten, hiçbir vasıta olmadan, sebepsiz, ki sevmek insanın kendiyle ilgili olmalıdır en çok.
Panço diyor, galiba…
Oldu mu endişeli peri?..
Sevgiler sana, size…
Ve evet... bu yağmurlu, karanlık ve kızarmış ekmek koulu günlerin mutlulukla mutlaka bir ilgisi olmalı...
Bir de akşam üstleri içilen, yani böyle günlerde,birlikte, yani birisiyle içilen bir cep konyağının iyiliği...
Hamiş: Erzurum'da kar yağıyormuş şu an. İlk kar, ilk kar. Bir mevsim daha geçiyor... Zaman...
bir aylak adam şehrin sokaklarında apartmanlardan süzülen sarı ışıkların arasında hayalet hayalet dolaşmaktadır.
neden sonra bir pencereye yaklaşır.
çekik gözlü güzel bir kadın mutfakta don kişot okumaktadır ve az saçlı iri bir adam, yanından geçerken onu öper; kadın gülümser.
aylak adam, cebinden konyağını çıkartır, başına diker ve boş şişeyi bir kenara fırlatır. ama sonra şişeyi fırlattığı yerden alır, bir çöp konteynırına usulca bırakır, o pencereye son bir kez bakar ve sonra şehrin karanlık sokaklarında sallana sallana yürümeye başlar, kaybolur.
böyle bir hisle okudum yazını.
:)
çok tuhaf bi kadınsın sen peri :) seviyorum seni.
merhaba,ne güzel anlatmışsınız...
ben de okumak istiyorum don kişotu acaba hangi çeviriden , yayınevinden çıkanı okuyorsunuz. sevgiler... seren
pardon, yan tarafta varmış hangi yayınevi olduğu,şimdi gördüm silebilirsiniz notumu.Çok güzel yazıyorsunuz sizi cok seviyorum. seren
Sevgili Peri, şarkıyla ritmik bir şekilde mutfakta ordan oraya gezinmen geldi gözümün önüne. Ormana gelince, belkide kimseler ormana girip oraları yağmalamasın diye uydurulmuş olabilir o iki ölü olayı.Ormana beraber gidebiliriz ben köpeklerden korkmam.
aydan atlayan kedi,
ev-vet!!! hayatımız daha güzel nesıl özetlenirdi, bilmiyorum. şimdinin zorunlulukları ve geleceğin özgürlük düşü arasında sıkışıp kalmış şu zavallı hayatımız için, seçtiğimizi sandığımız kandırmacası ile yürüdüğümüz bu yolu, tek yol olarak kabul edip işimize bakmalıyız. arada öflemek serbest!
kendimize şunu sormalıyız belki de: tek, bi tane ömrümüz var ve bu ömrü özgür olarak geçirmek istiyor muyuz gerçekten? bu seçimi yapmak çok mu zor yoksa? yoksa mazeretlerimiz işimize gelen bahaneler mi? nedir? nedir!
öpüyorum ve sevgiler.
tavşan'cım, canım,
bu kalın kitapları, tabiri caizse bir oturuşta okumak gerekiyor. araya zaman girince, kim neydi, ne oluyordu, insan şaşırıyor. ben mesela dostoyevski'leri okurken notlar alıyordum. kahramanlar sahneye çıktıkça, adını, önemli meziyetini ve kahramanla ilişkisi bir noktada önemliyse onu yazıyorum. yoksa, diyelim 20 sayfa sonra çıkıyor o ad karşıma, kimdi yahu bu? diye kendime soruyorum. bense konuşmak konusunda çok üşengecim, bana soru sorulmasın isterim. varsa elimde öyle not kağıdı, açıp okuyorum.
elimdeki don kişot yapı kredi'den. roza hakmen de gayet güzel çevirmiş. kağıdın cinsi çok güzel, sarımsı, ipek gibi ama kalınca bir ipek. kalınca dediysem, ham ipek değil, o dalar insanın tenini, perdahlanmış bir ipek. böyle mi denir? neyse.
atakan'ın hocası, heyecanlı heyecanlı, ince ve yüksekçe bir tonla konuşan bir kız. güzel olduğunu düşünüyor. uluslararası okuyor ve bu nedenle, teşekkür etmeyi filan hiç unutmuyor. ilişkilerde, diplomasiden yaşı gereği anlayabileceği kadar anlıyor. ilk gün onu yemeğe alıkoymuştum. evin kitaplarının bora'ya ait olduğunu, evin okur yazarının bora olduğunu düşünüp, cilveleşti onunla biraz. bana da, elinize, sağlık, yemek güzel olmuş, dedi, dimdik ve doğrudan. ortadoğu meselesi filan açılınca da bu işlerden bora anlarmış gibi, derdini ona dönüp anlattı. böyle olunca ben biraz hoşlanmadım ondan. ama hoşlanmama halimin ne kadar haklı olduğundan emin değilim. emin olsam bile ne yazar, ona ıhlamur yapsam, o gelecek diye brovni hazırlasam ne yazar. bir kutsal kitapta (incil'de) düşmanınıza karşı sevgiyle yaklaşmalısınız, demez mi? der:) bak, iki dakkada dedikodu yaptık.
sen tezine odaklan şimdi.don kişot'u kırkında da okursun. n'olur yani? hiç.
öpüyorum çok ve bittabii sevgiler.
koray,
hmmm, adıyla sanıyla, saf, barışçıl bir ikinci bir şahsiyete daha sahip olmak ve onunla konuşmak neden ahlaka aykırı olsun. bana kalırsa, ahlaklı olmanın önkoşulu, kendine dışardan bakmak ve ikinci bir şahsiyetinle kendin, hayat konusunda konuşmak. dün gazetede bir yazı okudum, erdem hakkındaydı ve ben ezberlenmiş kavramların tozunu silkip, onları başka bir gözle görmemizi sağlayan yazıların hastasıyım. dur, gazeteyi bulayım... hah, radikal'de akif beki yazmış. vicdan, erdem, adalet'ten bahsediyor. "pısırıklık, erdemin parlak cazibesine büründüğünde, söyler misiniz ne yapsın erdem?" diye soruyor. yazısının temelini de birikim dergisinde çıkan, devrimci bir ilahiyatçı olan dietrich bonhoeeffer'in yazısı oluşturuyor ( akif beki, AKP'nin metin yazarlarından biri değil mi?). demiş ki D.B. "erdemli adam, etrafını çeviren haksızlığa karşı gözlerini ve ağzını kapatmıştır. sorumluluk alıp lekeleneceğine, hiç bir şey yapmamayı yeğler. (...)erdemlileri hep kendi işlerini takip ederken görürüz." yazar diyor ki, dertsiz başlarına iş almamak, düzenlerini durduk yere bozmamak için kokmaz, bulaşmazlar. işlerine bakarlar!
eğer sizinle (seninle) çağrışım oyunu oynuyor olsaydık, aklımdan geçen saroyan'ın "ödlekler terbiyeli in sanlardır ve bir o kadar da düşünceli... ödlekler iyidirler, ilginçtirler, kibardırlar; bir kuladen insanların üzerine ateş etmeyi asla düşünmezler." sözünü de söylemek isterdim ve böylece burada deminden beri yazıp durduğum şeylere, biraz baharat katardım.
niçin yazdım bunca şeyi; ahlak dediğimiz şey de epey karşık bir mevzu ve sizin asla ahlaksız olmadığınız.
ve sevmek konusu geçti geçenlerde çocuklarla yemek masasında. bora'nın atakan'ın akvaryumuna aldığı balık 15 gün sonra öldü. atakan, üzülmediğini, onbeş gündür tanıdığı bir canlı öldü diye de üzülemeyeceğini söyledi. bora da insan böyle bencil bir yaratık, hep kendini merkeze alıyor her konuda, dedi. küçük bir balığın, canlı olarak filden ya da balinadan daha az değerli olduğuna nasıl karar veririz. canlılar, sadece canlı olmakla eşittir ve böylece sevilmeyi hak eder. atakan bu aralar mevlana okuyor da, ben de tasavvuf inancına göre de, tanrının sureti, yeryüzünde olan bütün canlılarda vardır. bu nedenle tasavvuf inancına göre, tanrının suretini taşıyan her canlıyı sevebilmeliyiz ve onları eşitimiz kabul etmeliyiz. atakan'dan daha yumuşak kalpli ve hayvanlara düşkün olan arçil, atakan'ın kendini yeterince ifade edemediğini düşünüp, yine onun tarafını tuttu ve ne olursa olsun ben de kısa süre tanıdığım bir canlının ölmesine o kadar üzülmem, dedi. ama bugün akvaryumda öldüğünü gördüğümüz dün alınmış balık için çok üzüldü ve okula giderken, bana sarılıp, iyi misin, diye sordu.
böyle işte. panço ile birbirinize iyi bakın.
sevgiler.
erhanbey,
ne yazarsanız yazın, tuhaf bir gülümseme ile okuyorum sizi. yani dünyaya bakışınızda, kendinize bakışınızda bir ironi varmış gibi.
elbette gülümsememin nedeni, "çekik gözlü güzel kadın" da olabilir:p
ben, böyle gülümseyince, geyiğe teşne bir hale de kayıyorum ve ooo erhan bey, eğer öylece görebildiyseniz manzarayı, gerçekten hayalet olmalısınız, çünkü ev, 9. katta, gibi, iğrenç, salakça bir söz içimde dolaşıyor. affedin beni bunu dedim diye.
hadi tekrar size dönelim. şu, cebinde cep kanyağı ile dolaşma hali bana çok ama çok yakın. bunu anlıyorum. nasıl anladığımı anlatırım belki bir gün. sizin çok, ama çok seveceğiniz bir hikaye.
ama erhan bey, bakın yine gülüyorum, hani şu şişeyi, yerden alıp konteynıra koyuyorsunuz ya tekrar. belki sizi en iyi ifade eden hal budur. siz başka türlü olamazsınız. iyi birisiniz. kamu mallarına zarar vermezsiniz, atıyorum, intihar ederken elektrikleri söndürüsünüz, boşuna yanıp durmasın diye, ne bileyim. bir insan size tümden ve yürekten güvenebilir. diyelim elimde evraklar var, on yıl sonra arçil'e verilmesi icab eden. aklıma ilk siz gelirsiniz, alın, saklayın, on yıl sonra nerede olursa olsun arçil'i bulun, ona evrakları teslim edin, diyebilirim.
ne diyeceğim, dün rüyamda soulemama'nın memleketindeydim. ona ziyarete gitmişim. yanda linki var görürsünüz. öyle güzel, öyle yeşil bir yer ki, doğa sanki kendini terbiye etmiş gibi burada (rüyamda böyle diyorum ama uyanınca kendini terbiye etmiş bir doğanın hoş olmayacağını düşündüm), cennet gibi (rüyamda da böyle diyorum ve böyle dedim diye bakın rüya nasıl gelişiyor) soulemama'nın balkonunun çıkıntısı bir tür haç şeklinde, böylece balkondaki kitaplığı yağmurdan koruyabilmiş ama bizim için uygun değil, diyorum bu biçim. soulemama ve arkadaşları, müslümanlardan korkuyorlar ve hemen hepsinin bir tür terorist olduğu yolunda endişeleri var. ben onlara islamın çok barışçıl bir din olduğunu anlatmaya başlıyorum. sözlerimin kanıtı olarak, onlara bir dua okumayı planlıyorum. gele gele aklıma suphaneke geliyor. bu duayı okuyorum. yahu hiç değilse fatiha'yı okusan ya, diye de kendime kızıyorum bu arada. ama dua işe yarıyor ve müslümanlar konusunda fikirlerini tümden değiştiriyorlar. ve beni çok ama çok seviyorlar. ancak gitme zamanı geldi, diyorum. olimpos'ta, antik kalıntılardan denize giden yol var ya, o yoldan yürüyoruz rüyamda. ama aralatrında, kocaman, sarışın bir adam elimden tutmuş ve ben neşeyle uçurtmaymışım gibi havada uçarak gidiyorum.
böyle işte. ne matrak, değil mi?
sevgiler.
elif,
hoşgeldin? nasılsın? çok özlemişim seni. tuhaf bir kadınım evet ama sen niçin öyle olduğunu düşündün? yani hangi tuhaflığımı farkettin şimdi:)ben de seni seviyorum. sahiden.
öpüyorum çok seni, kucak dolusu sevgiler.
seren,
okuyun elbette. hem alın, dursun kitaplığınızda don kişot, bugün değilse bir başka zaman okuyabileceğiniz, okuduğunuza pişman olmayacağınız bir kitap.
siz böyle sizi seviyorum, diyince çok, çok hoşuma gitti. bizi seveni sevmeye eğilimliyiz. ben de sizi sevmeye şimdiden çok hazırım. ama bakın, dün gece don kişot'ta güzeller güzeli marcela'nın sevgi konusunda çok hoş bir konuşmasını okudum. sanırım bu bölüm kitapta en sevdiğim bölümlerden biri olacak. eğer alırsanız kitabı, siz de okuyun, bakayım, sayfa kaçtaymış?... 122-124 arasında. marcela, ilk feminist karakterlerden biri bence. bakalım siz ne düşüneceksiniz.
sevgiler.
şeniz,
ben de köpeklerden korkmam, hem de çok severim. ama onlar ormanı korumakla görevli bekçi köpekleri ve ben ormana giren biriyim. onlarla aramızdaki ilişki eğer bozuk başlarsa bunda hatalı onlar değil, ta başından ben olacağım. onlar işlerini yapıyorlar neticede. ama sen gelsen, hadi, gidiyoruz, desen ne hoş olur, hemen gelirim seninle.
o iki ölü olayı gerçek büyük ihtimalle. ama ayrıntısını bilmiyorum. büyük ihtimalle şehirde başlayan bir husumet, ormanda son bulmuş. benimle şehirde kim husumet içinde olur? komik olur bu, bana düşman birinin olması. neyse, fatma hanım geldi şimdi. yine geç geldi. misafiri varmış. ona hiç kızamıyorum.
öpüyorum seni ve sevgiler.
ya, verdiğim yanıtları tekrar okuyunca, dediler, dedimlerin eksik, cümlelerin de epey hatalı olduğunu farkettim. affedin beni ve niyet ettiğim şekilde, eksiklerimi tamamlayarak, yanlışlarımı düzelterek okuyun, olmaz mı?
Tuhaf dedim, çünkü tuhaflıkları çok severim ben :) Sen de tuhafsın, çünkü en sıradan şeyleri bile insana keyif verecek şekilde yazıp upuzun bir yazıyı okutabiliyorsun bir insana. Ve bir de yazma isteği uyandırıyorsun bende, ki bu benim için çok önemli bir şey :) Kendinle ilgili tespitlerini açık açık, yalansız dolansız anlatmanı çok seviyorum. Hem neşelisin hem hüzünlü. Tuhafsın işte :) Ama güzel tuhaf :)
ooo kutsal sözler bunlar elif:) teşekkür ederim. n'apacaksın, elimdeki malzemeler bunlar, ancak bunlarla, bu şekilde yazabiliyorum. o halde, elimdekileri iyi değerlendiriyorum, tuhafım, hem de güzel tuhaf ve sen beni seviyorsun! şahane, başka ne isterim ki?
öpüyorum çok ve seni gördüğüm her seferinde aferin demek geliyor içimden. aferin sana, elif!
o güzel yanaklarından öperim.
Ben bu aralar, sıkıldıkça seni okuyorum Peri, biliyor musun? Arşivde dolanıyorum, yazdıkların beni rahatlatıyor, kafamı dağıtıyor.
Kaç zamandır, Endişeli Peri'ye yazdığı için teşekkür edeyim diyorum, ama bir türlü doğru zamanı yakalayamıyorum. Artık ertelemeyeyim dedim.
bir arkadaş
oynamak zıplamak ve yaşamak için çok önemlidir
bir battaniye atar üstüne üşüdüğünde
ama sen geçirip kafana battaniyeyi korkutursun onu
- aman tanrım hayalet
hayat bir yangın tatbikatıdır şimdi
hani askerdeki gibi
bir kova su boşaltılır kafana
saç kurutma makinesi çalışır
sigorta atar
sahile inilir o zaman dalgalar ürkütülür
ay kükrer
kiraz çalmaya kışkırtır sizi
ve ezersiniz bir izmarit gibi bahçede uyuklayan köpeğin rüyasını
ve havlayışlar bir saçma gibi saplanır bekçinin uykusuna
neler yoktu o çalınmış kirazda
günler sonra köpeğin yarım kalan rüyasını siz tamamlarsınız
sonra
bekçinin karısının doğurduğu kızcağızın kırmızı dudağından
çalınmış kirazların kekre tadını emer bir delikanlı
ölmüş olanlarla sevişmek nasıl mümkünse
doğacak olanlarla da sevişmek mümkündür artık
bir arkadaş
oynamak zıplamak ve kiraz çalmak için çok önemlidir
celeron,
ne tatlısın, yani öyle iyi geldi ki sözlerin bana şimdi. ne diyeceğimi bilemiyorum. peki dolaşırken, bir tarihi süreç içinde bir değişim de olmuş mu, ne dersin? değişmiş miyim)
öpüyorum seni, çok, çok sevgiler. sen de bana iyi geliyorsun.
canım arkadaşım torkunç,
ne hoş bu böyle. nedense şaşırıyorum sen böyle şeyler yazınca. hayır hayır, şaşırmam kötü bir şey değil. yani, türk siyasi tarihinden bahsediyorsun, şaşırıyorum, bilardodan bahsediyorsun şaşırıyorum, ahmet kaya seviyorsun şaşırıyorum, şiir yazıyorsun şaşırıyorum.
ne güzelsin. insan seninle oynamak, zıplamak, kiraz çalmak istiyor.
sevgiler çok.
Yorum Gönder