Kırmızı
Yemek yapmayı hiç bilmezdim. Uzun süre de yapmam gerekmedi. Aç kalmayacak kadar ve lezzeti şansa kalmış yapabildiğim yemek sayısı zamanla arttı. Yemek yapmayı ben Hatice ile öğrendim. Hatice’nin sofraları kadar, yemekle birlikte sunduğu zarif karakteri de çok hoşuma gidiyordu. Yemek dolayımında bir geleneği de sürdürüyordu ve onu izlemek, şu hızlı, birbirine dönüşen, birbirine tahvil edilen, keşmekeş, karmakarışık dünyada sakin, sade güzel bir şeydi. Bora ile yaşarken ben bir evin hanımı oldum. Her ne kadar bu bana zor geldiyse de tepki duydumsa da, daha ilk günden böyle oldu bu ve ben de ne kadar hazırmışım ki içten içe bir evin hanımı olmak konusundaki tüm önyargılarımı bıraktım. Yemek yapmayı, dikiş dikmeyi istemeyi, bir evi düzenlemeyi, temiz tutmayı önemsedim. Bunların hiç birinin, kafası çalışan okur yazar bir insanın kişiliğine halel getirmediğini öğrendim. Hayalim, Hatice gibi sofralar kurmak ve eğer mümkün olursa onun gibi bir blog hazırlamaktı. Evet, yapmak istediğim şey bir yemek bloğu yazarak, o sırada yemek yapmayı iyice öğrenmekti.
Şimdi fena yemek yapmıyorum, iyice de pratikleştim bu konuda. Ancak, en sıradan, günlük sofrayı kurarken bile içimde hala yemeğin fiyasko olduğu endişesini yaşarım. Yemek yapmak asla ezberlenmiş, kanıksanmış bir eyleme dönüşmedi. Her gün her yemek masasında ilk lokmayı alanların yüzlerine bakarım; “Nasıl olmuş? Çabuk, çabuk... Nasıl olmuş!” Bora yalandan ya da incelik olsun diye iltifat eden biri olmadığı için onun tutumlu övgüleriyle artık fena da yemek yapmadığımı biliyorum. Hatta bora bazen annesi kadar güzel yemek yaptığımı söyler ki, bu konuda duyulabilecek en büyük iltifattır. Yaşasın!
Dün bütün günüm mutfakta yemek yapmakla geçti. Atakuş’un pazartesi olan doğumgününü dün kutlayacaktık ve babaanne ile büyükbaba da davetliydi, ki biliyorsunuz, onlar gelecekse gün neredeyse panik sınırında geçer benim için.
Mavi
Temizlik için Fatma Hanım gelecekti. Fatma Hanım, zayıf, kısa boylu, küçücük bir hanım. Daha önceki temizlik mesailerinin çoğunu hastalanarak yarıda bırakmıştı. Kovaları, bezleri, deterjanları ortada bırakıp, "başım ağrıyor, gidiyorum ben" deyip, çekip gitmişti. O çalışırken sürekli, ona bir şey olacak, midesi tutacak, başı ağrıyacak, diye yüreğim ağzımda, "nasılsınız, iyi misiniz? diye sorup duruyorum. Erzurumlu, Kürtçe şiveyle konuşuyor ve onun konuşmasını çok sevimli buluyorum. Temizlik zamanları dışında da ziyaretime gelir; aşağıda onu sorgulayan güvenliği, “arkadaşım o benim” diyerek ikna eder. Ben ona çay demler, evde kek yoksa çok sevdiği halley’leri hazırlar, yakın akrabalarının hastalıkları, çocukları için duyduğu gelecek endişesi, eski, gençlik zamanlarına ilişkin hikayelerini dinlerim. Zevkle. Çok tatlıdır konuşma biçimi ve anlattığı olayların hep komedi taraflarını abartır. Çok gülerim. Arkadaşız artık! Çaydan sonra bahar marka sigarasını yakar. Kapkalın kaşlarının altında iri, kara gözleri, küçük çenesi, küçük sevimli yüzü öyle tatlıdır, kendisi öyle küçüktür ki içimden hep sarılmak geçer.
Dün evin temizliği konusunda ona güvenmişken, sabah gelmedi. Onu aradığımda kızının biraz midesinin bulandığını bir ara uğrayacağını söyledi. Aman Allahım! Kayınvalide sözünün onun zihninde olan sert yankısına güvenerek, ama akşama kayınvalidem gelecek, dedim. Ben, eğer gelmezse, temizlik yapmaya da vakit kalsın diye hızla yemek yaparken 11.30 gibi gelip çalışmaya başladı. Temizlik yapmayı pek bilmiyor ve diyelim bir masayı mı sildi, "gel bak, güzel silmiş miyim?" diye beni çağırır, gözlerini kocaman, merakla açarak vereceğim cevabı bekler, çok güzel silmişsin, sözünü duyduktan sonra, rahatlar, sehpayı silmeye geçer.
Yeşil
O uzun uzun sehpayı silmeye başlamışken ben mutfağa yemeğe döndüm. Hatice’nin sofrası kadar profesyonel bir bilinçle olmasa da, o kadar yemeğin yenmeyeceğini bile bile, bir kutlama olduğu havası da vermek için çok yemek yaptım. Yemek listesini de blogları dolaşark oluşturdum. Yine fotoğraf yok ne yazık ki.
* Barbunya pilaki
* Zeytinyağlı pırasa (bu yemeği az yaparım, çok da güzel yaparım nedense.)
* Kısır (Bora'nın annesinin kısırı sevmesi çok hoşuma gider. o geldiği zaman ya da ona yemek göndereceksem mutlaka yaparım.)
* mevsim salatası
* Sade süzme yoğurt (Bildiğimiz yoğurdu bir gece önceden tel süzgeçte, iki kat kağıt peçeteye koyarak süzdürüyorum.)
* Sarımsaklı domates soslu karışık kızartma
* Patlıcan dizme (ben ocakta değil de fırında yaptım.)
* Patatesli köfte (arçil patlıcan sevmez. patatesli yaptım ona)
* Pilav (pilav kadar matematik oranına uyulunca illaki güzel olan bir yemeği yapmayı neden o denli önemserler ya da kötü pilav yapabilirler hiç anlamıyorum.)
* Beşamel soslu karnabahar (ben beşamel sos için 2 YK tereyağı, 2 YK un, 2 SB süt oranını kullanıyorum. unutmuyorum böylece.)
* Peynirli börek
* Kuru meyveli kek
* Limonlu kek
* Mücver
* Meyve, çay, soğuk içecekler, dondurma
Bora işinin yoğunluğu nedeniyle pastaneye uğrayıp pasta alamadı. Ben de yemekten hemen sonra, mikrodalgada kısa sürede olan *brownie yapmayı ve maraş dondurması ile servis etmeyi planladım. Ama herkes o kadar çok doymuştu ki gerek kalmadı. Hem Bora doğumgününde o pastalı, mumlu ritüelden hiç hoşlanmaz.
Babaanneler de tatlı getirmişti. Çok şükür yemekleri beğendiler:)
Turuncu
Atakuş’a hediyelerini verdik. Arçil, kocaman, ışıklı bir yerküre verdi. Atakuş tarihi, coğrafyayı, haritalara bakmayı seviyor çünkü. Ben, çizgili bir gömlek ve aynı gömlekle giyebileceği kırmızı ve gri iki kazak, babaanne bir gömlek ve hırka, bora da atakuş’un amcasının yıllar önce hediye ettiği national geografik akvaryumu içine koymak için 4 adet balık! Bora bana bir sürü renkli firkete ve renkli saç bantları da almış. O beni çocuk sanıyor hala. İşin tuhafı ben de öyle sanıyorum. Anlaşıp gidiyoruz böyle:p
Gri
Televizyonda dizileri yokmuş babannelerin bugün, popstar-alaturka yarışması varmış. Gece geç saatlere kadar onu izledik. Jüride Bülent Ersoy da vardı. Elbette büyükbaba, gelmiş geçmiş en büyük ses sanatçısının Zeki Müren olduğunu söyledi yine:) Gece boyunca da inançla tekrarladı bu sözünü. Münir Nurettin Selçuk’u da çok beğenirmiş. Bir kez konserine gitmiş onun çocukken. Bora, onun çok doğru bir makamla şarkı söylediğini, ama çok da iyi bir yorumcu olmadığını söyledi. Babaanne Zeki Müren’in konserine gitmiş, o konuda kocasına hak verdi:) Bora daha çok balıklarla, akvaryumun motoruyla uğraştı. (Bora yere oturmuş akvaryumla uğraşırken Tina da sehpanın üstünde uslu uslu oturarak Bora'yı dikkatlice izledi. Babanne'ye göre, daha sonra balıklarla daha yakın bir ilişki geliştirmek için akvaryumun tüm aksamını öğrenmeye çalışıyormuş:) Biz babaanneyle, ünlülerin dedikodusunu yaptık. Jürideki Gülben Ergen’i pek beğendim, ne kadar güzelleşmiş. Eskiden böyle güzel değildi. Sarı saç çok yakışmış. Gerçekten. Babaanne elmacık kemiklerine müdahale ettirmiş olabileceğini söyledi:) Ne yaptıysa artık çok hoş bir hatun olmuş. Bora, onun her zaman güzel bir kadın olduğunu söyledi. Nereden aklına geldiyse Bora'nın, Seyyal Taner’i sordu annesine:) "O da geçenlerde gördüm (TV’de elbette), biraz kilo almış, çok da yaşlanmış, ama şarkı söylerken yine öyle zıp zıp zıplıyor," dedi. Armağan Çağlayan’ı hiç birimiz sevmedik. Büyükbaba'ya göre onun zevzeklik yapmak dışında hiçbir yeteneği yok.
Aa unutuyordum, Bora müthiş bir şey söyledi.
Mor
Bak işte, Arzu yine “Bora” dediğim için ve ona hayranlığımı belirttiğim için kızacaksın bana, ama hak vereceksin duyunca. (Arzu adında bir ziyaretçim var. Bana biraz, Bora’ya ise oldukça fazla sinir oluyor. Bora’nın iktidarına, herrr konuda kararı Bora’nın almasına, iki kitap okudu diye benim ağzı açık ayran buladası gibi ona hayran olup tüm kararlarını uyguladığıma, yazılarımda sürekli Bora da Bora, Bora da Bora dediğime, bu sitede asıl kahramanın, oh olsun bana, Bora olduğuna ve kendimi değersiz bir figuran rolü yakıştırdığıma, Bora’nın, arkadaşı Serhan’ın da zaten göle girmemesine ve yola çıkmak gerektiğine karar vermesine:)... Oo daha neler neler... “poaça” sözcüğünü bile yanlış yazdığıma, doğrusunun ise“poğaça” olduğuna ilişkin bir sürü şeye..:) Burayı sizden bile daha sıkı takip ediyor ve inanılmaz bir dikkatle okuyor. İtiraf etmem gerekirse haklı olduğu noktalar var. O, yorumlarını yayımlamadığım için çok bozuluyor bana, ama öyle sinirli ve öyle büyük bir nefreti var ki, bu da haklı olduğu noktaları görmezden gelmeme neden oluyor. Oysa sakince konuşsa, hatta buradan yola çıkarak meseleyi kadın erkek ilişkilerine getirse, hep birlikte konuşurduk. Ama ben yorumlarını önce gözlerim faltaşı gibi açık okuyor, sonra da basıyorum kahkahayı. Sevmiyor muyum? Yoo seviyorum Arzu’yu. Şerefe! Ancak biri bana sesini yükselttiğinde, ağzından tükürükler sıçratarak bir şeyler söylemeye başladığında, ben sözcüklerle tüm ilişkimi kesiyorum, duymuyorum onları, eğer karşımdakinin bu tavrını çirkin bulduğumu aynı volümle bağırarak ifade etmiyorsam, arkamı dönüp gidiyorumdur.
Arzu’nun bilmediği şu: Ben Bora’yı anlatırken bile aslında kendimi anlatıyorum. Hatta ne kadar pes perdeden ne kadar görünmez olursam, o kadar iyi. Ne büyük kurnazlık! Cinler’de Dostoyevski hiç hoşlanmadığı bir yazardan, bir yazar tiplemesinden, orta halli yazar karakterinden bahseder. Çok da güzel anlatır. Öyle hınzır bir alaycılığı var ki çok güldüm o bölümde. Karmazinov’dur bu karakterin adı. Efendim, bu karakter bir yazı yazmış; İngiltere’de batan bir gemiye ilişkin gözlemini anlatıyormuş yazısında. Her şeylerini yitiren insanların kurtarılışlarını, boğulanların cesetlerinin denizden çıkarılışını, filan. Çok kalabalık sözcüklü, uzun bir yazıymış bu. Ancak diyor ki Dostoyevski –ya da onun diğer kahramanı- “yazı tümden kendini öne sürmek için yazılmıştı; apaçık ortadaydı bu. Yazar satırların arasından şöyle fısıldıyordu sanki: Yalnızca benimle ilgilenin, o anda nasıldım, ona bakın. Burada yazdığım, deniz, kasırga, ölüler, ölü kolları arasında ölü çocuğunu sıkı sıkı tutan şu kadını boşverin. İyisi mi bana bakın siz. Bu görüntüye dayanamayıp arkamı dönmeme bakın, bakın nasıl dehşet içindeyim, bu daha ilgi çekici değil mi?” Her ne kadar Bora bir gemi enkazı kadar çarpıcı bir ön görsel sunmuyorsa da, Bora’yı anlattığım satırların arasından kendi karakterim fısıldar durur: "Şşşt...bana bakın".
Elbette karikatürize ediyorum şimdi kendi halimi, hatta biraz da haksızlık ediyorum kendime. Ancak böylesine sıradan bloglar bile başka bir okumayı gerektirir. Hep bir yerlere giden ve bunları yazan bir hanım yazarın, aslında evdeki yalnızlığına dayanamadığını anlamazlıktan gelirler; içleri titreyip, gözleri dolmaz. Çocuğunun üstüne titreyen bir başka blog yazarının, çocuğuna karşı şefkati nispetinde kendine karşı nasıl bir şiddet geliştirdiğini de okumazlar. Her blog yazısının bir de gölge yazarı olduğunu, satırlar ne derse desin, gölge yazarın bir başka yolu tutturduğunu… Neyse. Halden anlamak, bazen anlamazlıktan gelmek, birazcık şefkatli, anlayışlı olmak gerekir. Diyelim bir okur olarak gölge yazarın yazısını keşfettin, ne o "buldum! buldum!" diye çıngar çıkarmalar. Biraz zarafet, biraz olgunluk, biraz arkadaşça, dostça konuşmak ya da incelikli bir kaç destek sözü yazmak, olmadı sessiz durmak zor mu, yahu! Tamam, Bora’nın iktidar sesini duymuşsun bu satırlarda. Aferin sana! Bunu keşfetmek hem fazla bir zeka gerektirmiyor ki! Ben bunu bizzat, göstere göstere yapmıyor muyum? Evet, elbette öyle yapıyorum, saf mıyım ben! Hem Bora’yı anlatırken aslında kendimi anlatıyorum ki, insanın kendi iyiliğini söylemesi ne kadar kabaysa, sevimsizse, bir başka karaktere ilişkin sözcüklere ayna tutup kendini anlatması daha terbiyelice bir şeydir. Ama yine de, yine de, yorumlarını kıskançlıkla sadece kendime saklayacak kadar sevimli buluyorum. Sözlerinde haksız mısın? Yoo, ama haklı olmanın, matah bir şey olduğunu mu sanıyorsun? Cık! Değil.
Pembe
Nerede kalmıştık? Hah işte, Bora müthiş bir şey söyledi; fıstık yeşili tüylü, dekoltesi abartılı elbisesinin üstüne çingene pembesi ceket giymiş Bülent Ersoy’a bakarken bakarken, “onun yerinde ben olsam, takım elbise giyerdim,” dedi. İnanılmaz! Böylece Bülent Ersoy bu cinsiyet değiştirmelerin, bu kadınlaştıkça frapanlaşan, frapanlaştıkça, dönüştüğü cinsiyetin karikatürü gibi duran bu hallerinin dışında ve üstünde olacak, bize nanik yapacak, cinsiyetlerüstü bir “diva”olacak! Bu, cinsiyet organlarına, seksüel organlara indirgenmiş ve o noktada kendini görünür kılmaktan hoşlanmıyorum aslında ben. Leonard Cohen’in “Görkemli kaybedenler” kitabında dediği gibi, “kahrolsun genital organların iktidarı, omuzlar da orgazm olabilir!” tam olarak demek istediğim bu değil ama, benzer bir şey (çünkü, açık radyo’da Naim Dilmener, İskender Doğan programı yapıyor bugün. Kan ve gül çalıyor şu an. Çok hoş. Dikkatimi dağıtan bu. Bu konuyu burada keselim şimdi, sonra canımız isterse döneriz). “Evet evet çok hoş bir fikir bu," diyerek Bora'ya hayranlığımı sundum:p Bülent Ersoy’un takım elbiseli olacağı bir reklam filmini düşündüm, müthiş sükse yapardı. Bora’nın muzırca dediği gibi, istiyorsa gömlek düğmelerini yukarıdan açabilir dilediğince yine.
Siyah
Ne kadar dağıttım, dağıldım; hızla sona geliyorum: Ben kanepede hanım hanımcık otururken, zamanla ayağımı kanepeye uzatmaya, üstüme battaniye çekmeye başladım ki, aa uyuyakalmışım. Arada gidelim falan filan diye sohbet duyunca uyanıp bu gece kalsınlar diye ısrar ettim. Kaldılar. Allahtan nevresimleri yeni değiştirmiştim.
Sabah uyandığımda onlar kalkmıştı. Bora da son bardakları filan makineya koyup, çöpleri dökmüş. Hemen çay koydum ama kalmadılar kahvaltıya. Ben de tencerelere onlar için yemek koydum, götürsünler diye.
Az önce Bora arayıp akşam için teşekkür etti. Ne kadar hoş, zarif bir davranış. "Ne demek, her zaman beklerim annenleri. Hatta gelecek Cuma Arnavut ciğeri yapayım, davet edelim, dedim. Bakalım yapacak mıyım?
Pardon, Tina geldi şimdi, yemeğini servis etmem lazım, çok kızar.
Cumartesi, Ekim 10
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
30 yorum:
Ne güzel bir renk cümbüşüydü :)
Biliyor musunuz?, ben sizi okurken anlattığınızı gözümde canlandırabilmeyi çok seviyorum. Mesela, sizin koltukta uyuya kalışınız veya Fatma Hn. sigara içişi gibi. Babaannenin sesini bile duyabiliyorum ve bundan çok keyif alıyorum :)
Sevgiler.
Evet, önyargılı olabiliyorum uzun yazılara karşı. Üstüne bir de yorgun oturduysam bilgisayarın karşısına şansı yok uzun satırların. İstisna oldu bu! Hiç gözlerimi ayırmadan okudum. Gözlerimle çizdim bazı satırların da altını. Yemek de pişirdim, büyük kahverengi gözlü ablayla sigara da tüttürdüm, gece de battaniye getirdim içerden üstüme. Bora Bey'e hürmetler, Atakuş'a tebrikler, renklere selamlar, sana ise gerçekten en içten evcil sevgilerimle...
Peri,ne guzel anlatiyorsun..
Atakus'un dogum gununu kutlarim..Her sey istedigi gibi olur insallah..
Arnavur cigerini bende , oglum da cok severiz, belki bende yaparim:)
Sevgiler..
çok güzel yazmışsın yine.
Pericim,
Arzu'ya dair yazdıkların aklıma takıldı. Sonra da Bora'ya dair hislerim üşüştüler. Biliyorsun ki seni çok seviyorum ben. İşte o yüzden de Bora'dan korkuyorum. Evet, evet, çekiniyorumdan ileri bir şey bu. İktidarını hissettiğim için korkuyorum galiba. Çok sert bir iktidarı var gibi geliyor. Bilmiyorum. Belki hep vurguladığın aşırı dürüstlüğünden dolayı böyle.
Bir de bazen kırılıyorsun ya... Benim gibi kırılıyorsun gibi geliyor. Benim kadar. O zaman benim gibi ağzını bir şey söyleyecekmiş gibi hafifçe araladıktan sonra vazgeçip, gözlerini yere eğiyorsun gibi geliyor. Bir süre konuşmuyorsun. Alakalı alakasız bir sürü şey geçiyor aklından gibi geliyor bana. İşte öyle oluyorum ben; sen de öyle oluyorsun. O yüzden de korkuyorum galiba; öyle olmasın istiyorum. Ama oluyor. (Çok çocukça bir yazı oldu sanırım)
marruu
öykücü hoşgeldin! nasılsın? arzu'ya gıcık filan olmuyorum ben! hatta insanın, düşündüğünü böyle düpedüz söyleyen bir arkadaşı olmalı. hani şeydeki gibi, the adventures old christine adında bir dizi var ya cnbc-e'de, christine'in siyahi (bana, siyahi demek zenci demekten daha kabaymış gibi gelir. bazen gösterdiğimiz nezaket daha inciticidir, ne dersin?)arkadaşı buna benzer bir karakterdir, ama arkadaşı ne şapşallıklar yaparsa yapsın onun yanındadır. arkadaşlık da böyle bir şey değil mi? senin zaafiyetlerini, saçmalıklarını görür, doğrudan da der bunları ama senin yanındadır hep.
arzu'nun yanımda değil de karşımda olması ve belki de tespitlerinin ancak bir genius'un yapacağı tespitler olduğunu sanmasından pek hoşlanmıyorum.
neyse, neyse. geçmiş hikayelerden bahsetmiyorum bu aralar ve sanırım unutuyorum da hızla. unutmuyorum da, geçmiş hakkındaki o ezberlenmiş duygularım kayboluyor ve yeniden tarif ediyorum zihnimde onları. yani geçmiş zihnimin içinde tekrar tekrar değişiyor. o değişirken de yazılabilir olmaktan çıkıyor. bir şeyin yazılabilir olması için, onun bir fotoğraf gibi sabitlenmesi gerekiyor galiba. önümde duran şu kahve fincanı kadar olmuş, bitmiş, durmuş olması gerekiyor ki ona bakışın anlamlandırılabileceği kadar bir konsantrasyon sağlanabilsin.
neyse ya. bazı imgeler, hani dediğin gibi şu, dışarıda yağmur yağarken bir arkadaşla sohbete dalma imgesi gibi imgeler ne kadar evrensel. bu imgeleri toplasak tüm dünya insanlarının kardeşliğini ilan edebiliriz gayet rahat.
teşekkür ederim. ben de öpüyorum çok.
ruhdağı,
eğer gözünde canlandırabiliyorsan, ki bu benim değil de senin yeteneğin daha çok, ne hoş bir şey oluyor bu. yani gerçekten konuşabiliyoruz, anlaşabiliyoruz, demek bu. çok, çok iyi bu. konuşabilmek, arkadaşların konuşmasının duygusu bizzat bu işte.
konular öyle karmakarışıktı ki eğer yorum yazmak isterseniz, diyelim turuncu yazıp dilediğinizi söyleyebilmeniz ve daha kolay anlaşabilmemiz içindi. her şey daha kolay konuşabilmek için!
:)
sevgiler çoook.
canım sardunya,
evcil sevgilerini, birazdan başlayacak ev toparlama mesaisine başlamadan önce son demli çayımı yudumlarken, kucağımda yatıp sıcak karnını bana dayamış tina ile birlikte minnettarlıkla kabul ettik. bu sabah hava nefisti, çok, çok hoş bir rüzgar esiyordu. rüzgar ne neşe veren bir şey. ancak yüksek nem oranı nedeniyle hava sisli ve ada hemen hiç görünmüyor.ama güneş ormanın arkasından doğduğu için ağaçlar bir kabartı halinde ve bununla yetinebiliriz. dün gece ormandan gelen çam kokusu çok yoğundu. demeye çekiniyorum artık, ama ben referanslarına saygılı biri olduğum için, ağaçların bu gölgeli kabartılarına da akşam ki çam kokusuna da beni davet edenin bora olduğunu söylemezsem, bir tür algı hırsızlığı yapmış gibi hissediyorum kendimi.
ankara da ne güzeldir şimdi. güzel mi?
teşekkürler ve öpücükler.
aysin, teşekkür ederim. arnavut ciğerini yapabilmek için bora'nın unutmazsa perşembeden ciğeri getirmesi gerek. çünkü burada ciğerci filan yok. artık siparişleri bora'ya söylüyorum. hatta daha düzenli biri olsam, buzdolabının üstüne bir sipariş kağıdı hazırlamam gerek. burada marketler var ama benim alışverişten zevk alacağım çeşitte ve kalitede olmuyor çoğu kez.
arnavut ciğerini nasıl yapıyorsun? bazıları temizlikten feragat etmeyip onu önce yıkıyorlar, ama kesinlikle yıkamamak gerekiyormuş. ben süzgece koyup, acı kırmızı toz biber serpip karıştırıyorum onları önce. sonra, hafifçe unlayıp, elime bir avuç alıp ciğerleri hoplatarak fazla ununu silkeleyip, çok kızgın yağa atıyorum. yağda durduğu süre benim için endişe dolu dakikalar, demek. çok durursa sertleşir, az durursa pişmez. genellikle tam zamanında almayı beceriyorum. yanına küp küp doğranmış patatesleri (ki daha önce kızartmış oluyorum) koyuyorum ve bir de bol maydanozlu, tuzda bekletilip ovarak (öyle mi denir?) ve yıkayarak acısını alıp yumuşattığım soğanları koyuyorum.
bir zeytinyağlı yemek daha yapmam gerekir, ama ne? bir de öncesinde çorba. belki ezogelin ya da mercimek, ama ne?
ne dersin? sen de yap, bakalım nasıl olacak?
oğluna da sana da öpücükler.
mersiii, adsız.
armağan, dur, sana ben mail yazayım.
öpüyorum çok. canım.
miso'm benim, canım miso'm. önce şöyle kocaman sarılayım sana. sonra havadan sudan bahsedelim biraz. sohbetin konusu çok ağır ve uzun uzun konuşturur türden. hatta bu sohbetin yanında içki de içsek fena olmaz. çünkü mahrem konular için kapıyı aralayacak bir yardımcı gerekir. tek başına açmak, açıp da uygun sözcükleri gereğince yerli yerine koymak çok güçtür. hem içki, sanıyorum ki mahrem konuların masum bakireliğine doğru anahtarı sağladığı gibi gerektiği gibi kilitlememize de vesile olan bir anlayışı sağlar.
ama sevgili kocamı öpücüklerle, gülüşerek işe uğurlamış, sabah kahvemi terasta, nefis rüzgarla oynaşarak içmişken şimdi bu sohbete nereden başlanır bilmiyorum. gerçekten bilmiyorum. hem en çok da kendim hakkında söyleyeceğim hiç bir şeyin doğruluğuna emin olamam ben. kendim hakkımda seninle konuşurken, ben sanki bir 3. kişiymişim gibi tarafsız olmak ve seninle onu incelemek isterim. bu konuşmada da soru soran senden çok ben olurum. yine de şunu şimdilik ve kısaca söyleyebiliriz ki, ilişkide iktidarı partnerine hediye eden ben, niçin böyle yapmaktayım? niçin eşit bir ilişkiden kaçmaktayım hep? niçin iktidar söylemine sahip bir erkeğin, güçlü de bir karaktere sahip olduğu inancını yaşamaktayım? sevdiği erkeğe göre gardrobunu değiştirir gibi karakterini de mi değiştirmektedir bu hatun kişi? her ne kadar güçlü bir karaktere sahip olsa da, her ilişkisinde bir babanın iktidar sesini mi aramaktadır? baba-kocasının iktidarını hem besleyip hem onunla mücadele etmek nasıl bir zaafiyete işaret eder? bu böyle midir, yoksa bahse konu kişi, çok kitap okumuş da gerçeği şıklık olsun diye çarpıtmakta mıdır?
eğer bir gün karşı karşıya gelirsek, bunları konuşuruz. ama dikkat ettiysen, şunu demek istiyorum, insan ne yaşıyorsa, sorumluluk ona aittir. onun kişiliğinin, tavrının bir uzantısıdır. partnerine bok atmak, zayıf ve sorumluluk almak istemeyen insanların harcıdır. sen de ben de öyle değiliz. bora böyle olduğu için sevilmiş, kabul edilmiş bir karakterken sonra işimize gelmediği için yan çizmek bize yakışmaz, öyle değil mi? bu nedenle bu sohbette yürünecek yol, periliği ile daha naif, endişesi ile daha kırılgan olan hatun kişimizi biraz hırpalayarak, biraz didikleyerek, azıcık canını yakarak ve elbette sonrasında şefkatle sarmalayarak yürüteceğiz. onu sevdiğimizi hep hissettireceğiz her cümlemizin başında ki gözleri dolu dolu olup, içinde bir öfke büyütüp suskunlaşmasın ya da sohbeti çarpıtmasın. öyle yapıyor sertçe köşeye savrulduğunda. hem biz hiç görmedik aklından geçenleri korkusundan diyemeden susukunlaştığını:)
hiç çocukça bir yazı olmamış! hiç! hatta evet sen de bana benziyorsun, en mahrem konuları merakından soruyorsun ve fakat sahip olduğun iyiniyet o kadar belli ki bu karşındakine eşek değilse, her şeyi açık açık konuşması gerektiği vazifesini veriyor.
ben de seni seviyorum ve bunu bildiğini biliyorum canım miso'm. gözlerinden öperim.
Sevgili peri
Evde oturup böyle güzel şeyler yaptığınız ve de bunları bu kadar güzel yazdığınız için suçlusunuz biliyor musunuz. Sizi ne zaman okusam (ki hep okuyorum) eve gidip iş yapmak, çocukları neşe içinde karşılamak, hatta işimi güneşin ışıkları gitmeden bitirebilirsem kanepeye kıvrılıp kitap okumak istiyorum.
Şaka yapıyorum tabi, siz hep yazın yaptığınız ben de iş sonrası katılırım size elimden geldiğince.
Ülker
bunu yapabiliyorsam, yani böyle yapılması gerekeni yaparken neşeyle yapmaya neden olacak bir enerji veriyorsam, çok sevinirim buna. kafamın içinde bana her seferinde şurada yazıyor olmanın anlamını sorgulatan o sinir cin'e karşı elde bir cevabım daha oluyor.
ben de bazen, diyelim temizlik mi yapacağım, şu yanda olan dekorasyon sitelerine açıp bakıyorum. hımm... yastığı öyle değil de şöyle koyarsam daha güzel olur, gibi bir fikir hiç yoktan enerji veriyor.
ya da bazen dilimde sözcükler tümden kayboluyor. neredeyse konuşamıyorum. o zaman şiir okuyorum. sözcükler partiye gelmiş gibi en şık halleriyle arzı endam ediyorlar.
ya da diyelim çok riskli, almasam kesinlikle iyi olacak bir karar mı var kafamda, hayat hakkında büyük laflar eden o çok büyük ama hayatları rezalet yazarlar ne demiş, ona bakıyorum. hayatlarına değil, sözlerine:) sonra böyle ruhum yükseliyor, dünya küçülüyor, her bir şeyi yapabilirmişim, hatta yapmalıymışım gibi hissediyorum. ama neden sonra elbette o büyük adamların hayatlarıyla benim hayatım aynı pespaye acıklı renge bürünür gibi oluyor:) vazgeçiyorum.
şaka şaka. ben de şaka yapıyorum. bugün millet gidince yatakta jale parla'yı okumaya devam ettim. bir süre sonra da güneş doğdu. yatakları yapmak dışında pek bir şey yapmadım. yerleri silsem iyi olurdu ya, oturdum rusça çalıştım. az önce de sebze çorbasını koydum ocağa, kaynıyor şimdi. aa bir de tina'yı fırçaladım. bir baktım, toz toprak içinde, tüyleri tozdan bembeyaz. sepetine oturmuş, suçlu suçlu bakıyor. ne yaptın sen! dedim, çıt yok. fırçasına azıcık şampuan damlatıp sildim, sildim. baktım, yalamaya çalışıyor ıslaklığı, ıslak bir bezle şampuanını aldım tüylerinden. acayip kızdı bana. söylenip durdu. girmesi yasak olan bir oda var, pislik olsun diye oraya girdi. canım, gel hadi, diyorum, nasıl söyleniyor anlatamam. bir de epey tırmaladı tabii. hiç sesimi çıkarmadım artık. şimdi tüyleri pırıl pırıl sepetinde uyuyor:) saat 18.00'de martha stewart var, tam da yemek saatine denk geliyor ama bakalım artık.
böyle işte.
teşekkür etmiş miydim? ediyorum. öpmüş müydüm? öpüyorum.
Sevgili Peri,
Yazınız okurken hissettiklerimi anlatmam mümkün değil. Sizin gibi cümleler kurabilsem denerdim. Ama şunu söyleyeyim bu yazınızla beni hiç beklemediğim başka konularda da motive ettiniz, siz hakikaten "Peri" siniz !
Ülker
çok tatlısınız...
zehra
*sayfanı açınca, KIRMIZI diye bir başlık görünce,Kieslowski'nin "üç renk" i başlıyor diye düşünmüştüm ama yanılmışım,sen daha güzel bir kolaj yapmışsın..
*Bora'yı senin tanımlamalarınla ve gözlerinle seviyorum ben..Sana huzur verdiğini ve yormadığını düşünüyorum.Bazen beklentimiz bu kadar basittir,hatta genelde böyle olmalıdır ama olmuyor..İnsanın şu hayatta galiba en çok huzura ihtiyacı var,üstüne ekstra yük yüklemeyecek hatta yükünü hafifletecek,yormayacak birine/birilerine..İnsanlar beni çok yorar mesela..Enerjimi tüketirler,o kadar veririm ki bana kalmaz..O yüzden en mutlu zamanlarım köpeğimle yürüyüşe çıktığım zamanlardır...İnsanın,özellikle de hareketli ve çalkantılı dönemlerden geçmiş bir insanın biraz durması iyidir..Bu "durmak", yemek yapmaya başlamak da olabilir,etrafında insan detoksu yaparak yenilenmek de..Telaşa gerek yok..
teşekkürler, teşekkürler. ama boşverin bunları şimdi. sözcükler bir kurgudur önünde sonunda. insan sözcüklerle hayatını kurgular. ona yuvayı veren sözcüklerden başka bir şey de değil. yalan demiyorum da, insan, hayata, hayatına yani bir türlü bakmayı seçer. bana öyle gelir ki olan hayatın üstüne hepimiz, olması gerekenin sözcükleriyle geçeriz. bir buldozer gibi geçeriz. insan çok acıklı bir şey. bana öyle gelir. aslına bakarsanız hiç bir şeye inancım yok benim. bir rol beğenmiş gidiyorum işte. siz de öyle. siz de öyle. geçen gün evi mi temizliyordum nedir, başım dönüp durdu. kendimi arıza yapan bir makina gibi hissettim. gövdemi oturttum. hani televizyona bir iki vurursunuz da çalışır ya, kendi gövdeme bakışım öyleydi. makinayı oturtmam, biraz dinlendirmem gerekiyordu, anlıyor musunuz? (şu an bahsettiğim ev kadınlığı, bunun anlamı, değeri filan değil. yemişim değerini filan. şu kadarcık bana dair değil yapılan yemeğin, alınan tozun anlamı.) kendime, hayatıma böyle bir mesafeden bakıyorum işte, onu demek istiyorum. gençken, bazı dertlerle boğuşurken, gelecek için filan doğru olan bir şeyler yapmak icap ettiğini düşündüğüm zamanlarda diyelim, "şimdi ben bu gövdeyi ne yapsam, onu yaşatsam mı, nerelerde yaşatsam, ona nasıl bir iş bulsam, nasıl geçindirsem, nasıl doyursam, nasıl diğerlerinin arasına karıştırabilsem," diye düşünürdüm. olup olacağı işte şu gövdeyi yaşatma eylemi. böyle yaşatıyorum. ona bir ev verdim, çocuk doğutturdum, kitapla, sinemayla, müzikle filan gövdenin biraz zevkli yaşamasını sağlamaya çalıştım. yürüyor işte hayat, gövde.
bugün böyle. canınızı sıktım. ben her ne kadar huzurlu hayat şirketi koordinatörüysem de, sahip olduğum bu bakış nedeniyle, içimde her şeye olduğu gibi buna da duyduğum kuşkularla filan neredeyse rakip bir şirketin ajan çalışanı gibiyim. inançlı bir eleman gibi çalışıp gitmiyorum da hep bir mesafeden bakıyorum. safça da bakmıyorum galiba. onu kayıt ediyorum gizlice. tüm vergi kaçırma, rüşvet, dolandırıcılık hikayelerinin birbir kaydını tutup susuyorum o konularda. benden şüphelenmesinler diye, görmezden gelmiş gibi yapıyorum. (şu an bahsettiğim buraya ilişkin bir şey değil, oraya da, sizin şirkete de ilişkin bir şey. düzen için geliştirdiğimiz bu düzenbazlıktan, bu düzenbazlık için işimize geldiği biçimde tutturduğumuz bakıştan söz ediyorum.)
benim kadar, güvenli bir evin içindeyse de sürekli ölümle burun burunaymış gibi ölümü sık düşünen biri için normal bunlar. ve işte gövde patlıcan kızartmış, kapı arkasını süpürmüş, gövde, hoşgeldin derken gülümsemiş, gövde göğe bakmış... bunların anlamının durduğu kaypak zemini görüyor musunuz?
dün gece amma da rüzgarlıydı. bizim ev 9. katta ve bir dağın eteğinde olduğu için daha da felaketti. terasta bulunan her şey tangır tungur devrildi. çıkıp, birinin başına düşmeden toplayayım, dedim. ama rüzgar zayıf gövdeyi savurdu. "dikkat!" dedim kendime "gövde uçacak."
Sevgili Peri, kitap yazmayı düşünür müsünüz? Bir anı kitabı mesela. Olayları ne de güzel ifade ediyorsunuz.
Naif bir kadın görüyorum yazılarınızda. Kırılgan,hassas ve sanki Reha ile bitmemiş, yarım kalmış bir şeyler...
Temizlik konusuna gelince bence çok yıpratıcı. Biz Türkler biraz fazla mı abartıyoruz yoksa bu işi? Yemek yapmaksa tıpkı balık tutmak gibi kafasını boşaltıyor insanın. Ağzınızın tadı hiç bozulmasın. Sevgiler...
Sevgili Endiseli Peri,
…ve işte gövde patlıcan kızartmış, kapı arkasını süpürmüş, gövde, hoşgeldin derken gülümsemiş, gövde göğe bakmış... bunların anlamının durduğu kaypak zemini görüyor musunuz?
Sevgili endiseli peri bu kaypak zemini sizin Adana’dayken yazdiklarinizi rastlantiyla görüp okumaya basladigimdan beri tahmin ediyordum, evet sizi sessizce epeydir okuyan biri olarak.
Ama bu „kuskulu“ huzurlu hayat şirketi koordinatörünün bu dünyanin rüzgarlariyla ucup kaybolmamasi icin onu en sikica Bora’nin tuttugunu saniyorum, cünkü bence o da o kaypak zeminin farkinda. -yani büyük olasilikla öyle oldugunu düsünüyorum:)
Uzaklardan selamlar
Sara
adana'dan sonra... ankaradan sonra... okuldan sonra... doğduktan sonra... dilediğince geriye gidebiliriz şu kaypak zeminin dibine ulaşmak için sara'cığım. lakin hiç faydası yok. boşverelim şimdi. hem sıkıcı, hem sıkıcı:) gülelim, eğlenelim istiyorum.
ee nasıl güleceğiz? şu dakka, elimde hiç malzeme yok bunun için. o halde, gıdıklıyorum sizi.
mordaki netliğe bayıldım.
lakin netleştikçe, kıskançlık da artıyor galiba.
ama o da ayrı bir renk :)
sevgiler...
1-
merhaba;
bloğuna bir kaç kez girdim fakat yazı çok uzun olduğu için okumaya fırsat bulamadım ancak şu an rahat rahat okuyabildim ve cevap yazmak istedim.
açıkçası postunda bana yer vermene şaşırdım. çok ayrıntılara takılan biriyim belki tüm ayrıntıların bütünü oluşturduğunu düşünüyorum en önce neden benimle ilgili yazıyı mor renkle yazdığını merak ettim ve google dan renklerin dili mor diye arattım.
sanırım bazı konularda birbirimiz yanlış anlamışız bazı yerlerde benim hakkımda yanlış düşündüğünü düşünüyorum ve bir açıklık getirmek istiyorum.
o yüzden yazdığın yazılarla ilgili satır satır cevap yazmak isterim.
bora'ya hayranlığımı belirtince kızacaksın - evet gerçektende sen bora'ya çok değer veriyorsun belki o da sana aynı şekilde değer veriyor ama sen postlarında sanki hep onun üstüne düşen taraf senmişsin gibi bir izlenim yaratıyorsun ve çok klasik bir laf ama birisine çok fazla değer verirsen ya kendini ya da karşındakini kaybedersin. ben postlarında hiç okuduğumu hatırlamıyorum bora bana şunu sordu bunu sordu veya ben şuraya gidelim dedim oraya gittik gibi ama hep tam tersi bir durum söz konusu oluyor hatta sigarayı bırakmıştın sanırım şu anda da içiyor musun bilmiyorum ama sigara içeyim mi diye boraya sorduğun bir cümlen vardı ki sorma gitsin.
iki kitap okudu diye - mesele kitap okumak değil kişinin camus, kafka, proust, zweig, steinbeck, kundera vs okuması (aa bak bende bu isimleri biliyorum genius umya)kimseyi kimseden daha değerli daha akıllı veya daha .... yapmaz bu tarz şeyler tamamen kişisel tercih meselesi kişinin kendine yaptığı yatırım ya da mesleği ile ilgili olabilir. çok kitap okuyan her zaman her şeyi bilir ve doğru kararlar alır diye bir şey yok doğruluk çok göreceli bir kavramdır bence. bazı kelimeleri ekleme yapmışsın ağzı açık ayran budalası gibi, böyle bir cümlem yok.
sen bora bu sitede yan kahraman niye ona bu kadar takıyorsunuz demişsin ben de sen sürekli boradan bahsediyorsun asıl başrolde o var sen figuranlık yapıyorsun demiştim.
yorumlarımı yayınlamamana bozulmadım orda da bir yanlış anlama var. weblog yani blog internet günlüğü diye geçiyor yani herkes kendi hayatını yazıyor burada yapılan yorumlarda da hiç kimse haddini aşmamalı haksız yorum yapmamalı gereksiz yere eleştirmemeli ben de bazı zamanlar çizginin öte tarafına geçmiş olabilirim belki yazıları okurken belki burayı yazan kişinin etten kemikten kanlı canlı bir insan olduğunu unutup bir roman kahramanı olduğu edasıyla acımasız eleştireler yapmış olabilirim eğer gerçek hayatınızı yazıyorsanız kimsenin size neyi yaptın veya yapmadın deme hakkı yoktur o nedenle niye benim eleştiri yorumlarımı yayınlamadın demedim ben bir yorum yazdım ama sen o yorumu yayınlamadın tamam benim takıldığım kısım yorum yayınlanmamasına rağmen 3.kişilere verdiğin cevaplarda benden bahsetmen ve yorumlarımı yayınlamadan cevap yazman oldu sonuçta orda bana cevap hakkı doğmuş oldu. eğer hem yorumu yayınlamasaydın hem de cevap yazmasaydın o zaman takılmazdım.
nefret çok büyük bir kelime tanımadığım bir kişiye kin, nefret tarzı vs.. duygular mümkün değil kaldı ki tanısam bile bir kişiden nefret etmem için nasıl bir sebep olması gerekir diye düşünüyorum hatta şu an bile yaşadığım normal hayatımda kimlerden nefret ediyorum diye düşünüyorum ve tanıdıklarım kişilerden hiçbiri aklıma gelmiyor. belki çocuklara tecavüz eden insanlık dışı yaratıklardan bunun cevabı. nefret oradaki doğru kelime değil.
mesele bence insan ilişkileri alt başlık senin dediğin gibi kadın erkek ilişkileri olabilir.
beni sevdiğein için teşekkür ederim ama neyi mi seviyorsun bunu da merak ettim?
2
beni tasvir ettiğin gibi vahşi birisi değilim böyle ağzımdan tükürükler sıçratarak konuşan ama her insanın bir tarzı, tavrı, hayat karşısında bir duruşu, kendini ifade ediş tarzı, herkesin bir yolu vardır benim ki de bu. biraz üslubum sert. söylediklerimin çoğu doğru fakat söyleme yolum yanlış olabilir ama her insanın değiştiremediği bazı karakteristik özellikleri ve sevmediği veya değiştiremediği huyları vardır. bu benim vahşi veya kaba olduğumu göstermez.
ben senin yazılarını sevdiğim için okuyorum diğer blogları da okuyorum ama onlar o kadar taklit blog geliyor ki, house cafe de yemek yedim, moleskine ajanda kullandım, nutella yedim, sturbucks tan cafe bilmem ne içtim. kanyona alışverişe gittim. hele bir tanesine ne gülmüştüm bitki çayları eşliğinde kitabımı okudum diyordu. hellim peyniri yedim, şarap makarna peynir üçlüsüyle battaniyemin altında kitap okuyorum, keçeden bilmem ne yaptım,takı tasarımı yaptım (bu ne ya bütün blogcular takı tasarımcısı mı)mojito, sangria içtim, fahita yedim vs. böyle kendilerinin bile inanmadıkları olmadıkları ama belki olmak istedikleri şeyleri yazıyorlar ve hep kendilerini olduklarından daha farklı gösteriyorlar. ben senin bloğunu okumak istediğim için okuyorum daha orjinal daha samimi ve gerçek hayatta yaşanmışlığı olduğuna inandığım için okuyorum ama senin dediğin gibi -Diyelim bir okur olarak gölge yazarın yazısını keşfettin, ne o "buldum! buldum!" diye çıngar çıkarmalar.- bir art niyetle okumuyorum bak senin şu açığını buldum diye bir düşüncem veya art niyetim yok bazı zamanlar yazdığın şeylere çapraz sorgu yapıyor olabilirim o ayrı.
Bunu keşfetmek hem fazla bir zeka gerektirmiyor ki-
ben çok zekiyim ben çok akıllıyım gibi bir iddiam yok böyle bir iddiaya ihtiyacım da yok ispata da ihtiyacım yok bu tamamiyle senin kişisel yorumun.
evet son cümlende haklısın haklı olmak her zaman matah bir şey değildir. insanlar her zaman duymak istedikleri şeyi duymak görmek istedikleri şeyi görmek isterler ve sen her ne kadar haklı da olsan o an o kişiye istemediği bir şey söylemişsen dünyanın en kötü kişisi sensindir. o yüzden belki doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar demişlerdir.
3-
gelelim yorumlar kısmına:
tespitlerinin ancak bir genius'un yapacağı tespitler olduğunu sanmasından pek hoşlanmıyorum.
şimdi Türkçe bir cümle içerisinde genius ne alaka????? bora beye sorarsak o da yanlış bir cümle kurulumu olduğunu söyleyecektir. anlam bakımından bakarsak da evet bunu anlamak için dahi falan olmaya gerek yok okuyan, okuduğunu anlayan, düşünen ve yorumlayan her sıradan insan anlayabilir buradaki ayrıntı bunu dile getirip getirmemekle ilgili. benim bloğum yok daha doğrusu vardı üç yazı yazdım sildim. doksan günde geri alınıyormuş belki geri alırım belki almam. bloglarda yorum yazanların çoğunun bloğu var ve blogcularda hoşlarına gitmeyen, canım, cicim, harikasın, muhteşemsin, sen, sen, sen, keşke senin gibi olsaydık, tarzı pohpohlama maillerini yayınlamayı çok seviyorlar ve eleştiri yorumlarını da hiç yayınlamıyorlar. eleştirmek ve hakaret etmek ayrı şeylerdir. bir blogcuya hakaret edecek bir yorum yazarsan yayınlamaz onu anlarım ama eleştiri yazarsa neden yayınlamaz onu işte hiç anlamış değilim genelde yukarda yazdığım tarzadakileri yayınlar. blog sahipleride bunu bilir ve böyle yorumlar yazar yorumlarda kendi blogları görünsün kendilerine de ziyaretçi gelsin pagerank leri artsın link değişimleri falan olsun ister bunları siz daha iyi bilirsiniz. o yüzden gördükleri gerçekleri yazmazlar çünkü önemli olan onları yazmak değil kendi bloglarını veya isimlerinin orda görünmesidir. dolayısıyla evet ben genius değilim sadece bloğum yok ve adsız olarak giriyorum ve sadece fikrimi yazıyorum.
mordaki netliğe bayıldım.
lakin netleştikçe, kıskançlık da artıyor galiba.
yorumlardan biri de bu mordaki dediğine göre benden bahsediyor. fakat ortada kıskançlık yok öyle olduğunu düşünüyorsa da bunu örneklemesini isteyeceğim.
ben de bora'nın arkadaşının göle girmemesiyle ilgili cümleyi ben bu fikre bu cümleden kapıldım diye örneklemek amacıyla yazmıştım fakat sen buldum buldum açığını buldum mantığıyla anlamışsın.
biraz uzunu oldu sanırım bana bazı yerlerde cevap hakkı doğduğu için yazmak istedim artı aradaki yanlış anlamaları ortadan kaldırmak için yazmak istedim yayınlayıp yayınlamamak tabii ki senin tercihin.
arzu
biraz uzun yazmışım sanırım tek seferde bu kadar yorumu kabul etmediği için 3'e bölmek zorunda kaldım. ve başlarına da numara koydum.
arzu
arzu, "mordaki netliğe bayıldım.
lakin netleştikçe, kıskançlık da artıyor galiba."
yorumumdaki "netlik"; peri'nin kendisini anlatması. kendisinin de dediği gibi olaylar, kişiler, eşyalar, kitaplar,bora ve hatta arzu, jto üzerinden bunu yapması...
buna ben de hayranlık duyabilirim, örnek alabilirim ve dahi bunu kıskanabilirim. yapabilirim :)
peri'nin kendisine batırdığı iğneler bittiğinde çuvaldızlar da ikram edebilirim ama çok var onda. o kadar çok ki, 3 no.lu çuvaldız lazım bana desem onlarcasını bana sunabilir. 4 desem yine...
iyi bir gün olsun hepimize...
hepimize JtoO, hepimize!:)
sevgiler.
Yorum Gönder