Çarşamba, Mart 24

hastalık sarhoşluğu


Saroyan’ın, Sayın Bayan Garbo isimli kısa öyküsünün kahramanı Felix, o gün başka bir planı olmadığından, sadece olayların kaydedildiği kameralarda görünmek uğruna Ford fabrikasının işçilerinin grevine katılır. Küçük gruplar halindeki işçilerin köktenci konuşmalarını dinler, ama hiç ilgilenmez. Olaylar başlar, polis ayaklanmayı gözyaşı bombaları, basınçlı sularla bastırmaya çalışır. Şiddet dolu bu kargaşa anında Felix yaralanır, bir hafta hastanede yatar. Bayan Garbo’ya yazdığı mektupta grevin gösterildiği bu haber filminde, mavi serj elbiseli kişinin, hani işçilerin arasında şapkası uçan o adamın, hani canım, dikkat çekici oyunculuk sergileyen işte o adamın kendisi olduğunu belirtir … ve ondan yeni filminde lütfen bir rol vermesini ister. Eğer Bayan Garbo farketmişse diye söylüyordur, üç dört kez başını kameraya çevirip gülümsemiştir… çünkü gülümsemesinin kamerada nasıl görüneceğini çok merak etmiştir hep.


Nabokov’un Lolita kitabında bir berber sahnesi var:
“Kasbeam’da oldukça yaşlı bir berberde kötü bir saç traşı oldum. Çenesi hiç durmuyor, harıl harıl beyzbol oyuncusu oğlundan söz ederken, konuşmasının heyecanlı yerlerinde enseme tükürük sıçratıyor, ara sıra boynuma bağladığı beze gözlüklerini siliyor, ya da sararmış gazete küpürleri çıkarıp göstermek için titrek makasına ara veriyordu. Öylesine ilgisizdim ki, parmağıyla yıllanmış, boz renkli traş losyonlarının arasına sıkıştırılmış bir resmi gösterdiğinde, resimdeki genç beyzbolcunun otuz yıl önce ölmüş olduğunu büyük bir şaşkınlıkla farkettim.”




Dün hastalık tüm dikkati kendisine vermemi gerektirmeyen en tatlı boyutundaydı. Başlangıcının heyecanlı sarhoşluğuna tedbir niyetine aldığım soğukalgınlığı ilaçlarının müsekkin etkisi karışmıştı ya tümden tasasızdım. İnsan zihni tuhaf, olağan halinde oraya buraya yığılmış düşünceler, kaygılar, dertleri travma anlarında gizli bir odaya süpürüp, o anın gerektirdiği en gerekli elemanları bırakıyor.İşte bu sakin tasasızlık içinde, yatağın çevresine yerleştirdiğim meyve, çikolata, kuruyemiş, ballı, limonlu çayla hastalığı aşırı bir konukseverlilikle karşılamıştım. Birbirimizle yıllardır pek öyle işimiz olmadığı için, ilgimden dolayı utanıp sıkılıp, birlikte olmamız iyice manasız olduğu anlaşıldığı bir anda da apar topar çıkıp gitti. Güneş batarken hasta masta değildim artık.


Hastalık sırasında kitaplar, dergilerle tembelce oyalandım. Yukarıdakileri okurken aklımda çok sevdiğim Katherine Mansfield’in öyküleri dolaşıyordu. Baştan çıkmam tek güzel cümleye, o başa geri dönmem ise tek sıkıcı cümleye bağlıydı. Bu karmaşık görüntü gene de tutarlılık içeriyordu; hepsi, ötekinin derdine ilgi ve edindiği mesele dolayımında eserlerine ahlaki boyut kazandırıyordu. Hepsi ahlaki eserlerdi.


Dün, Carson McCullers’ın Yalnız Bir Avcıdır Yürek kitabı bitti de o yüzden şunla bunla ilgilendim. Hiç de istemedim bitmesini ya, kitap bu, bitiyor eninde sonunda. Kitabı okumaya başladığınızda sizin de aklınıza Orhan Pamuk’un Sessiz Ev kitabı gelecek mi, çok merak ediyorum. Sessiz Ev kitabında kahraman sabah evden dışarı çıkar ve sokakta yürüdüğü zaman boyunca çevreden yönelen bakışlarla onu tanımaya çalışırız. Tuhaftır bakışlar, alay, küçümseme vardır -kitap bende yok artık, açıp da bakamıyorum-, bakışlarda bir tuhaflık vardır işte. Neden sonra kahramanın bir cüce olduğunu öğreniriz ve bu bilgiden sonra okuduğumuz sayfalar bir anlam ifade eder. Muhteşemdir Sessiz Ev’in girişi. Yalnız Bir Avcıdır Yürek kitabı, doğrudan “kasabada iki dilsiz vardı,” cümlesiyle başlar ve onları, sabah evden çıkıp sokakta yürürken anlatır. Bir bakın bakalım siz de, ne düşüneceksiniz.

Bu dönemde, eserleri Güney Gotiği diye adlandırılan Carson McCullers, Faulkner, Tennessee Williams, Truman Capote, Flannery O’Connor okuyacağım sanırım. Önümüz yaz, iyi bir plana benziyor bu. (Öyle olsun Peri’ciğim de, yani gelecek hakkında aklınızı taktığınız tek derdiniz okuyacağınız kitap mı? Hani artık sorunlarla yüzleşseniz de pratik hayatın dertlerine gönül indirseniz, olmaz mı? Peki, biraz daha zaman.)


Gece, Wim Wenders’in Paris, Texas filmini zileyecektim ya, CD bozuk çıktı. Onun altındaki, Somerset Maugham’ın bir oyunundan uyarlanmış, Being Julia filminin CD’sini alıp izledim ben de. Geçenlerde onun The Painted Veil romanından uyarlanan aynı adlı filmini izlemiştim tekrar çünkü. İlk izlediğimde filmi John Curran değil de başkası yönetmiş olsa çok iyi bir film olabileceğini düşünmüştüm ya, ikinci izleyişimde her sevgi ilişkisinin doğabilmesinin kendine özgü uygun koşullarını beklemek gerektiği fikriyle ve o güzel manzaralarla oyalanıp filmi tümden sevdim.


Being Julia filmini Istvan Szabo yönetmiş. Yıllar, yıllar önce izlediğim Mephisto filmi ile iyi bir yönetmen olduğunu düşündüğüm, tuhaf Macar adını telaffuz etmekten hoşlandığım yönetmen hakkında başka da bir fikrim yok. Michael Gambo muhteşem ya, nedense sığ bir yüze ve oyunculağ sahip olduğuna düşündüğüm Annetta Bening’in oyunculuğu da çok hoştu. Yaşı geçmekte olan başarılı bir tiyatro oyuncusunu canlandırırken sahte gözyaşlarıyla dolu ağlama sahnelerinde çok iyiyse de Bening inanılmaz güzel gülüyor, bence çok seksi bir ses tonu var ve ah saçları ne kadar hoş. Çocukluğumdan beri iri bukleli, kısa kızıl saçlarım olsun isterim. Zaman zaman oyundaki repliklerini filmdeki gerçek hayatında da tekrarlayan Bening’e, hayaliyle eşlik eden, hayranı olduğu Gambo, “Dışarıdaki dünya, fantezi dünyası. Gerçek burada, tiyatro sahnesinde,” der:)

En yukarıda, Felix kamerada gülümsemesinin nasıl göründüğünü çok merak eder ya, Annetta Bening’in gülümsemesi kamerada harika görünüyor. Filmin sonunda o çılgın kalabalıktan uzaklaşıp, bir restoranda tek başına yemek yemeyi tercih eder -başkaları olduğunda oyun devam etmelidir çünkü-, o güzel kahkahasını atar.

İnsanın tek başına ağlarken yakalanması çok anlaşılır bir şeydir, dokunaklıdır da gülerken yakalanması hoş karşılanmaz. İnsanın tek başına mutlu olması deliliktir. Dün bu delilikle doluydum.

8 yorum:

Adsız dedi ki...

Gecmis olsun Endiseli!

Ben cok ender hasta oluyorum, o yuzden cok severdim hasta olmayi eskiden. Annem ise gitmesin, ya da teyzemi cagirsin, tavuk suyuna corba. Tiyatroda perde acilmasini bekleyen heyecanli cocuklar gibi heyecanlanirdim.

Buyuyunce de fena olmadi ama cocuk olunca tadi kacti. :o/ Hele artik Brian hafta icleri yok, hasta olsam ne fena olur! Neyse ki olmuyorum. Ama sac bas dagilmis, yatagin ici kitap dolmus o gunler de tatliydi hani. :o)

www.elifsavas.com/blog

yagmur dedi ki...

Gecmis olsun Peri. Dilerim butun aglamalarimizin sonu gulmekle bitsin:D
Sevgiler
Yagmur

endiseliperi dedi ki...

eyvallah elif.

sevgiler.

endiseliperi dedi ki...

sağol yağmur,
evet, gülelim.

sevgiler.

miso dedi ki...

Pericim
Ben sana yorum göndermiştim sabah ama galiba becerememişim :( Ne yazdığımı da hiç hatırlamıyorum :(( Bunak gibi bi şey oldum iyice.

Neyse, bir merhaba diyeyim bari :)

marruu

endiseliperi dedi ki...

merhaba miso,
bunak değilsin. buradaki sözcükler bulantılı biraz. insan ne diyeceğini bilemiyor. ben de işte kaybolmamak için bildiğim sözcükleri kerteriz alıp devam ediyorum şuursuzca. müzik var, şiir var da aslında bolca sessizlik var burada.

sevgiler sana. uğradığın için sağol.

mavi dedi ki...

Geçmiş olsunn... Ben hasta olmayı sevmezdim çünki annem sürekli olarak bişiler ye hap içeceksin diyişini duymamak adına hasta olmaya korkardım. ama şimdi diyorum ki annecim yakınlarımda olsada bende hasta olsam..

Nessuno dedi ki...

Kıvanca katlanmaktan daha kolaydır gözyaşlarına katlanmak. Sevinçli olmak başkasını rahatsız edebilir, ağladığımızda timsahlar göz yaşı dökerler sevinçle; bu nedenle inadına gülelim dünyanın en güzel akşamlarında !