Perşembe, Nisan 29

bu aralar sizinle

evet, bitmek tükenmek bilmeyen bir fotoğraf albümüm varmış:) bu fotoğraflar şu bu oluyor, bilgisayarda kayboluyor. sitede kaybolmayacaklar. burda olma nedeni çokça bundan.

cahit zarifoğlu'nu tanımıyordum hiç. geçenlerde sevgili duman'ın sitesinde bir şiirini gördüm. daha sonra da anagram'da bu alıntıyı. kısa zaman içinde alıntının yapıldığı bu kitabı da dahil alıp, okumak isterim.

yeni bir alınacak kitap listesi oluşmaya başladı bile. dün atilla, ferid edgü ve tezer özlü yazışmalarının olduğu bir kitaptan bahsetti. atilla'nın okuma zevkine çok güvenirim. onu da almak lazım. carson mccullers'ın hüzünlü kahvenin türküsü kitabı yokmuş bende. o acil biraz. carson mccullers'ları tekrar okuyorum ya, çok iyi ediyorum. bence herkes, düğünün bir üyesi kitabını okumalı. yine de şu ara susan sontag'ın muhteşem fotoğraf üstüne kitabını bitirmeliyim önce. dün atilla ile konuşurken, susan sontag'ın bu kitabıyla birlikte john berger'in görme biçimleri kendiliğinden gelip sohbete yerleşti. en iyisi onu da okumalı tekrar. atilla ile sohbetlerimizin omurgasını kitaplar oluşturuyor ve bu inanılmaz keyifli, heyecanlı bir sohbete dönüşüyor her seferinde.

bugün, arkadaşlar var sitede. aşağıdaki yazı anagram'dan. anagram yeni keşfettiğim bir site ve zaman zaman uğrayıp, nefis alıntıları okuyorum. çok, çok teşekkür ederim bu alıntı için.

bugün dinlediğim müzik fikri ise faruk ahmet'ten. eski yazılarını tekrar okuyorum onun. biraz gergin, huzursuz ve düşünceli oluyorum okurken; bazen de gözlerim doluyor, boğazıma bir yumru yerleşiyor. genellikle ise öfkelenecek bir sürü şey çıkıyor ortaya. orada ne okursam okuyayım, sanki faruk ahmet dünyaya hep şunu söylüyor: "bence öyle değil!" :)


eskisi gibi dolaşamıyorum blogları artık. ne halde olursam olayım erhan bey'e mutlaka uğruyorum  ama, hangi havalarda, bakmak için. çok seviyorum erhan bey'i.


ah... şenay, dün bütün gece senin sitendeydim, senin şu inanılmaz üslubunun gizini çözmek için. çözemiyorum:)




İstanbul 1965
Şimdi açım. Açlığa ve yürümeye dayanıyorum. Günahtır belki söylemesi ama açlıktan tat almaya veya ona aldırmamaya başladım. Bu arada artık yürümek lazım. İstanbul büyüktür. İnsanın yatağı ile iş yeri ya da okulu arasında bir iki otobüs ve bazen vapur da vardır. Suadiye’de oturuyorum. Burası benim için bir gün, içimdeki bütün ölüleri gömüp gideceğim bir mezarlık. Ama bu gece onbire doğru Beyazıt’taki Marmara kıraathanesinden çıktım. O kadar beklediğim halde Mehmet Genç de Sezai Ağabey de Rasim de Şuayb da Abdurrahim de gelmediler. Garson Hulusi efendiye “çay kalsın, birazdan yemeğe gideceğim” dedim. Ama işte üç saattir bir türlü yemeğe gidemiyorum. Sırtım dönük olduğu halde bütün gürültülerin içinden iki kanatlı kahvehane kapısının o yağlı ve ılık açılışını duyuyorum ve bizimkilerden birinin o yavaş patırtısız ve entellektüel gelişini hisseder gibi oluyorum.
Hulusi efendinin ocak tarafına yönelmesini beklemeden, onun, aşağı yukarı hepimizin etinin içini, iskeletinin şemasını görür gibi, sakin, içerden bakışı altında dışarı çıktım. Sonradan bir önceki vapura doğru. Karaköy’e kadar yürüyeceğim. Vapur için öğrenci pasom var. Kadıköy’den Suadiye’ye kadar dört kilometreyi ya yürüyeceğim ya da yürümeyeceğim. Otobüs yirmibeş kuruş. Benim bu gece on kuruşum var. Şimdi kim olduğumu anlıyorum, elimde net delillerim var, zihinsel bütün imkanlarımla, duyularımın bütün imkanlarıyla şimdi bu onbeş kuruşun peşindeyim. Bu kadar küçük ve net bir hedefe hayatın bütün amacıymış gibi yönelmem ben’i basit hatlarla şekillendiriyor. Bütün hatıralarım ve aşklarım kıymetten düştü. Gittikçe büyüyen o absürtle kolkola girmiş birbirimize yaslanarak yürüyoruz. İnadına; yalvarışlarım, peşpeşe koşuşlarım, israflarım, dil döküşlerim, yenişlerim bastırıyor. Oysa şimdi başlıyor gibi bir şey, Çemberlitaş’a doğru yürüyorum. İnsanlar, karanlıktan aniden çıkıp havlayan köpeğin karşısında kalakalan çehrede kanın çekilişi gibi çekilmişler. Ah İstanbul benimsin. Sokaklarını üleşir gibi basan insanlar yok.
Ve işte bir kere daha, Çemberlitaş’ı geçince Piyer Loti caddesine doğru, asfaltla kaldırım taşlarının birleştiği tozlu ve çöplerin birikintiler yaptığı noktada, gözlerimi yerden bir an bile kaldırmadan yürüyorum. O bakır beş kuruşluklardan bulmaya çalışıyorum. Sultanahmet otobüs durağına kadardır bu iş. Ondan sonra nedense bulunmaz. Ve işte bir beşlik. On adım, yüz adım daha ve işte iki beşlik daha, hemen hemen yan yana. Döndüm tamamlayınca. Cağaloğlu yokuşundan inmeye başladım. Gülhane’den bu saatlerde geçmeye korkarım. Derken Sirkeci. Son trenlerin kalabalığı, hep geç kalmış erkekler. Bu alandan bu saatlerde hep rüzgar çıkacakmış ve birbirimize karışacakmışız gibi geçtim ve bir kere daha geçtim. Köprüde bir velinin eli çağırmış ve tutmuş gibi dağılır bu. Vapur ışıklarını yakmış bekliyor. Turnikeler evlerin bahçe kapıları gibidir. Beklemedeki kitapçılar kapanmıştır. Kitaplar üzerine çekilmiş kapaklar soğuk. Kısa boylu tıknaz satıcısı, tezgahının etrafında bir yağ bidonuna sürünüyormuş gibi sürüklediği o birkaç adımlık yerden ve tüm gün süren duygusuz alış verişinden sonra şimdi karısının koynunda sabahlamaya çalışıyordur.
Vapur ev gibi alır, sarıp sarmalar, sıcak bir köşesine çeker ve bütün geçmişin o güne has bir hülasasını içime çörekler.
Karşıma yaşlı bir sarhoş oturdu. Beni bir yerden tanıyormuş gibi kestirmeye çalışarak baktı baktı, oturduğu yerden yalpalayarak eğildi: “arkadaşım” dedi, “şimdi sen bana tam beş lira vereceksin, eksik olursa, anladın mı gücenirim.” Yol boyunca ısrar etti. Vapur yanaşırken kalktı, sıraların arasına yürürken bir yandan da pörsümüş koluyla beni göstererek bağırmaya başladı: “Yuh be, adam olacak, şuna bakın, o kadar dil döktük, mecbur muyduk.” Sıraların arasında sallanarak ayakta durdu. Sıkı sıkı yumduğu avcunu açarak bozuk paralarını göstererek, “işte hepsi diyorum ulan, ulanlar, beş lira daha lazım,” (beni gösterdi) “şuna bakın, adam olacak be, adam ne demek, ne demek adam, para hepimizin parası değil mi, hükümet hepimizin hükümeti değil mi, şarabımızı, rakımızı hükümet yapmıyor mu, şarapçı hükümetim benim sevgilim”, (beni gösterdi) “anlayışsız vapurcu seni para; para! Hepimizin parası, para ortak mal, sen kimin parasını benden saklıyorsun, paranın kimi sende, kimi onda, para hepimizin. Ben paramızı, beş liramızı istedim, yuf be.” Birden sakinleşip yan sıradaki birinin yanında oturuverdi. Hafif fısıltıyla, “haydi abi” dedi, “sen ver şu milletin beş lirasını bana, tamamla şu mereti.”
Vapurdan, gecenin sessizliği içinde bir yalak akıntısı gibi çıktık. Dört numaralı Kadıköy-Bostancı otobüsüne seçilip yöneldi bir kısım, biletçi önden itibaren gelmeye başlıyor, bakır bozuklukları biraz sıkılarak uzattım. Yol boyunca bileti parmaklarımın arasında yuvarladım, buruşturdum, açtım, okudum, tekrar katladım, Bağdat caddesinden sahile doğru inen Akın sokakta iki yanlı evlerin bahçelerindeki bütün köpekleri havlatarak inerken farkına varmadan elimden düşürdüm.
Oda: Şimdi başka bir hülasası geçmişimin.
Oda ve sen
Dayanabilirsen
Bize ağır gelen kendimizdir. Yolda, okulda, işte, başkaları ile birlikte taşıdığımız kendimiz.
Odun sobasının yanındaki küçük sehpanın üzerinde unutulmuş küçük bir elmayı ağır ağır yedikten sonra, yataktaki bir kokuyu araya araya uyudum.

Cahit Zarifoğlu, Yaşamak
Günlük, Beyan Yayınları
Sayfa: 65/ 68


müziği yükleyemedim. grooveshark bana ambargo koymuş olabilir. belki de teknik bir hatadır sadece. ama belki şuraya tıklarsanız, daughter darling şarkılarını dinleyebilirisiniz siz de benim listemden. bugünün müziği için stop whining please'e teşekkür ederim.


müziği yükledim:)