Çarşamba, Nisan 7

uç uç, nereye kadar?



Bu türküyü annem çok güzel söylerdi. Çok türkü söylerdi. Hikayeleriyle birlikte. Saatlerce sürerdi bir hikayeyi anlatması, çünkü içinde sekiz on tane de türkü olurdu. Karacaoğlan’dan, Dadaloğlun’dan… Aşk, ayrılık, kader olurdu hikayelerde… alabildiğine şiddet ve hiç ummayacağın iyilikler de. Dünya, onun baktığı yerden iyilerin en nihayetinde ödüllendirildiği, kötülerin cezasını gördüğü bir yerdi... Tanrı’nın adaletinin hüküm sürdüğü bir yer.

“Haziran’ın sonunda gelirim,” dedim, “niçin gelmiyorsun? seni çok özledim,” diyerek ağlayan anneme. O türküleri ve hikayeleri tüm ayrıntılarıyla tutmayı beceren belleği derin boşluklarla, puslarla kaplanmış durumda çünkü artık ve ona Arçil’in okulundan, burada olmak zorunda olduğumdan bahsediyorum her telefon konuşmasında. Belleksizlik insanı çocuksulaştırıyor. Annemizi bir çocukmuş gibi avutuyoruz hep birlikte

Annem diyince, elbette aklımda beliren çocukluğumun annesi daha çok. Bizi hikayelerle oyalayan annem. Oyuncak bizim oralara uğramamıştı çünkü. Doğduğum zamanda ve yerde oyuncak satın alınan bir şey değildi. Çocuğun oyun oynama dürtüsü kabul edilir, anlaşılırdı da bunun nesneleri hiç yoktu. Çamur, taş, ağaç kabukları, ip, bir patlak top… olan bunlardı. Bir gün annem gibi bellek kaybına uğrayacağıma neredeyse eminim, çocukluğum hakkında da pek anı kalmamış aklımda. Oyuncakların, çocuğun toplumsallaşma mekanizmaları olduğundan bahsedeceksek, bu uydurma, doğal oyuncakların bende nereye düştüğünü bilemiyorum. Arçil’e çok oyuncak aldım. Çalışan ve kendine düşkün bir anne olduğum doğruysa da Arçil’le çok oyun oynadık birlikte. O zamanlar karşıda, Ihlamur’da oturuyorduk Arçil’le ve haftasonları mekanımız Akmerkez’in oyuncak mağazalarıydı en çok. Legolar, ActionMan’ler, arabalar… çok araba, yığınlarca. Pocemon’lar... gerçi ben pocemonlarla birlikte bu yeni tür oyuncakların mantığını, dilini kaçırdım ya, en çok legoları seviyordum.

Lego, 1939 yılında Danimarkalı bir marangoz olan Ole Kirk Christiansen tarafından 12 yaşındaki oğlunun zevkleri doğrultusunda ahşaptan üretilmiş. “LEg Godt” “iyi oyna’nın Dancası. Latince’de ise Lego, “çalışıyorum” ya da” bir araya getiriyorum” demekmiş. 1953 yılında piyasaya sürülmeye başlanmış ve artık ahşaptan değil de plastikten yapılıyormuş. Sonraki on yılda da kocaman bir lego imparatorluğuna dönüşmüş Ole’nin şirketi. 1987 yılında Amerikan pazarına girdikten sonra lego dünyasında büyük gelişmeler olmuş ve yüzyılın oyuncağı ilan edilmiş. Legolar, bir çocuğun teknik becerisini geliştiren, hayal gücünü tetikleyen oyuncaklar. Her çocuğun lego seti olmalı bence.



Kültürel incelemeler, toplumsal teori, popüler kültür ve medya incelemeleri üzerine çalışan bir web sitesi var: www.theory.org.uk

Onu keşfettim geçenlerde de sözü oraya getirmeye çalışıyorum. Uzunca bir süredir, sosyal bilimlerin popülerleşmesi için uğraşıyormuş bu sitenin yaratıcıları. Çocuk sahibi olanlar bilir, çocuklar koleksiyon kartlarına çok düşkündürler. Bu sitenin yaratıcıları da, zihinlerinde daha küçükken sosyal bilimlere eğilim başgöstersin diye çocuklar için oyun kartları hazırlamışlar. Edward Said’den Carl Jung’a, Adorno’dan Foucault’a birçok kişinin kartı var. Birçok dediğime bakmayın, tam sayı olarak 32 tane. Site yaratıcıları 12 tane kart hazırlamışlar önce de sonra site ziyaretçileri tarafından diğer kartlar oluşturulmuş. Bu kartlarda, tanıtımı yapılan kişinin fotoğrafı, altında kısa bilgi, onun da altında, güçlü, zayıf yönleri ve düşüncesinin içerdiği risk yazılı. Kartlar satılmıyor, çıkış almak mümkün ama. Şu anda uğraşamıyorum; sonra, ben çıkış alacağım bu kartlardan. Çocuğunuzla olmasa bile arkadaşınızla bir yaz günü serinlemek için gittiğiniz park masasında siz de oynayabilirsiniz. Hem eğlenebilir, hem de çok akıllı ve havalı görünebilirsiniz bu oyun kartlarıyla:)

Hah, başka bir şeyi anlatacaktım. Bu site, toplumsal cinsiyet araştırmaları için önemli bir isim olan Judith Butler, sosyolog Anthony Giddens, popüler kültür incelemeleri konusunda uzman Angela McRobbie ve filozof-sosyal bilimci Foucault’un sanal alemde LEGO tasarımlarını yapmışlar. Piyasaya sürülmemişler, satışı yok bunların. Ama neden olmasın, belki sosyal bilimler gerçekten popülerleşir, bu sosyal bilimcilerin legoları piyasaya sürülür ve siz de çocuğunuzla oynarken, Kara Şahin, Bay Fırtına gibi isimler yerine Giddens ve Focucault isimlerini kullanırsınız. Elbette umut edilen şey, bunlarla oynayan çocukların bir gün bu kişileri merak etmesi, onlara özenmesi.



Şimdi ben küçükken bana sosyal bilimci kartları verilmiş olsaydı ağaç kabuğundan ev yapmaya çalışan ellerime, ne olurdu, nasıl birine dönüşürdüm acaba, hiç bilemiyorum.

Bana yaşanıp bitmiş geçmiş de gelecek de çok gizemli, bilinemez gelir. Bugün Taksim'e gidecektim mesela çok önemli bir iş için, gitmemeye karar verdim sabah uyanınca. Ancak hiç plan yapamayan benim, Haziran’ın sonunda Adana’ya gideceğime kesin gözüyle bakabiliriz. İstiyorum ki, gittiğimde annemle başbaşa kaldığımızda, ellerinden tutup, gözlerine bakarak, ona zihnimden geçen, hayatımda olan her şeyi, ama her şeyi tüm karmaşıklığıyla anlatayım. O an, dinlerken idrak edecek ya, sonra unutacaktır nasılsa. Ama o an bana bir şey desin istiyorum. Çok basit ama temel olan bir şey. Bir ışık tutsun. Sonra onun belleğinde karanlıklara gömülsün… İstediğim de bu zaten.

9 yorum:

bennessuno dedi ki...

Çamur, taş, ağaç kabuklarıyla oynarmışsınız ya çok sevindim çamurla oynamayı, çamurdan hayvan figürleri yapmayı ne kadar sevdiğim geldi aklıma çocukken bahçeli evlerde... Rusya'da bir anne küçük çocuğuna büyük bir defter içine, defterin yapraklarına ağaçlardan topladığı yaprakları yapıştırmıştı, küçük kız çocuğuna soruyordum, bu ne yaprağı diye, kayın, meşe, gürgen, ceviz, incir ağacı yaprağı diyordu, rus ekolünde yaygınmış, bu çocuklar büyüyünce doğayı koruyorlar, hepsi küçükten çevreci oluyorlar, ne güzel değil mi çocukken çevre bilinciyle büyümek oyun oynar gibi, yaprakları oyuncak bilerek...

barba dedi ki...

Endişeli Peri,

Lego kısmıyla ilgili bir şey diyemeyeceğim. Ama oyuncaklar çok önemli, oyunlar da. Bir de bir insanın bilincine/benliğine en çok çocukluk hatıraları kazınıyor herhalde. Veya en çok onlara sığınmak istiyor olmalı, bir şeye sığınmayı isteyecek ve/veya seçecekse.

Benim de aklımda kalan oyuncak tren. Uzun hikaye…Tren, babamın uzakta oluşu, uzaklık, kavuşma… Ve daha bir sürü şey, herhalde. Belki de tren istasyonlarını bu yüzden seviyorum hep.

Bir de babaannemin anlattığı masallar. Mırmır ile Cırcır. Uzayıp giden masallar. Belki de senede birkaç gün görebildiği torunuyla birazcık daha fazla zaman geçirebilmek için, yani belki de o olunmaz dünyasında kutsal ve umutlu sayabildiği biricik anları birazcık daha uzatabilmek için kendince, anlattığı masallar.

Sizin masallarınızın anlatıcısı hayatta. Mutlaka o ziyareti gerçekleştirin. Adana’ya gidin. Sığınmak için değil, gitmek istediğiniz için gidin, sadece öyle olduğu için.

Bu şarkıyı az çok biliyordum. Ama klibi de çok güzelmiş Turna’nın. Bununla ilgili söylemek istedim de şu ki; hani o kızın testiye vurarak kendinden geçmiş bir halde ve tüm benliğiyle çalışını bir konserde görmüştüm ben de. Ama daha da önemlisi, yeni yaptığım bir seyahatte bir Alman’dan duydum. Konsere gitmiş, “yahu o kız ne güzel çalıyor” demişti.

Bu klibi seyretmiş olmak çok güzel…Ve "Turna" ile ilgili yazılıp söylenmiş herşey hep ne kadar güzel.

endiseliperi dedi ki...

sevgili nessumo,
benim çocukluğum doğanın tam içinde geçti. köyde, yaylada ta küçücükken yalnız başıma dolaşmayı ne çok severdim. derelerde ayakkabılarım kaybolurdu, bata çıka eve dönerdim. ben hep bu derelerde ölüm tehlikesi atlattım ya, uslanmıyorum, gene en çok sevdiğim su deredir, ırmaktır, o akıp gitsin, ben bakayım isterim, kaza mı yoksa kaza süsü verilmiş bir şey mi bilmem, ben de onunla akıp gitmek isterim, bazen de giderim işte.

evet, doğada çok oynadım, iyi bir şey bu. doğaya bu kadar yakın olmak iyi bir şey olmalı bir çocuk için. sessiz ya doğa, çocuk aslında sessizliği sever. çünkü düşünce ilk sessizlikte oluşur çocukta.

geçen gün şenay'a da yazdım, ben şehirli insanın doğa sevgisine pek güvenmem sanki. güvenmek değil d e onun doğaya hayranlığında, bakışında filan, doğayla kurduğu ilişkide olmayan bir şey var. anlatamam şimdi nessumo... bugün pek bir şey anlatacak gibi de hissetmiyorum kendimi aslına bakarsanız.

bir de nessumo, yeni çocuk yetiştirme modelinde çocuğa bir sürü şey yükleniyor, bir bilinç bir bilinç bir bilinç çocukların çocuğu kafayı yemiş durumda. sakin diyorum yahu. bana da diyorum. bana da!

sevgiler.

endiseliperi dedi ki...

sevgili barba, yakamoz...
. hmmm... isminizin devamı yakamoz, değil mi? siz suyu çok seviyorsunuz ya, size bir bilgi vereceğim şimdi ve feyz alarak gideceksiniz burdan ve ne iyi etmiş de uğramışım peri hanım'a diye için için sevineceksiniz. yakamoz'un sudaki ayışığı yansıması olmadığını biliyor musunuz? onun aslında bir tür plankton olduğunu? biliyor muydunuz! peki. o halde planktonların ormanlardan daha çok oksijen ürettiğini biliyor muydunuz? hayır mı? bilin işte. bu işler en büyük çuprayı tutmakla bitmez. kimseler görmesin diye aysız bir gecede, kayıkta balık avlarken, dönüp arkadaşınıza, bu gece noctiluca miliaris (yakamoz) ne çok, derseniz çupraları daha havalı tutmuş olursunuz. diyeceksiniz ki, peri hanım yine çok dalgınsınız, aysız gecede yakamoz? elbette barba, elbette...yakamoz aslına bakarsanız aysız gecelerde çok daha iyi görünür.

. insan hep bir şeylere sığınmak istiyor barba. hep! insanın en büyük trajedisi bu. yalnızlıktan mahvoluyoruz çünkü. çocukluk hatıralarına, tanrı'ya sığınıyor ya da en iyisi aşık oluyoruz. aşk, en çok yalnızlık içindir... en çok yalnız hissettiğimizde bulur bizi aşk.

. tren istasyonlarını ben de çok severim. dün şenay'a da yazdım. otogar'dan bahsettim ona biraz da. tren istasyonlarına biraz haksızlık ettim otogarı yazarken. geçen gün bostancı tren istasyonuna gittim. parke döşeli bir alanda sakin ağaçlar vardı ve bir de çay bahçesi. üşümüştüm çok ya ondan mı, çayı çok güzel geldi. yolcuların telaşlı girip çıkmaları, trenin sesi, ayrılık ve kavuşma sahneleri yoktu ya, tren istasyonları birebirdir bu sahneler için. trenleri sevmek hüzünlü bir şeydir.

. yok, benim annemin anlattığı masallarda hiç öyle mırmır, cırcır isimleri yoktu. çocuksuluk yoktu. annem d eanlatırken gayet inanıyordu o hikayelere. cin, peri masallarıd a anlatırdı annem ya, onlara bile inanırdı annem. biz de inanırdık. hala korkarım ayna cinlerinden.

. annemle sığınma şeklinde bir ilişkimiz hiç olmadı, barba. bizim oralarda çocuk doğduğu anda olmuş, bitmiştir nerdeyse. yani içinde olacağı şeyin tohumlarını içerir. olup olacağı d aodur. öyle dışarıdan bambaşka tohumlar enjekte edilip bambaşka bir adam olması beklenmez. sadece o tohumların büyümesine yardımcı olunur. tam bağımsızlık yani. eşek değilsen, gördüklerini, tanık olduklarını adam gibi yorumlar, adam olursun. bu ilgisizlikle büyütülen çocuklar, sanırsın ki fena olacak, yoo, hayır adam oluyorlar, istatistik olarak eşek olan çok az. adana'ya gideceğim evet.

. hmmm! gördünüz demek! ben ilk kez bu klipte gördüm. incecik parmaklarıyla, hiç yorulmadan ne güzel çalıyor. o çalarken elleri ne serttir diye düşündüm. severim sert parmaklı kızları. ve evet turna hakkında yazılıp söylenmiş her şey çok güzel... harfleri yüzünden belki... sanki soylu, derin bir şeyden bahsediyor gibi oluyor turna diyince.

barba, sizinle sohbet etmek çok güzeldi.

sevgiler.

endiseliperi dedi ki...

nessumo,
çocukların çoğu, olacak o. çocukların çocuğu değil.

nessuno dedi ki...

Sevgili Peri,

Çok yaşayın siz emi ! Çocukların çocuğunu aradım ve buldum, bazen el sürçmesi de hoş :)) sevimli oluyor, sizde bence bu çok sevimli duruyor, bir başka sürçme biraz da galat-ı meşhura doğru gidiyor sanırım bu nedenle stop Peri diyorum ben nessuno ( italyanca hiçkimse demek) biliyor muydunuz, yani sevimlisiniz ama nessuno nessumo değil... Bir ayrıntı ama dedğim gibi sevimliydi, güldürdünüz beni ki yazıya bakıp gülmek, gülümsemek, insanın vayy demesi insana yaşadığını hissettiriyor... Sevgiler

endiseliperi dedi ki...

hay allah nessuno, özür dilerim. sevimli gelmesine, dikkatsizliğime kızmadığınıza sevindim. şu dalgınlık konusuna bakmak lazım. ben uyanık biri değilim. yoğunlaşma sorunu yaşamıyorum da,zihnimde yoğunlaştığım şey dışında olan da işte bir sürçmeler silsilesi. ama bana kalırsa niyete bakmak lazım. dünyaya iyiniyetle baktığımı söyleyebiliriz. yani o halde sürçmüşüm ne çıkar? hiç bir şey! anlaştık o halde:)

ama yine de en azından şu isim konusunda asgari uyanıklığı göstermek lazım. söz!

hayır, italyanca bilmiyorum. bilmiyordum isminizin anlamını. çok alçakgönüllü bir tercih, siz tasavvuf da seviyorsunuzdur. ne güzel.

sevgiler.

miso dedi ki...

Sevgili Peri,
Evimiz bir lego pınarı gibi bizim. Ilgaz bayılıyor; ve hatta çıldırıyor. İnanılmaz güzel şeyler de yapıyor. Yalnız bu legoların sonu yok. Motorluları var artık mesela, biliyor muydun? Aldık tabi ki, evet, aldık. Sonra bir de MindStorm mu ne, öyle bir şey var. Bilgisayarlı bir şey. Programlanabiliyor. Sola dön, cııızzt. Hıhı, doğru bildin, o da alındı:) Başka çıkarsa? Evet, o da alınacak. İnanılmaz beslendiğini düşünüyorum Ilgaz'ı. O yüzden çıkan her bir lego zımbırtısı alınacak. Action man filan gibi şeyleri hiç istemiyor çünkü :))

marruu

endiseliperi dedi ki...

biliyorum miso biliyorum. lego imparatorluğunun gelime hızı inanılmaz. bird e çok uygun temel bir fikri ya lego'nun, her şeyi yapılabiliyor onunla.

bend aha geçenlerde evdeki son lego kutusunu bir çocuğa hediye ettim. düşün, ne çok varmış. bir de sanırım onlar kendi kendilerine çoğalıyorlar, durduramıyorsun:) action man istememesine çok sevinmelisin. bana çok sevimsiz gelir o tip. bizde boy boy, çeşit çeşit vardı. ve nasıl pahalıydı. hiç bir işe de yaramaz üstelik.

hmmm. hadi iyi geceler, misocum benim.