Pazartesi, Mayıs 31

geveze parmaklar ya da oscar wilde'ın lord arthur savile'in suçu hikayesi


“Bugün planın ne?” sorusunu ciddiyetle soruyorum kendime sabahları ve olasılıkların içine elbette dışarı çıkmayı da ekliyorum. Hatta dışarıya çıkmayı zorunlu hale getirecek bir ayrıntıyı parentez içinde önemle belirtiyorum. Kimi kandırıyorum? Kendimi elbette. Çıkmak için şu kadarcık niyetimiz yok oysa.

Sonra, boş odada bulunan kitaplığı giriş kapısının olduğu koridora çıkartıp, ayakkabılık olarak düzenlemeyi hayalimde gezdiriyorum. Ama şunu da yapabiliriz; boş odayı bir vestiyer gibi düzenleyebiliriz, niçin kalabalıklaştıralım koridoru? Ve asıl soru, boş odayı iyice boşaltmaktaki amacımız ne? Sanırım zihnimin benden de gizlediği bir planı var. Öyle seziyorum ki, oraya bir halı ve üstüne minder atıp beni günlük yoga seansları için teşvik etmeye niyetli. Ancak zihnimin yeni bir şeye başlayamayacak kadar tembel kısmı buna karşı çıkıp, o odayı vestiyer olarak düzenlemekte ısrar ediyor. Kim kazanacak bilmiyorum. Tartışmayı kazanan belli olunca biz harekete geçer, ne yapılması icap ediyorsa yaparız. Onlar çarpışsın, biz bugünlük geçelim bunu.

Munro/Saki’nin Lady Anne Sususyor hikayesi hala alarm veriyor ve planlarımız içinde mutena bir yeri var. Evlilik kurumunu tatlı tatlı hicveden bir yazı içinde bu hikayeden bahsedelim, istiyoruz. Çok güzel, heyecanlanıyoruz ve klavyede dolaşırken bakın nasıl asileşiyor, söz dinlemez hale geliyor parmaklarımız. Huzur bulamayacak mıyım şu beden içinde! Her parçası başına buyruk, her parçası başrol peşinde.

Katlanacağız buna ve hiç planda yokken, kendimize dalgın bir Sahip süsü verip, bugün parmaklarımızın gündemi belirlemesine izin verecek ve mecburen şunu okuyacağız:

Parmaklar konuşuyor: 
 
 oscar wilde
lord arthur savile'nin suçu
(babil kitaplığı)
çev. fatih özgüven
dost kitabevi yayınları

Her ne kadar Munro’nun Lady Anne Susuyor ve diğer hikayeleri Sahibin okuma zamanı açısından ilk sırada yer alıyor olsa da, Munro’nun etkilendiği bir yazar olması açısından, sonra okunan Oscar Wilde’ın Lord Arthur Savile’in suçu hikayesinden bahsedeceğiz. Çünkü biz parmaklar, akılalmaz günahların ya da olağanüstü sevapların eylemsel organı olsak da düzen, hiyerarşi, sıralama, kategorileştirme konularının uzmanıyız. Karışıklığa gelemeyiz. Başparmak başta, serçe parmak sonda olmalı ve evet, küçüklüğünü bilmeli.

Oscar Wilde’ın Dorian Gray’in tablosu adlı eserini okumadıysanız, gözlerinizi utançla yere indirmenizin tam zamanı şimdi. Sahip de indirebilir gözlerini, çünkü bin yıl kadar önce okudu o kitabı. Kitaplığında da yok. Biz o kitaplığı çoktan düzenler ve orada olması elzem kitapların bir listesini çoktan çıkarırdık ya, Sahip erteliyor bu işi. Kitaplıkla ilgili öfke dolu bir tepki geliştiriyor içinde çünkü ve bana kalırsa bu öfke yüzünden o güzelim salona girip oturamıyoruz bile. Ben yine de ısrar ediyorum kıpırdanarak ya, o zaman Sahip, "idefix ve işgüzarsın," diyor bana. Avuç içlerine doğru kıvrılıyorum o zaman. Kendi bilir.

Havanın hali ile Sahibin ruhu süper simetrik bir paralellik içinde olduğundan, bu boz renkli gök, sıcak hava ve hastalıklı esinti nedeniyle dalgınlaşmış durumda şimdi o. Bu yüzden burada konuşup durduğumun bile pek farkında olduğunu sanmıyorum. İzin verdiğinden değil de dalgınlığından mutevellit ruhsal körlüğünden yararlanıyorum sanırım onun. Kendine geldiğinde bana söyleyeceği ilk söz de şu olacak: "Burada fırsatçılardan hoşlanmayız biz!" Hay allahım yarabbim, fırsatçı değiliz, görev bilinci içinde sırasını bekleyen pürçalışkan parmaklarız biz. İşte, ona diyeceğim bu. Her ne kadar Sahibin bana karşı çok eleştirel bir yaklaşımı varsa da, çok duygusallaşıp, içini döktüğü zamanlarda ona en çok benzeyenin elleri, parmakları olduğunu söyler. Bu yüzden bizi bu denli hor kullandığını, bize karşı acımasız olduğunu bilmiyor değiliz. İzler, kesikler içindeyiz. Hatta zaman zaman, birimizi kaza süsü vererek kestiğinin de farkındayız. Çünkü o sıralarda düşünsel derinliği o denli artıyor, günden ve şimdiden o denli uzaklaşıyor ki, içinde onu çağıran korku dolu bir uyarı duyuyor ve bu çağrıya ancak, bir tür şiddetle, kan ve sızı ile cevap verip, o hızla güne, ayaklarının üstündeki o bedene dönebiliyor. "O sırada aklından neler geçiyordu," diye sorsanız, size hiçbir şey diyemez, "dalgınlıkla parmağımı kestim işte," der. İyi güzel de aramızdaki bu nevrotik ilişkinin artık bitmesini istemek hakkımız değil mi?


Şşşt… Sahip düşüncelerinin labirentinde hayalet gibi dolaşıyorken hazır, biz hikayemize dönelim. Lord Arthur Savile’in Suçu hikayesi, soylu bir hanımın her zaman verdiği şaşalı bir yemek davetiyle açılıyor. Davette, şehrin en karışık ve renkli simaları var; prensesler, kontlar, dük ve düşesler… Öyle hoş bir ortam ki aynı zamanda, herkes kişiliğinden az buçuk sıyrılmış, mesela çok güzel, çıtkırıldım aristokrat hanımlar korkunç radikallerle çene çalıyor, rahiplerin smokin kuyrukları, kuşkucularınkine sürtünüyor, başka bir köşede bir politik ekonomist, Macar bir virtüöze bilimsel müzik kuramını açıklıyor, filan… çok hoş. Davetinde farklılık peşinde olan evsahibesi, o sırada ezoterik konulara merak geliştirdiğinden de olacak bir el falcısını da çağırmış. El falcısı, konukların el fallarına bakar, geçmiş ve gelecek hakkında hayret verecek kadar doğru ve ayrıntılı şeyler söyler. Neden sonra  Lord Arthur’a gelir sıra ve falcı ele bakar, dehşete düşer, sararır, boncuk boncuk terler, kaşları seğirir… Lord’un sağ elini bırakıp, sol eline yapışıp dikkatle bakar, yüzü bembeyaz kesilir, neticede zorlama bir gülümseme ile baştan savma bir şeyler söyler, konu kapanır. Ancak Lord Arthur için konu kapanmamıştır, huzuru kaçmış, falcının elinde gerçekte ne gördüğünü çok, çok merak etmektedir.

Buraya kadarki bölüme, hikayenin birinci bölümü diyebiliriz. Oscar Wilde, müthiş ironik ve innaılmaz hiciv yeteneği ile karakterleri tanıtıp onlara nüktedan sözler söyletip, hikayenin yatağını oluşturdu. Şahane. Mesela karakterlerine şöyle sözler söyletiyor Wilde:

“İlginç olan hiçbir şey ‘doğru’ değildir.”

“Bir kadın hatalarını sevimli hale getirmezse, sadece kadın cinsinden olduğuyla kalır.”

“Evlilik için doğru zemin karşılıklı yanlış anlamalardır.”

“Aktörler ne şanslıdır. Tragedyada mı komedya da mı oynayacaklar, ağlatacaklar mı güldürecekler mi, gülecekler mi, gözyaşı mı dökecekler, bunu kendileri seçebilirler. Ama gerçek hayatta işler farklıdır. Çoğu kadın ve erkek başa çıkamayacakları roller oynamaya zorlanırlar.”

Komikler, değil mi? Gülümsüyorsunuz okurken.

(Bir saniye. Sahip kalktı, hızla salondaki çekmeceli dolaba gidip, telaşla bir şeyleri araştırdı. İkinci çekmecede Kafka’nın siyah beyaz bir posterini buldu. O da ne!? Posteri götürüp o boş odadaki yapışkanlı borda yapıştırdı. Ne yapıyor bu allahaşkına! Kafka posteri altında, bizim orta ve başparmakları birleştirip transa geçeceğini mi sanıyor! Kafayı yemiş olmalı.)

Bundan sonraki kısa ama Edgar Allen Poe’yu anımsatan gerilim dolu, karanlık, hezeyanlı, ruh çırpıntıları ile dolu ikinci bölüme geçiyoruz. Eğer Sahip gibi sinestezik olsaydınız, hikayeye burada sıkı bir düğüm şekli verildiğini görür gibi olurdunuz siz de. Lord Arthur, falcıyı sıkıştırıp kaderini öğrendi. Kaderinde, kendi elleriyle işleyeceği bir cinayet görünüyor. Kendini acı soğuk bir gecede, gaz lambalarının rüzgarda titreşen ışığı altındaki kasvetli Londra sokaklarına atıyor. Ellerine bakıyor, üzerinde neredeyse kan lekeleri görüyor, umutsuz bir çığlığı zor zapdediyor falan filan. Sabaha kadar yürüyüp, bekleşen, uyuklayan arabacıların yanından geçiyor, dilenciler onun yüzündeki kasveti görüp kaçışıyor, boyalı yüzlü fahişeler yüzüne gülüyor… Lord Arthur belki de ilk kez kendinden aşağı gördüğü bu insanları farkediyor ve onlarla, insan olmakla eşitleyip kendini, hikayenin temasını fısıldıyor: ”Onlar da kendisi gibi, canavarca bir gösterinin kuklalarından başka bir şey değiller miydi?” Lord kaderini bilmeyen bu insanlara gıpta ederek bakıyor.

Oscar Wilde, aptal ama şen şakrak aristokrasi, yoksul ama kendinin bilincinde olmamakla yaşadığı zorlu hayata aldırışsız ve kaygısız halktan tiplerin yaşadığı, bir yandan alabildiğine fantastik, diğer yandan alabildiğine gerçekçi böyle bir Londra manzarasına, bizim çok yakından bildiğimiz müslümanlara özgü kader anlayışını yerleştiriyor. İnsan kaderinin kuklası mıdır? İnsan kaderinden kaçamaz mı?

Kaçamaz.


Şimdi hikayenin üçüncü bölümüne geliyoruz. Düğüm atmıştık ya, görün bakın, o düğümden itibaren coşkulu bir ipek gibi nasıl dökülüp saçılıyor hikaye sonrasında. Lord Arthur, konfor dolu evine gelip uyumuş, öğleyin uyanıyor. Öğle güneşi fildişi rengi ipek perdelerinden sevimli sevimli süzülürken, uşağı ona kakaosunu getiriyor, Lord Arthur, onu içtikten sonra, tatlı bir ışığın sızdığı banyosuna girip, su dolu mermer küvetin içinde tamamen huzura kavuşuyor. Güzel ve keyif veren şeylere eğilimi olan Oscar Wilde bize şu öğüdü verir gibidir: Bedeninize haz verin, ruhunuz onu takip edecektir. (Eh, bu da benim aforizmam olsun.)

Lord Arthur kaderinden kaçamayacağı gerçeğiyle yüzleşir, kaderini kabullenir ya, bir derdi vardır. Güzeller güzeli, zarif, masum Sybil Merton ile evlenme hazırlığı içindedir. Kaderinde bir cinayet işlemek varsa, bunu evlenmeden önce yapması gerektiğini söyler vicdanı. Sybil’in güzel başının kendi işleyeceği bir cinayetin utancıyla eğilmesine gönlü razı olmaz. Buradan itibaren hikaye bir komediye dönüşür. Lord, akrabalarından kimi öldüreceği hakkında kafa patlatır, çok sevdiği yaşlı bir akraba hanımda karar kılar. Öyle kan, şiddet sevmediği için, üyesi olduğu kulüpteki uşağa, kendisine bir toksikoloji kitabı bulmasını söyler, uşak bulamaz, kendi elleriyle kitabı bulur, zehir içeriğini kol yenine yazar, eczacıya uğrar, kuduz köpeğini öldürmek için bu zehire ihtiyacı olduğunu söyler, filan.

Burada biz parmaklar aramızda tartıştık biraz: Polisiye dizilerin ve dedektif romanlarının kurdu olmuş, her biri birer adli tıp uzmanı kesilmiş iki işaret parmağı dedi ki, “ohooo ooo, bir sürü kanıt, tanık... Burada işlenen cinayette ne sanatsal bir haz alıyor ne de gerilim dolu, heyecanlı anlar yaşıyorum. Komik!” 

Kendini parmakların lideri sanan ve bu yüzden hep biraz uzakta durup, bir lidere yakışacak şekilde mutedil konuşmaya özen gösteren, Tenten’in aptal dedektiflerine benzeyen iki başparmak, “tartışırken, burada yazarın, komedi unsurlarını ön plana çıkarmak istediği gerçeğini unutmayalım, rica ederim,” diye araya girdi. 

Orta parmak, hiçbir eylemsel yarar içermeyen, pratik hiçbir çözüm üretmeyen sosyal demokrat tavrını sürdürüp, kendince manidar bir süre sustuktan sonra, o analizci sesiyle konuştu: ”O zamanın aristokrasisi aslına bakarsanız, kaderle rekabet edecek bir erke sahip olduğundan, Lord Arthur’un, kaderini öğrenmesiyle ortaya çıkan meselesine olsa olsa bir oyun ciddiyetiyle yaklaştığını görmemek mümkün değil. Hayatı için en ufak emek harcamayan, her şeyi olduğu gibi kendi kaderini bile sömürmeye teşne bu zavallı insan, sınıfının işlediği suçlarının yanında kendisinin işleyeceği bir cinayetin lafı bile edilmeyeceğini bildiği için böylesine pervasız.” 

Hep bir ağızdan konuşup birbirimize itiraz ederken, neden sonra yüzük parmakları, bağlılık sembollerinin can sıkıcı baskısıyla anlamlandırılmaktan bıkmış usanmış o her daim depresyonda olan kısık sesleriyle fısıldayınca sustuk: “Hayat, dediğiniz şey” dedi, “zaten bir hapishane. İçinde hiçbir uyumun olmadığı, hiçbir şeyin diğerini tutmadığı, anlamsızlık komedyası. Kaçışın olmadığı kader de hapishanenin bir metaforu sadece. Böyleyken, neden uğraşmalı ve bir ciddiyet süsü vermeli. Başa gelen çekilir ve nasıl çekmeye mecbursan, öyle çekersin.” Sustuk, kederle kıvrıldık. Çok acıyoruz bu yüzük parmağına. 

Neden sonra serçe parmak, o çocuksu sesiyle bağırıp, “ben Lord Arthur’un cinayetlerini çok sevdim, çok komik!” demesiyle hepimiz rahatlayıp, kahkayı bastık.

Serçe parmak haklı, Lord Arthur'un cinayet tasarıları gerçekten komik. İlk cinayetinde başarılı olamaz, çünkü yaşlı Leydi kendiliğinden ölür. Bunun üzerine kimi öldüreceğini düşünür ve bu sefer öyle zehirle mehirle uğraşmayıp, amcası Chichester Başpapazını havaya uçurmaya karar verir! Patlayıcı düzeneğini oluşturmak kolay iş değildir ya, devrim yanlısı bir Rus olan arkadaşını ziyaret eder, bir aile meselesi için (!) bombaya ihtiyacı olduğunu söyler. Arkadaşının verdiği adrese gider. Buradaki bomba uzmanı ile yaptığı sohbet olabildiğince iğneleyici ve komiktir. Nefis bir şarap içerek, meseleyi konuşurlar. Bombacı, "Scotland Yard için kullanacaksanız, buna asla izin vermem, çünkü İngiliz polis müfettişleri bizim en iyi dostlarımızdır. Bir tanesini bile feda edemem,” der:) Lord Arthur, onu temin eder ki polis üstünde kullanmayacak, sadece bir başpapazı öldürecektir. Diğeri, “aman, aman! Din konusundaki duygularınızn bu kadar güçlü olduğunu tahmin etmemiştim,” der :) Herneyse. Bombacı nefis, sevimli bir çalar saat içine bombayı yerleştirecek ve bombanın da kararlaştırılan gün patlaması sağlanacaktır. Oscar Wilde’ın hicivciliği, nüktedanlıkla burada da nükseder; saatin üstünde, çokbaşlı despotizm yılanını ayaklar altında ezen bir hürriyet figürü vardır, ki işin komedisi, sonra kahkahalar içinde öğreniriz ki patlama saati geldiğinde bu hürriyet figürünün ayaklarının dibinden püff diye bir sesle, küçük bir duman çıkar. Fransız Devrimi sırasında icad edilen bu hürriyet şeysinin gücü bu kadardır yani. Heyy!.. Uyumayın.

Bizim Lord kaderinde olan cinayeti işleyemez ve böylece sabırsızlıkla beklediği düğünü erteledikçe ertelerken sinirleri allak bullak dolaşır ve Thames ırmağının kıyısında kimi görürü dersiniz? Hayatını zindana çeviren el falcısını. Aklından o anda harika bir plan geçer, adamın arkasından yaklaşıp, ayaklarından tuttuğu gibi, hoop Thames ırmağına atar. Derin bir iç geçirip, doğruca nişanlısı Sybil’in evine gider ve düğünü erteleyip durmasına rağmen, ona olan inancını şu kadar olsun yitirmemiş bağlılık timsali Sybil’e artık evelnebileceklerini söyler. Chichester Başpapazı tarafından son derece etkileyici bir şekilde verilen vaaz eşliğinde güzel bir düğünleri olur, iki yıl sonra da gün ışığı gibi oğulları ve kızları. Sonu biraz zayıf hikayenin. O coşkuyla, kabararak dökülen kumaş, nerdeyse ip kadar incelip yok olur. Ama hikaye güzel, sahiden diyorum, ya.





Sahip kendine gelmek üzere. Nöron ajanlarımız, Sahibin, akşam için oğluna yemek planları yaptığını haber verdiler şimdi. Dün gece mantı içinden artan kıymayı top top yaptıracak bize anladığımız kadarıyla ve bezelye, havuç, patateslerle birlikte pişirecek. Dün gece de epey çalıştırdı bizi; o tuhaf, komik mantı denilen şeyi yaptık. Oyuncak yemek! Hamur bezelerini açıp, küçük karelere bölüp, ortalarına kıyma koyup, dört ucundan tutup büzüyorsunuz. Resmen komedi! Sonra iskoç ekmekçikleri yaptı, oğluna sabah sandiviçleri için ve elbette fırın ısınmışken cümlesinin sonuna her seferinde eklenen mısır ekmeği. Öldük bittik. Gece yatağa uzandığında da, Salinger’ın Zooey’sinin sayfalarını çevirdik ağır ağır tabii. Ben şu Salinger’ın Franny ve Zooey’sinin sayfalarını ömrü billah ne kadar çok çevirdim, tahmin bile edemezsiniz.

Son söz demek icap ederse, elleriniz, el parmaklarınız çok önemlidir. Düzenler, dağıtır, kırar, yapar, açılır kapanır… cinayet işleseniz hem suç mahallinde, hem de parmaklarınızda izi kalır. Parmakların belleği vardır. Hatırlayınız, Shakespeare’in Macbeth’inde Lady Macbeth işlenen cinayetleri elleriyle hatırlar ve ne der?

“Çık elimden, korkunç leke çık diyorum sana!”

Aman, dokunduğunuz şeye dikkat edin!

Hadi artık allahaısmarladık, kaderimizin bizi çağırdığı mutfağa gidelim, asli işimizi yapalım, köfte yoğuralım.



not 1: "sıkıntıdan patladık...  parmaklara asla bu kadar söz hakkı vermemek lazım," diyorsanız, size kör, sağır ve dilsiz helen keller'in, parmaklarına beş dil öğretip kendini bunlarla ifade ettiğini, o parmaklarla bir sürü kitap yazdığını hatırlatır, teessüf ederiz.


not 2: sahip mahip derken, elbette şenay aklımızdaydı hep. senden ödünç aldığımız bu bizi hep güldüren sözcük için teşekkürler, şenay.

2 yorum:

şenay izne ayrıldı dedi ki...

*heyy, parantezi sevmiyorum, dırdır etmek istiyorum bu konuda.
*işgüzar parmaklar, asi ayaklar...işiniz çokk.
*adımı ve mahlasımı seviyorum. "sahip burada" diye yazdığım bir yerler vardı (vapurlar, tuvaletler, banklar filan).
*babil kitaplığı dizisindeki kitapların sayfaları kalın ve yazıları büyük. tam sevdiğim.
*sevinçler;
hamiş : "innaılmaz" yazmışsınız (yanlış saymadıysam 95. satır).

endiseliperi dedi ki...

ya, hangi cümle var 95. satırda? saymaya çalıştım ama birbirine girdi cümleler.

bence de kalın sayfa, büyük punto, iyidir. font da iyi. ben hatta kapağın iç sayfasına bakıp hangi fontmuş, bu güzel font, dedim.

ah şenay keşke bir yerde, tesadüfen görsem "sahip burada" yazısını. sevinçten zıplarım, inan ki.

evet, şu beden parçaları ile konuşan, onları konuşturan bir tek ben miyim acaba? gerçi az önce, korkunç sıcaklardan sonra tahmin edileceği üzere rüzgar çıktı ve salonun açık penceresi tak tak diye vurmaya başladı. Ben salona ne diyerek girdim dersin? "ay pardon, kapamayı unutmuşum seni. çok özür dilerim." yemin ederim, şenay.

teşekkür ederim. tina tam iskemlemin dibinde durup, beni çağırıyor. şu rüzgardan asabı bozuldu. yatacağız şimdi.

sevgiler (ve neydi? merdivenler.... kelebekler...)

:) çok tatlısın.