lord jim
joseph conrad
ç. hasan fehmi nemli
iletişim yayınları
lord jim biteli çok oldu. onu nasıl anlatmam gerekir ki bu olağanüstü kitap aklınızda bulunsun, dahası kitapçıda dolaşırken ona uzanıp almaya niyetlenin, bilemedim. conrad çok iyi bir yazar. size diyorum, benim kitaplığımdaki yeri dostoyevski’nin yanı. ama niye onu anlatmakta zorlanıyorum? her gün kaçak bana, "bugün lord jim ne yaptı? marlow ne anlatıyor gene?" diye sordu ve diyeceğim ne varsa ona dedim diye mi? belki de. ve her seferinde nedense conrad’tan açılan söz dönüp dolaşıp dostoyevski’ye geldi. conrad, dostoyevski’den hoşlanmazmış bile. o böyle dese de dostoyevski’yi en iyi, en derin, en içten okuyan, onu en iyi anlayan okur conrad bence. onun, batılı gözler altında adlı kitabını okuduğumda razumov’un ruhsal karmaşası, kendisiyle mücadelesi, yalnızlığı, mutsuzluğu, ikircikli tutumu onu neredeyse raskolnikov’un kardeşi yapıyordu. ya da ne bileyim, bu kitabı okumuşken dostoyevski'nin ecinniler'ini tekrar okumak akla düşüyordu ve insan ister istemez şatov'u anıyordu. conrad her ne kadar doğa betimlemelerini çok sevse, denizi, ormanı ayrıntılarıyla anlatsa; lord jim'de patusan'ı, karanlığın yüreği'nde kongo'yu gerçeküstü bir manzara duygusu vererek betimlese ve şehirli dostoyevski ‘de doğanın tek görüntüsü bulunmasa bile böyleydi bu. çünkü insan ruhu, insanın varoluş meselesi bu iki yazarın kahramanlarına da bu meseleler dolayımında olmadık saçmalıklar ve budalalıklar yaptırıyor ya da en şaşırtıcı, inanılmaz, soylu kararlar aldırıyordu.
lord jim’in, bir aşk romanı ile hiç mi hiç ilgisi olmasa bile, bana dostoyevski’nin budala’sını çağrıştırmasında, prens mişkin ile lord jim arasında kurduğum belki de o hastalıklı sinestezik bakış ile bağ kurmama neden oluşunda, lord jim’in bence çok ama çok romantik bir kitap oluşu yatar. biliyorsunuz, doğası gereği iyilik dolu prens mişkin, dünyanın kötülüklerini kendi usulünce yok etmeye çalışır durur, ancak başaramaz ve o büyük kötülükle karşılaştığı anda da tümden budalalaşır. lord jim'i anlatan marlow, kurtz'u deneyimlemiş biridir artık ve insanın kötülüğünün içinde olduğunu bilir; insanlığın kollektif bilinçaltında vardır kötülük ve koşullar fırsatı yarattığında, uygarlık maskesiyle örtülmüş insanın ilkel yanı uyanır ve kötülük yapabilir. lord jim de bana kalırsa kötülükle savaşır, ancak prens mişkin gibi dünyadaki kötülükle değil, içinde olduğunu bildiği kötülükle. lord jim zaafiyetinin kefaretini ödemek için uğraşır didinir, ancak onun da sonu prens mişkin'den farklı olmaz.
lord jim’in, bir aşk romanı ile hiç mi hiç ilgisi olmasa bile, bana dostoyevski’nin budala’sını çağrıştırmasında, prens mişkin ile lord jim arasında kurduğum belki de o hastalıklı sinestezik bakış ile bağ kurmama neden oluşunda, lord jim’in bence çok ama çok romantik bir kitap oluşu yatar. biliyorsunuz, doğası gereği iyilik dolu prens mişkin, dünyanın kötülüklerini kendi usulünce yok etmeye çalışır durur, ancak başaramaz ve o büyük kötülükle karşılaştığı anda da tümden budalalaşır. lord jim'i anlatan marlow, kurtz'u deneyimlemiş biridir artık ve insanın kötülüğünün içinde olduğunu bilir; insanlığın kollektif bilinçaltında vardır kötülük ve koşullar fırsatı yarattığında, uygarlık maskesiyle örtülmüş insanın ilkel yanı uyanır ve kötülük yapabilir. lord jim de bana kalırsa kötülükle savaşır, ancak prens mişkin gibi dünyadaki kötülükle değil, içinde olduğunu bildiği kötülükle. lord jim zaafiyetinin kefaretini ödemek için uğraşır didinir, ancak onun da sonu prens mişkin'den farklı olmaz.
“yazgı acımasız bir efendi gibi cezalandırmaz, gizli yatıştırılmaz bir kini tatmin etmek ister gibi yavaş yavaş işkence eder. sanki dünyaya egemen olmak için sağduyunun sınırlarını zorlamaya en yatkın olanlardan öç almaya çalışıyor gibidir. çünkü sadece kadınlar zaman zaman aşklarına insanı irkiltecek kadar dünya dışı bir nitelik kazandırmayı başarabilirler. Dünya acaba onlara nasıl görünüyor diye hayretle kendi kendime sorarım –şekli, maddesi bizim bildiğimiz, havası bizim soluduğumuz gibi mi? bazen dünyanın onlara, maceracı ruhlarının heyecanıyla kaynayan, olası tüm tehlike ve fedakarlıkların ihtişamıyla aydınlanan akıl dışı ve ulvi bir yer olarak göründüğünü hayal ederim.” (s.250) lord jim’i okuyup, "çok marazi" olduğunu söyleyerek kitabı beğenmediğini itiraf edince bir hanım okuyucusu, conrad, “hiç kimse yitirilen bir onurun bilincine varılmasında bir sağlıksızlık göremez,“ demiş. conrad’ı bu nedenle sevmeliyiz bence, çünkü, “erdem dünyanın her yerinde aynıdır” (s.310) ve ruhun derinliklerinde samimiyetle kendiyle hesaplaşan insan, ister kadın ister erkek olsun aynı acıyı çeker.
karanlığın yüreği kitabında olduğu gibi bu kitabında da anlatıcı olarak marlow’u seçen conrad, böylece hem bir ayrıntı bolluğu ile derinlemesine psikolojik gözlemler yapar hem de biraz uzak, biraz belirsiz bırakarak kahramanı lord jim’i istediği açıdan görür. karanlığın yüreği'nde sanki daha gençtir marlow, orada, anlattığı yolculuk hikayesi bir anlamda kendi ruhuna yaptığı bir yolculuk gibidir. bir genç adamın kendini tanımasıdır sanki, öylesine transa geçmiş gibi konuşur... acılı, karanlık, alabildiğine tasarruflu. öyle ki elinizdeki kitabı, dünyanın, insanların pespaye rezilliğine küfür bile edemeyecek kadar tıkanmış olarak kederden kaskatı kesilmiş bir yüreği tutar gibi tutarsınız.
marlow, lord jim’i bundan topu topu bir yıl sonra anlatsa da, sanki olgunlaşmış, bir yaşlı kalenderliği, bilgeliği gelmiş üstüne. mizah duygusu daha gelişmiş, daha sohbete yatkın... yani karanlığın yüreği’ni yaşamış, görmüş geçirmiş, insan ruhuna sızmayı bilmiş, onun şifrelerini çözmüş bir marlow. marlow’u seviyorum. conrad, youth ve chance hikayelerini de marlow’a anlattırmış. çok şükür.
marlow’un dinleyicilerini de çok seviyorum. onun sözünü hiç kesmeden, sessiz sessiz dinledikleri, onu anladıkları için. lord jim'de dinleyiciler yine gemici. yemekten sonra oturmuş, purolarını tüttürüyorlar ve oyun oynayacak kadar bile halleri yok. marlow oyalanmak için onlara lord jim’i anlatır. elbette, marlow'un dinleyicileri, her ne kadar gemicilerse de biziz, biz okurlarız. conrad'ı okursanız, sizin de onda en çarpıcı bulacağınız, hoşunuza gidecek şeylerden biri bu anlatı tekniği olacak. mesela karanlığın yüreği'nde "ben" anlatıcı, çok sıradan, biraz da ağdalı bir tazla büyük ingiltere'nin tarihteki gemicilerini, tüm dünyaya yelken açan maceraperest ingiliz ruhunu över. sonra marlow sözü alır ve bu cafcaflı lafları, bu gerçeği ve çirkinliği gizleyen yalan sözleri neredeyse keserek, karanlığın yüreğini, ingiltere'nin ve tüm batı uygarlığının çirkin yüzünü görmüş biri olarak anlatmaya başlar. şaşırırız, biz "ben" anlatıcıyı dinliyorduk bambaşka havada. şimdi, "ben" anlatıcı ile birlikte yüzümüzü marlow'a dönüp onu dinlemeye başlarız. bir sürü anlatı katmanı yani. marlow hatta bir yerde, "ben" anlatıcıya ve aslında biz okurlara da sataşır, küçümser bizi ve o sırada karanlık içinde onu dinleyen "ben" anlatıcı der ki, "terbiyesizlik yapma, marlow." ne hoş! biz, conrad'dan çok uzakta ve başka zamanın karanlığındaki okuyucu olan biz, sanki anlatının içindeyizdir. lord jim'i anlatırken mesela marlow öyle ayrıntılara gömülür ki, dinleyicilerden biri, "kılı kırk yarıyorsun, marlow," der:) okuyucu olarak belki bir kaçımızın ifade etmek istediği şeyi, orda bizi temsilen bulunan dinleyici dillendirir sanki. seveceksiniz çok. bu anlatı tekniğini ben conrad'la ilk tanıştığım kitap olan narcissus'un zencisi kitabında gözlemlemiştim. orada marlow yok. yanlış hatırlamıyorsam, "ben" anlatıcı anlatır, anlatır ve neden sonra "ben" susar, mürettabattan biri konuşmaya başlar. o zaman öyle sandım ki ben, bizim kitaba, olaya müdahil olarak katılmak istediğimiz yeri sezdi conrad ve özdeşlik kurmayı düşüneceğimiz kahramanlardan birini konuşturmaya başladı. çok oldu bu kitabını okuyalı ya, okuyacağım onu da yeniden. haluk şahin nefis çevirmişti o kitabı. sırada conrad'ın nostromo kitabı var. geçen cumartesi aslı ile çıktığımızda kitapçıya da uğramış, almıştık. o bitsin, ondan sonra narcissus'un zencisi.
ben conrad'ın kitaplarını okumanızı ve dahası sevmezini çok isterim. onun, konusu karada geçen kitapları ile denizde geçen kitapları bambaşkadır sanki. eğer okumaya başlayacaksanız, casus çok iyi bir başlangıç olabilir. muhteşemdir ve bir dedektif romanı gibi heyecan vericidir. ben deniz konusunda biraz müşkülpesent olduğum için biraz temkinli davranıyordum conrad'ın denizde geçen kitaplarına. ama narcissus'un zencisi ile öyle bir daldım ki onun deniz kitaplarına, hiç çıkmak istemiyorum mesela şimdi.
ancak yine de, conrad'ın lord jim kitabını okurken, zaman zaman şu aşağıda göreceğiniz denizci sözcükleri geçer kitabın ilk bölümlerinde. bana kalırsa şu sözcüklerin anlamına şimdiden bir göz atın. böylece dikkatiniz dağılmaz kitabı okurken.
babafingo serenleri: yelkenli bir teknede eğer direk üç kısımdan ibaret ise en üstteki parça.
filika: savaş gemilerindeki kürekli veya yelkinli tekneler.
pruva direği: birden çok direkli teknede baş taraftaki ilk direk.
tavlon güverte: çok güverteli gemilerin üsten itibaren aşağıya doğru beşinci güvertesi veya
eski harp gemilerine ait bir güverte katı.
mizana direği: üç direkli bir yelkenli gemide en kıçtaki direk.
küpeşte: güverte üstündeki borda kaplaması.
(borda: Su kesiminden yukarıda kalan kısım.)
tirenti: bir halatın çekilen çıması.
seren: direkler üzerinde yelken açmak için ve işaret çekmek için yatay olarak bağlanmış gönder.
(gönder: ince düz ve uzunca olarak çekilmiş çubuklar. [sancak gönderi, filika kanca gönderi, cıvadra gönderi, balon (spinaker) gönderi]
puntel: güvertenin kuvvetlendirilmesi için alttan dikine konan destek veya güverte üzerindeki vardevelaların tutmak için güverteye dik olarak konulan demir çubuklar. (vardevela: teknelerin küpeştelerinde ve borda iskelelerinde yolcu/mürettebatın korunması için dikilmiş bulunan sabit veya yatar-kalkar puntellerin üzerine yatay olark geçirilmiş halat veya demir, tiriz. )
çatana: filika büyüklüğünde buharla işleyen deniz teknesi, küçük vapur, istimbot.
laçka: boşver, boşalt, boşalmış, gevşemiş anlamında.
parakete: bir geminin süratini ve deniz içinde katettiği mesafeyi deniz mili yönünden ölçen elektrikî ve mekanikî alet. genel olarak kullanılan üç tipi; imtiyazlı parakete, elektrikli parakete, pito statik parakete'dir.
lostromo: geminin malzeme ve tayfasından sorumlu kişisi.
matafora: teknelerde veya sahilde filika veya botların asılabilmesi için uçlarında palanga bulunan aygıt.
avara etmek: gemi, bot veya tekninin yanaşık olduğu yerden ayrılması.
ıskarmoz: kürekli teknelerde küreğin bağlanması veya oturması için ay veya çelik şeklindeki metal veya ahşap lumbar.
sözcüklerin anlamını şu siteden buldum. teşekkür ederim.
lord jim'e bir türlü gelemediğimin farkındayım. lord jim kitabı, iki temel bölümden oluşuyor: birinci bölüm, lord jim'in başına gelen talihsiz olay ve marlow'a içini dökmesi ve sonrasında bir ticari temsilci olarak çalışırken, yaşadığı o talihsiz olayın sonuçlarından budalalık derecesinde bir gururla kaçındığı zamanlar. ikinci bölüm ise lord jim'in mezara girer gibi patusan denilen küçük bir ülkeye gidişi ve onurunu kendine yeniden ispatladığı bölüm.
lord jim aslında basit biri. çok zeki bile sayılmaz. güçlü kuvvetli, masmavi gözleri çocukça parlayan, kendisinden türlü kahramanlıklar bekleyen, çocukluğu bu hayalle geçmiş, kibirli biri. ingiliz, bir papazın oğlu. gemicilik okulunda okumaya gönderilmiş. iki yıllık bir eğitimden sonra da patna adlı nuh nebiden kalma bir gemide ikinci kaptan olarak denize açılmış.
marlow, bir mahkeme salonunda, jim bir sanık sandalyesinde otururken tanıyor onu. çünkü başına gelen o berbat ve tuhaf olay tüm gemicilerin olduğu kadar marlow’un da ilgisini çekiyor. aslında marlow’un dikkatini, böyle bir bahtsızlığı yaşayan bir karakter olarak jim’in bizzat kendisi çekiyor. marlow, hiç bir şeyi umursamayan havalarda, "yeni bir ingiliz altını kadar hakiki görünen jim’in adi bir pirinçten başka bir şey olup olmadığını" (s.49) merakından izliyor onu.
gerçekten de olmuş bir olaydan,"kötü niyetli birtanrı tarafından hazırlanmadıysa, şeytanın son derece amaçsız bir işi olmalıydı," (s.147) dediği bir olaydan esinlenerek yazmış bu kitabı.
patna adlı gemi sekizyüz hacıyı mekke’ye taşımak için yola çıkar. eski, çürük gemi süt liman bir denizde ilerlerken, ciddi bir arıza olur, gemi batma tehlikesiyle karşılaşır, işe yaramaz kaptan ve mürettabatı filikaya atlayıp kendi canlarını kurtarmak isterler, jim karar veremez, bir şuur kaybı anında o da filikaya atlar. ancak, patna kurtarılır, öbür mürettabat mahkemeden kaçar, gururlu jim, duruşma salonunda tek başına bu utanç verici olayın yükünü taşır. kitabı alırsanız, muhteşem anlatılmış kaza anına, hiç birşeyden haberi olmayan hacılar uyurken, korkak ve sorumsuz mürettabatın filikayı indirme telaşına ve jim’in bulantılı ruhsal çalkantısına dikkatinizi çekmek isterim.
marlow ilk başlarda pek de hoşlanmadığı ve “kaçmış olsa kimsenin peşine düşme zahmetine katlanmayacağını bile bile mahkemenin karşısına çıkmasında bir tür cesaret gördüğü”(s. 66) jim’i “suçlu olduğu değil, suç işleyebilecek kadar zayıf olduğu ortaya çıkan birini seyretmek kadar korkunç bir şey olamayacağı” (s.46) için sıkıntıyla izler.
bu arada lütfen yan karakterlerin de zevkini çıkarın. mesela, 'yeryüzünde hiç kimsenin hakkı olamayacak kadar iri göbekli' patna’nın kaptanı, sonra, muhteşem bir karakter olarak hakkında bambaşka bir eser yazılabilecek, mahkemede yardımcı yargıçlık yapan yelkenli kaptanı brierly... ben kitapta çok güçlü bir şekilde anlatılmış bu karakterleri daha sonra belki parça parça yine okumak canım ister diye, sahneye çıktıkları sayfaların başına isimlerini yazdım. belki siz de öyle yaparsınız.
uzatıyorum. lord jim ve marlow bir şekilde buluşurlar ve jim içini döker ona. marlow temkinlidir ve onun dediği hiç bir şeye karşı çıkmaya da niyeti yoktur. çünkü marlow diyor ki, “benim inancım odur ki hiç kimse kendi kişiliğinin karanlık yönlerini öğrenmekten kaçınmak için ne ustalıklı dolaplar çevirdiğini yeterince anlayamaz.“(s.78) öyle ama jim marlow’la konuşurken, “benimle konuşmuyordu,” diyor marlow, “karşımda oturmuş, görünmeyen bir kişiyle konuşuyordu, kişiliğinin zıt ve ayrılmaz yanıyla –ruhunun diğer yarısıyla tartışıyordu. bunlar bir mahkemenin uzmanlık alanını aşardı; hayatın özüne ilişkin çetin ve çok önemli bir tartışmaydı; bir yargıca gereksinmesi yoktu.” (s.88) jim böyle konuşunca marlow gittikçe daha yakın duyar kendini ona. “... sanki kişiliğinde barındırdığı hakikat insanlığın kendisi hakkındaki anlayışı kökten değiştirecekmiş gibi beni büyülüyordu,” (s.89) der.
jim basitliğiyle öyle karmaşık, öyle masumdur, öyle yaralı ve şaşkındır ki marlow derin bir merhamet duygusu altında ezilir.
onikinci ve onüçüncü bölümlerde anlatılan patna’yı kurtaran fransız gemisindeki subay karakteri muhtemelen bambaşka hazlarla gülümsemenize neden olacak. çok, çok hoş anlatılmış bir karakter. conrad'ın yazarken çok eğlendiğine eminim.
kitabı çok fazla anlatmayayım artık, ama mesela şöyle bir şey diyor conrad ve insan böyle bir şeyi okuduktan sonra zihnindeki tüm o suç, suçluluk, suçsuzluk kavramları yerle bir olmaz mı? marlow, mahkemenin sonucundan endişelenip jim'e kaçmasını önerir ve ona yardım edeceğini söyler. jim, "kaçmak mı? aklımın köşesinden geçmez," der. bunun üzerine marlow düşünür, "açık ve samimi olmak gerekirse, bu işte suçsuzdum, suçlunun erdemli sadeliği benim hilekarlığıma üstün gelmişti. onun da bencil olduğuna şüphe yoktu, ama onun bencilliğinin nedenleri de amaçları da benimkinden daha asildi."(s.141)
o konuşmadan sonra ayrılırlarken, jim, karanlıkta marlow'un elini sıkar ve uzaklaşır. marlow der ki,"çok beceriksiz biriydi. müthiş beceriksiz. ayakkabılarının çakıllarda çıkardığı sesleri işitiyordum. koşuyordu. kesinlikle koşuyordu, oysa gidecek hiçbir yeri yoktu."(s.143) ahhh... gözyaşlarımı tutamadığım yer burasıydı.
marlow, jim'i sever, kollar filan, ama hep bir ikircikli, kuşkulu bir bakış vardır jim'e karşı. marlow, jim'in suçun kendisiyle ilgilenmesini ister, ama jim bu suç nedeniyle kaybettiği itibar duygusuyla çok oyalanmaktadır. ve bunu anlayamaz, hoşlanmaz marlow. jim, ince duyguları, ince özlemleri, idealize edilmiş, yüceltilmiş bir bencilliği olan biri. daha kaba birinin kendisiyle uzlaşacağı ya da daha da kabaysa yaptığı hatayı unutup gideceği böylesi bir suç nedeniyle jim'e sahip çıkması gerektiğini düşünür. çünkü jim, "köpeklerin önüne atılamayacak ya da chester'a feda edilemeyeck denli ilginç -ya da bahtsız diyelim- biriydi."
(s.163)
marlow, jim'i anlamak için çok çabalar, onun zaafiyeti de budur işte. "bir insanın yüreğinin derinliklerini anlamaya çalıştığımızda, yıldızların görüntüsünü ve güneşin sıcaklığını paylaştığımız bu varlıkların ne kadar anlaşılmaz, değişken ve belirsiz olduğunu kavrarız. yalnızlık sanki varoluşun mutlak şartıymış gibi, önümüzdeki et ve kemikten ibaret kılıf, elimizi uzattığmız anda gözlerimizin önünde erir, geriye hiçbir gözün izleyemeyeceği, hiçbir elin tutamayacağı hercai, avutulamaz, kaypak bir ruh kalır sadece."(s.165)
ondokuzuncu bölümde ortaya çıkan marlow'un arkadaşı stein çok önemlidir. dikkat edin. jim'i 'bizden biri" diye kollayan marlow, jim'i bir 'romantik' olarak tanımlayan stein'dır. aynı zamanda jim'in kaderinde önemli bir rol oynayacak öneriyi yapan da odur. bir böcekbilimcidir ve marlow'la sohbet ederken şöyle der, "insan olağanüstüdür, ama bir başyapıt değildir. belki sanatçı biraz deliydi, ha? ne dersiniz? bazen insanın kendisine ihtiyaç duyulmayan, istenmediği bir yere geldiğini düşünüyorum, yoksa neden bu yerin tamamını istesin, kendisi hakkında bir yığın şamata yaparak, yıldızlardan söz ederek, otları ezerek oraya buraya koştursun ki?..." (s.189)
marlow güzel güzel anlatır ve neden sonra karanlığın yüreği'nde yaptığı gibi yine bir yerde hiddete kapılır, orda bulunan dinleyicileri ve biz okurları kışkırtacak laflar söyler. sanki marlow yeterince iyi dinlenip dinlenmediğini anlamak için ufak bir şiddet uygulamaktadır. biz de kitabı okurken, şöyle bir doğrulur, "ne oluyor marlow, yahu!?" demek isteriz. "içtenlikle söylecek olursam, kendi sözlerimin gücüne değil, sizin zekanıza güvenmiyorum. bedenlerinizi korumak için hayal gücünüzü açlığa mahkum ettiğinizden korkmamış olsaydım, dostlarım, belagatle konuşurdum. size hakaret etmek istemiyorum; hayal gücünü beslememek oldukça saygın, rahatlatıcı, kazançlı ve... bir o kadar da sıkıcıdır. bununla birlikte sizler de kendi zamanınızda hayatın yoğunluğunu tanımış olmalısınız, bir çakmak taşından sıçrayan kıvılcımlar kadar şaşırtıcı -ve ne yazık ki onlar kadar kısa ömürlü- olan şu önemsiz şeylerin etrafını saran görkemli haleyi!"(s.205)
kusura bakmayın, çok konuştum. biliyorsunuz sevmediğim şeyler konusunda dilsizleşirken, sevdiğim bir şey olunca susmayı, sözü en uygun yerde bırakmayı beceremiyorum. içimdeki bu coşku, bu akış son damlasına kadar size geçinceye kadar konuşmak istiyorum. ama işte kitap aynı kitap olsa da herkes bambaşka okur o kitabı. kaldı ki diyelim üç yıl sonra bu kitabı tekrar elime aldığımda bile çok farklı bir okuma olacaktır. sizin bu kitaba yaklaşımınız da bambaşka olacaktır muhtemelen. ama ne önemi var bunların... yazmaktan parmaklarımı uyuşturan şu yukarıdaki yazının ne önemi var?
okuyalım yahu... sadece zevk almak için.
3 yorum:
bende kitabı okudum ingilizce olarak. Filminide izledim.Çapulcu kitabı...
üstteki mart 2013 tarihli yorumda "çapulcu" kelimesinin geçmesi, bunun sanıyorum kitabın iyi yazılmamış olduğu kanısıyla kullanılmış olması, temmuz 2013'te yorumu okuduğumda tam tersi anlamda anlamış olmam vs.
sevgili peri,
conrad'ı yıllar önce okumuştum (karanlığın yüreği) ve yaşım henüz yirmilerin başıydı, açıkçası kitabı hiç anlamamıştım, bunda yayınevinin çeviri ve imla konusundaki özensizliğinin payı büyük elbette, çünkü kitabı on iki yıl sonra tekrar okudum da ne nefis bir kitapmış diyorum, dili, kurgusu, ayrıntıları vs. gözümün önüne hâlâ o siyahinin bisküvi parçasına avucunu kapatması geliyor.
şimdi lord jim okuyorum, fazla teferruatlı, karakterli, bilinmeyen terimli bir kitap. yazar içinden fışkıran her şeyi kitaba doldurmak istemiş sanki. ama çok sürükleyici ve bence karanlığın yüreği'ne kıyasla daha sıcak bir kitap.
conrad'ın kitapları biraz ağır ilerliyor. yani meselenin özüne, asıl hesaplaşmaya (sayfa olmuş yüz yedi)hâlâ yol yapıyor. önümüze sürekli, hani derler ya "elimizi vicdanımıza koyup" durup muhasebesi yapmamız için yemler atıyor. gemi batarken aklım çıktı. o ne karanlık, ne korkunç bir gündü.
buraya o kelimeleri ve anlamlarını yazdığın için çok tatlısın. dahası bu kitapları mırıl mırıl sayıkladığın, övdüğün, önerdiğin için de. conrad bence de dostoyevski'ye çok yakın. ama dili daha şiirsel. ben de bunu seviyorum galiba.
conrad'ın eserleri insan tabiatında ki kötülük fikrinin yüzeye vurmasıdır.yani her insanın içinde ne kadar iyilik fikri varsa altta kalmış olan kötülüğün var olduğu ve her an harekete geçebileceği ruh halini anlatır.kitapları zordur ama insan onları okuduktan sonra bile aklına getirir.
Yorum Gönder