Çarşamba, Eylül 15

bi tuhaf yazı

deniz tatiline giderken elbette nostromo'yu pek de kolay okuyamayacağımı biliyordum ya, programa sadık kalmak istemiştim. hem belki sakin bir ağaç altı bulur ve orda kendi zamanamı unutarak (ne unutacaksın yahu, karşında mis gibi deniz, tepende ağaç, çay nefis) kitabın zamanına dalar... (hay allah, alt kat komşuda ciddi, gürültülü bir tartışma var şu an. kavga eden erkek sesleri ne kadar vahşi.)

ne diyorduk, hah, neticede iyi fikir değilmiş nostromo'ya başlamak. bir yüz sayfa kadar okudum içimde sancıyla. sancıyla, çünkü kitap bana sürekli, "beni okumaya hazır mısın?" diye soruyordu. dahası conrad'ın bu kitabı yazarken çektiği sıkıntılar, ona hayran bir okuyucusu olarak bana musallat oluyordu. evet evet, çünkü insan yeterince dikkat kesilirse, yazarının tam da o şeyi yazarken gülümsediğini ya da kendinden şüpheye düştüğünü, bir karakterini yaratırken yemeden içmeden kesildiğini hissedebilir. yazar hangi geçmiş okumalarla beslenmiş, işte tam şu imgeyi kullanırken aklında o dönemin hangi gazete haberi dolanmış, sezebilir... (hmmm, alt katta kapılar çarpıyor. biri diğerine, "yabani adam!" diye bağırdı:) sesleri kesildiği anda, derin bir sessizlik çöküyor, köpekler havlıyor... brrr)

kafamız karıştı şimdi gürültüden. neyse, bu yazının niyeti kestirmeden şu: okuma serüveni de yazma serüveni kadar ciddi bir uğraştır. ve her kitap okurundan  bambaşka bir kabulleniş, uzlaşma bekler. nostromo'yu okumaya erteledim -ki nedenini kitabı okuyup size yazarken ayrıntılı bir şekilde yazacağım. conrad'la karşılıklı can çekişeceğiz orada.- yağmur, "teyze," dedi (bu teyze sözcüğü de azıcık bayatlamış pofuduk bir çörek gibi çıkıyor yağmur'un dudağından. bazen, "teyze'ciğim", diyor ki, o zaman, keskin bir bıçakla bu çörek kesilip, arasına bal, reçel sürülmüş gibi tatlı oluyor.) "seni bir ara yüzyıllık yalnızlık kitabına uzanırken, önüne arkasına bakarken görmüştüm. kitabı aldın bırakmadın sonra." yağmur'un elinden biraz cebren alıp, bir solukta da okudum yüzyıllık yalnızlık'ı. ablam olsa, kısmet, derdi:) çünkü o sırada aslında marquez'in bana teklif ettiği sözleşmeye daha yatkındım. ailemin bir parçasıyla beraberdim ve bizim aile cinler, periler, efsaneler, destanlar, düşler, fallarla büyülü bir tarihe sahiptir. annem sağolsun. böylece ben yüzyıllık yalnızlık okuru olarak, anlayışlı, halden anlar, asabiyetsiz bir ruh haline girerek, anlaşmanın bana düşen kısmını gerçekleştirmiştim. aramızda müthiş bir konuşmanın anlayış dolu sevecenliği gibi, uzun, kesintisiz, oyun dolu bir sevişmenin hazzı gibi bir şey dolanıp durdu bu nedenle. öhöm... böyle diyorsam da, okumanın tümden akli bir faaliyet olduğunu unutmayalım, lütfen. (1 sn kapı çalınıyor... hah, geldim. alt kat komşu, "biraz gürültü oldu, özür dileriz," filan diyor. "yoo, duymadım, kulaklıkla müzik dinliyordum ben," dedim. geçelim.)

nostromo'ya hazırlanırken, edward said'in başlangıçlar kitabına göz gezdirdim. size de öneririm, nostromo'dan önce ya da sonra. bu kitapta, conrad'ın nostromo kitabı hakkında doyurucu dört beş sayfa var zira.  ayrıca, dickens, hardy, mann, proust, milton, hopkins, foucault, kierkeegard'la ilgiliyseniz, vico (hiç tanımıyorum valla, edward said çok sözünü ediyor.), swift'ten tutun da marx'a kim dolanıyorsa kafanızda, said'in başlangıçlar, niyetler, yöntemler dolayımında karşılaşabilirsiniz onlarla.

hmmm... bu arada nasılız? keyfim yerinde. sonbaharı seviyoruz. bu mevsimde bulutlara bakmayı ihmal etmeyin, çok güzel olurlar. ben görev icabı tabağımdaki yemeği bitirmeye ve bir düzenlilik içinde ara öğünler yemeğe dikkat kesildim. hedef dört kilo alıp, 54 kilo olmak. önümüz kış, fırın sezonunu açarım ben zaten. bir kaç gün içinde kabak kızartmalı bir pizza yapacağım (yarın değil. yarın, köfte, piyaz, mercimek çorba olacak). bu pizza basit. bildiğiniz pizza hamuru, bildiğiniz yuvarlak doğranmış kabak kızartması, bildiğiniz domatesli sos. üstüste koyun, fırına verin. ben bir kez yaptım, çok sevdim. hatta kabak sevmeyen arçil, kendi sosisli, sucuklu pizzasını bırakıp benim pizzamdan yemişti. sadece dört kilo diyorum... fazlası zarar. markete ispir fasulyesi gelmiş. kuru fasulye yaptığım gün de ablamdan tarifini alıp kemalpaşa tatlısı yapacağım. bunları derken karnım acıkıyor, ama sofraya oturunca bir müşkülkpesentleşiyorum ben...

dikkat ettim de şimdi, ben yine nostromo havasında değilim. film izleyeceğim. hangisini? coen kardeşler'in a serious man'i fena gitmez. çayımı da alayım. tina da kucağıma gelirse şansıma, şahane olur. hadi bana eyvallah.

4 yorum:

endiseliperi dedi ki...

özür dilerim, bir yanlışlık sonucu son 25 yorumu sildim. blogger yeni bir sisteme geçmiş de. çok pardon.

bağışlayın.

endiseliperi dedi ki...

mailden bulabildiğim şu. çok özür dilerim, ülker, ne şaşkınım ben.

*
Ne güzel bir resim bu ! Kıskandım, özendim.

Ülker

*teşekkürler ülker.
neyi kıskandınız acaba? kitap, edward said, başlangıçlar. kalem, faber castell 2HB. elbise, tiffany. içecekler, tchibo kahve ve portakal suyu. mavi kasede badem ve kuru üzüm. sigara, mavi lark, kırmızı marllboro. yeşil şey, mendil paketi. güneş, bildiğiniz güneş, 22 derece. ve bir de ben varım orda. miyop gözleriyle kitaptan not alan.


sevgiler.

endiseliperi

*
Aslına bakarsanız tek cazip olmayan kalem benim için. Burada bir tek ondan var çünkü. Belki de resmin güzelliği bu etkiyi yaratan

Sevgiler
Ülker

Not: Bu arada bütün Endişeli Peri külliyatını okuyorum. Bana iyi geliyorsunuz. Bitirince belki yine yazarım.

mavi dedi ki...

Köfte, piyaz, mercimek çorbası bu üçlü bizim evde de en beğenilen menüdür. Bu arada uzun süre yazmayınca merak ettim doğrusu..

endiseliperi dedi ki...

hmm...ben pek sevmiyorum. aslına bakarsan köfteyi sevmiyorum. bunu böyle açıkça itiraf etmem uzun zaman oldu ama, tatilden dönerken şu ünlü ve nefis ramiz'in köftesini yerken bile içimden, galiba ben köfteyi sevmiyorum, sözü geçiyordu. burger king'e gittiğimde de bean burger tercih ederim. belki yakınlarda öyle bakliyatlı bir köfte yapmayı denerim.

az önce eve geldim. bu hafta çupra yaparak, haftada bir balık yeme kuralını yerine getirmiştik ya, bolca hamsi vardı kadıköy balık pazarında. ayıklanmış, ama ben kılçıklarını da ayıklayıp mısır unu ile kızarttım. arçil küçük balık hiç sevmez ya, sırtları altta, karınları yukarda dizince şık bir şekilde tabağa ve yanında dünden kalan piyazın üstüne bol limonlu havuçlu, marullu salata yapınca ve de mutfağa masaya davet etmeyip, oyun oynarken masasında yemesine izin verince gayet güzle yedi. mutluyuz. çocuğunu olanlar bilir; güzelce, sağlıklı bir şekilde karnını doyurduysanız onun, hayatta epey zor bir şeyi başarmış gibi rahatlıyorsunuz.

eh, çıkmışken kitap da aldım ama bunu d asonra konuşalım. biraz dinleneyim şimdi.

sevgiler.