:p
derdim şu ya, üşümeyeyim, terlemeyeyim, bana hep bahar olsun.
yatıp, uyuyamayıp, baygın düşüp, iki saat sonra da kalktım işte. uykusuzluk sarhoşluğu içindeyim. arçil'i gönderdim, kahvaltımı yaptım (tartı 52'yi gösteriyor, yaşasın! 54'te dur, diyeceğiz. bakalım). dün planladığım huzur imgesinin içine yerleşecektim ki... camlar çok kirlenmiş. bu camlarla huzur muzur yapılamaz. hala sabahın körü ve ben elimde bir kova su, bezler, cam sil ve çamaşır suları ile camları silmeye başladım.
gece yatarken üşümenin sınırındayım bu aralar. daha değil, ama üşüyebilirim, bunu göze alamayız. ince yorgana nevresim geçireyim dedim, baktım, sandık odasının kokusu sinmiş, makinaya sığdıramadım. banyoda, küvette şimdi. fıçılarda ayaklarıyla üzüm ezenler gibi çiğnedim. bir radyo kanalında michael jackson filan çalıyordu, hoştu.
şimdi benim bir yürürlükte olan kitabım ve onu resmi olarak okuma programım var, bir de lalettayin seçtiğim kitaplar, şurda burda, bir kaç sayfa okuyup bıraktığım kitaplar. uykum varsa, yorgunsam, okuduğumu anlamak ciddi bir görev değilse ikinci kitapları okuyorum. adorno benim sürekli program dışı yazarım. nedenini bilmiyorum. minima moralia'nın kendisi dayatıyor bunu belki de. bu sabah, eh artık camlar pırıl pırıl, çay demleniyorken, mutfak teras eşiğinde onu okudum. eğlenceliydi çok. şöyle ki:
cüce meyve.- proust nazikti: kendini yazardan daha zeki sanma mahcubiyetinden kurtarıyordu okuru.
- ondokuzuncu yüzyılda almanlar düşlerinin resmini yaptılar; sonuç her zaman sebzeydi. fransızlarınsa bir sebze resmi yapmaları bile yetiyordu, ortaya çıkanın bir düş olması için.
- anglo-sakson ülkelerinde fahişeler, günahla birlikte, getireceği cehennem azabını da ikram ediyor gibi görünürler.
- amerikan manzarasının güzelliği: en küçük diliminde bile, ifade olarak, tüm ülkenin uçsuz bucaksızlığı belirir.
- mülteciliğin anılarında, av eti rostolarının belli bir tadı vardır: hayvan sanki freischütz'ün tılsımlı kurşunlarıyla vurulmuş gibi bir tat.
- psikanalizde sadece abartılar doğrudur.
- mutlu olup olmadığımızı rüzgarın sesinden anlayabiliriz. mutsuz insana evinin korunaksızlığını anımsatır bu ses, onu kuş uykularından, huzursuz düşlerinden uyandırarak. mutlu adam içinse korunmuşluğunun şarkısıdır: öfkeli uğultusunda, artık ona karşı etkisiz olduğunu itiraf eden fısıltıyı da işitir.
- düşlerimizden tanıdığımız o sessiz gürültü, uyanık saatlerimizde gazete başlıklarından saldırır bize.
- efsanenin kıyamet habercisi, radyoda yaşıyor bugün. zorunlu olarak duyurulan önemli olaylar her zaman felaketlerdir. solemn sözcüğü, ingilizce'de hem törensel hem de tehlikeli anlamına gelir. spikerin gerisindeki toplumun gücü, kendiliğinden dinleyicilere yönelmekte, onları hedef almaktadır.
- yakın geçmiş her zaman felaketlerden artakalmış bir yıkıntı olarak görünür göze.
- tarihin eşyada beliren ifadesi, geçmiş azabın dışavurumudur sadece.
- hegel'de öz-bilinç, kendi benliğinden emin olmanın hakikatiydi: "hakikatin doğal toprağı", fenomonolojinin sözcükleriyle. bunu artık anlayamaz hale geldiklerinde de burjuvalarda hiç değilse servet sahipliğinin gururundan doğan bir öz-bilinç vardı. bugünse öz-bilincin tek anlamı, ego üzerinde düşünmenin mahcubiyeti ve iktidarsızlığının fark edilmesidir: kendinin bir hiç olduğunu bilmek.
- "ben" demek birçok insan için daha şimdiden bir küstahlık haline gelmiştir.
- gözünüzdeki kıymık en büyük büyüteçtir.
- en bayağı insan, en yücesinin zaaflarını sezebilir; en aptalı da en zekisinin düşünüşündeki hataları.
- cinsel ahlakın ilk ve tek ilkesi: suçlayan her zaman suçludur.
- bütün, yanlıştır.
adorno-minima moralia, s.51
hmmm...
sonra? sonra yağmur yağmadı. mucize bekleyen sabırlı bir müritmişiz gibi gözlerimiz pırıl parlayan camdan gökyüzüne çevrilmiş, öylece durdu. sonra gözkapakları minimum bir açıyla inip, kurşuni denize ve adaya çevrildi. baktı, baktı, sanki yoğun bir düşünme mesaisinin sonucuymuş gibi, "çok güzel," dedi. ee? e'si, 'güzel olan hiçbir şey hülasa edilemez demiş çünkü valery'...
böyle diyerek odaya, sedire, filme gömüldüm.
the experiment
yönetmen-paul scheuring
oyuncular-adrien brody
forest whitaker
cam gigandet
maggie grace
maggie grace
film, the experiment. adrien brody, isa bedeniyle çok güzel. piyano filminde de aynen böyle onu ayakta tutan sadece insanlık onuru filanmış gibi hastalıklı bir inceliği vardı ya, seviyorum. bir filme başladığınızda - aynen bir kitabı okumaya başladığınızda olduğu gibi-, neticede bir seçim yapmış oluyorsunuz. film size, ben yaklaşık böyle bir filmim, diyor. sizden tüm o anlamlandırma çabanız için kendi kodlarına uygun bir bakış geliştirmenizi bekliyor. siz filmi, eleştirel bakışınız arkada püruyanık beklerken, önde bir uzlaşma haliyle kabullenmiş, izliyorsunuz. ancak bu uzlaşan yüzey de çok kırılgan ve zaman zaman arkadan, "burası olmamış" gibi bir fısıltı duyuluyor... şşşt, sessiz olalım, film izlemeye çalışıyoruz burda.
filmin inandırıcılık sorunu olması pek de mesele değil aslında. biliyoruz, oyun için, tüm oyuncuların oyunun kurallarına sadakat göstermesi gerek, evet ama filmdeki oyunun kurallarının yarattığı ciddiyet, oyuncuların riayetinde bir olmamışlık var. böyle de olsa film, mesela, full metal jacket filmiyle gayet derinden hissettiğimiz bir meseleyi kendi meşrebince mesele edinmiş.
ondört günlük bir deneye katılma karşılığında, günlük bin dolar vaadedilen bir iş ilanına başvuru yapan erkekler, basit görünen bir takım testlere tabi tutulurlar ve sonrasında yirmialtısı seçilerek bir hapishaneye gönderilirler. aslında bir oyun oynayacaklardır; bir kısmı gardiyan bir kısmı da mahkum olacaktır, bir takım bilim insanları onları gözlemleyecek ve kurallara uyulmaması -özellikle şiddet- durumunda da kırmızı ikaz ışıkları yanacaktır.
film şuna işaret etmek istiyor; kötülük içimizde, doğal köklerimizde saklı. hepimiz vahşi doğanın bir parçasıyız ve şiddete eğilimliyiz. uygun koşullarda şiddet dolu gerçek karakterimiz ortaya çıkar.
hani biz sanırız ki, gündelik gerçeklik içinde neysek oyuz biz. oysa toplumsal gerçekliğin baskısıyla böyle şeker gibi insanlarızdır, tv de haberleri izlerken usulünce vicdanımız sızlar, komşumuza kibar davranırız, arkadaşlarımız aklı başında, nezih bulurlar bizi, filan. kendimizle gül gibi geçinip gideriz toplumsal gerçekliğe uyarak. bilinçdışımızın belirdiği her durumu da bir sürçme, bir kaçırma, bir şaka, bizimle bağlantısı kurulamaz farazi bir şey olarak algılarız. oysa bizzat bilinçdışımızın bize söylediği şeysek? evet yaa, çok korkunç. kendini ne kadar inceltirsen incelt, ne kadar estetize edersen et, bbc belgesellerinde izlediğimiz o hayvanlardan hiç farkımız yoksa? film zaten bu belgesellerden alıntılarla başlıyor ve derdini hemen de sezdiriyor. hapishane gibi dar alanlar gerçek karakterlerin ortaya çıkmasına, bilinçdışının fışkırmasına izin veriyor zaten. conrad'ın gemide geçen kitaplarında da alasını görüyoruz bunun. filmin hoş yanı, mesela, halim selim, dindar bir adamın (forest whitaker) iktidar sahibi oldukça nasıl zıvanadan çıktığını fena da anlatmaması. sonra o kameraların tanrı'nın gözü olarak sembolleştirilmesi filan... tanrı genellikle müdahale etmez ya, kameranın diğer tarafındakiler de çığrından çıkan olayları hiç engellemezler. adrian brody, tanrı'ya gücenir gibi, "neden bir şey duymuyorsunuz," der başını yukarıya, kameraya çevirerek.
valla biraz şey oldu yazı sanki, havalı. ama niyetim bu değildi... öyle bol keseden laf söylemek de değil. okuduğum, izlediğim her şey, şu dandik film bile bana, insan olmak çok mühim ve zor bir şey, diyor. samimiyetle, gaza gelmeden, ezbersiz, uyanık, pürdikkat kesilmek lazım sanki insan olmak için. bilemiyorum, karar verdim yazıyı yazarken; akşama bol yoğurtlu mantı yapacağım. erken yatarız böylece ve uykumuz bir düzene girer. kendim de dahil hepimiz, uykusuzluk sarhoşluğu ile zırvalayan şu benden kurtuluruz. edep erkan verir biraz uyku bana da ... ne o öyle hayvan mayvan... tövbe tövbe.
8 yorum:
yıllar evvel ben bu filmin alman versiyonunu seyretmiştim
baya etkileyici bulmustum
merak ettim şimdi bu veriyonuda seyredicem
evet pommeler,
alman versiyonu da varmış. çok yalın, soğukkanlıymış, tam alman işiymiş, şiddet daha fazlaymış... çok, çok etkileyici bir filmmiş. böyle kamera-tanrı çağrışımı filan yokmuş. ben mi uydurdum acaba, dedim, bu versiyonda açıkça ima ediliyor sanki.
ben d ebir ara senin izlediğini izlerim. ama şimdi, uyku ile uyanıklık arasında çok hoş bir film izliyorum. the city of your final destination. bayıldığım yönetmen james ivory diye arattım ve izlemediğim bu filmi ile karşılaştım. hatta kim oynuyor? charlotte gainsbourg! daha ne isterim? kantaron çayı ve izmir üzümü. iyi yani. ve hala yağmur yağmadı. belki ben uyurken yağar.
sevgiler.
Selam Peri,
Salinger “Biri konuşurken konuyu dağıtırsa, bu çok hoşuma gidiyor.” der, bu da benim hoşuma gider, güneydeyim, dört beş kişiye hikayeler anlatıyorum ama aslında kaleden kaleye şahin uçuruyorum, yani diğer bir deyişle 'geyik' ama kalite şart, sohbetin bir kalitesi, zeka kıvrımlarına seslenmesi şart... Farklı tellerden çalan güzel yazınız bana bunları çağrıştırdı, sevgiler, saygılar...
nessuno, ne keyif! deniz, güneş, geyik yapacak arkadaşlar... daha ne olsun.
"kaleden kaleye şahin uçurmak" sözünü ilk kez duyuyorum, iyiymiş:)
bir yerde okumuştum şahin evcilleştirmek işi epey meşakkatli. önce bilmem ne kuşunu avlayıp, bir sopanın üstünde gözlerini bağlayarak onu "alıştırıyorsun". küçük bir kuş bu, adını unuttum. sonra onu kafesimsi bir şeyin üstünde ayaklarından birini onu incitmeyecek şekilde bağlıyorsun, uçar gibi, özgür görünecek yani, sonra şahin onu görecek, yakalamaya gelecek, tertibatı unuttum, küçük kuşu yemelerine izin vermiyorlar da böylece şahini yakalıyorlar, sonra onu eğitiyorlar. karadenizli yaşlıca bir bey anlatıyordu, yıllardır yaparım, diyordu. hobisi bu: şahinle oynamak! ne hoş.
teşekkürler,
sevgiler, saygılar benden de.
Bak kameralara tanrı sıfatını yüklemeyi hiç düşünmedim.
Filmin başındaki Natural Selection ibaresinden zaten konunun doğal seçilimin bir insan uyarlaması olduğu barizdi ama kameralara bu özelliği yüklemedim açıkçası :)
Biraz fazla değinmişsin lakin filme :) İzlemeyi düşünenleri vazgeçirtme de :)
denk düştü de ondan fazla değindim, diyelim. yoksa her gün bir film izliyorum ve bazılarını da epey beğenip, burada hiç bahsetmiyorum. siteye yazı girsem iyi olur, gibi bir düşünce, zaman varsa, yazmaya başlıyorum, bir yerden sonra da ipin ucu kaçıyor zaten.
çoğu kişi, şu das experiment halini izlemiş zaten ve onu çok beğenmişler ve de sanırım herkesin, bu filmin gerçek bir olaydan alındığı yolunda bilgisi var. ben gayet saflıkla izlemeye başladım filmi. hmmm... film çok da mühim bir film değil, ama zaten tv dizilerine, şuna buna vakit ayırıyorlarsa, dilerlerse bu filmi izlerler. kim o kadar steril ki yani, kim zihnini çöplüğe çevirmemek için süper bir seçkinlikle davranıyor ki.
bu kadar. bana eyvallah.
Bu film gercekten de yasanmis: Stanford Prison Experiment. Stanford Universite'si Psikoloji bolumundeki hocalar yapmislar. Denekler ogrenci ve gonulluler ama daha bir haftasi dolmadan durdurmak zorunda kaliyorlar. Belgeseli de var, izlemek isterseniz. O da cok ilginc ama tabii kurgusu cok daha dramatize edilmis haliye.
Isil.
neler oluyor!? bu film hakkında benim dışımda herkes ne kadar çok bilgili:) teşekkürler, ışıl.
sevgiler.
Yorum Gönder