Pazartesi, Ekim 4

hızlıca


güzel, ışıl ışıl, aydınlık bir sonbahar gününde, normal bir insan ne yapar? beş dakika uzaklıktaki ormana gider, rüzgarı yüzünde hissederek çayını içer, gazetesini okur, değil mi? öyle yapmadım elbette, evde kendime iş çıkardım. iki çamaşır sepeti dolusu ütü. acaba bunu niye yapıyorum, kendimi o orman masasında hayal edince, o şahane, esintili, çam kokulu yerde yani, niçin paniğe benzer bir duyguyla derhal orda olmayı reddediyorum?... her gece uyumadan önce ertesi güne ilişkin planım bu oysa; çıkarım, ormanda yürürüm, acıkmış olurum böylece, eve dönerim, kahvaltımı yaparım... asla yapmadım. yoksa çoktan ölmüşüm filan da haberim mi yok, the others filmindeki gibi evin içinde dolaşan bir hayalet miyim, nedir.  


şöyle güzel manzaralı bir film izleyeyim, dedim. film seçerken bir kriterim de bu, üstelik seçimlerimde epey de etkili bir kriter. pijama giyip, mısır patlatıp, meyve alıp, tina ile keyif bölgemize geçtik. şu film.  lasse hallström yönetmiş. çok bildik, iyi oyuncuları var. kuzeyde, newfoundland denilen yerde geçiyor film. denize uzanan kayalıkların üstünde bir ev göreceksiniz. kasvetli, ama çok hoş. soğuk, kar, nefis... filmde o evin buzun üstünde iplerle taşınması sahnesi çok hoş da  film, tv için yapılmış, sıradan bir aile filmi havasında. yorgun günlerinizde ve hep birlikte şimdi ne izlesek, dediğiniz bir pazar günü iyi bir seçim olabilir. hem kış da geliyor, filmi izleyince kışı özlediğinizi farkediyorsunuz. ben hem çok severim kuzey ülke manzaralarını. kışı, soğuğu, karı seven insanları da. ben elbette sevemiyorum, dayanamıyorum, çok üşüyorum. ama sevenlerin içe kapanık, biraz takıntılı, yalın ama dirençli bir tabiatları var gibi gelir bana. böyle zorlu karakterleri seviyorum.

fotoğraflar, yatak odamın çalışma, eğlence, yazma, okuma bölümü. tina bi yorulmadı, az önce evin içinde koşturuyordu. şimdi yanıma alacağım, kitap okuyacağız birlikte.

björk.........................................


not: bu arada biz tina ile film izlerken, odasında başka bir film izleyen arçil telaşla geldi, deprem oldu farketmediniz mi, dedi. yoo, dedik. 4.4 büyüklüğünde deprem olmuş. battaniyenin içine daha da gömülüp film izlemeye devam ettik. bundan başka yapacak hiç bir şey gelmedi aklıma.

not: filmi izlemek isterseniz, şu bağlantıyı kullanabilirsiniz.

4 yorum:

tavsan dedi ki...

Uzun zamandir mesguldum ve bir dolu sey derken ortalikta yoktum. Simdi de tekrar yorum yazmaya baslamak zor oluyor. Yine de. Manzarali film deyince, hem manzarali hem de guzel bir film diye, yazmadan gecemedim (gerci sen biliyorsundur kesin): A Room with a View. Manzarali Oda. James Ivory'nin. Helena Bonham Carter'i ilk orada gormustum ben.
Bir de gecen dun Das Experiment'le ilgili yazdin zannedip, Peri bu filmle ilgili nasil dandik bir film diye dusunur diye hayretlere ve aciya gark olmustum. Sonra donup yorumlari okuyunca senin izlediginin o olmadigini anlayip rahatladim biraz:) Ben yeniden cekiminin oldugunu falan bilmedigimden hemen kizginlik duymaya baslamistim bile:) Dusun artik orjinali aslinda nasil bir film. Ve tabii en etkileyici taraflarindan biri de olayin gercekten yasanmis olmasi. Keske bu diger versiyonu degil de Das Experiment'i izlemis olsaydin direk. Yine de ustunden bir zaman gecince orjinalini izlesen baska turlu etkilenecegine eminim.
Ve bu yatak odana kurdugun koseyi cok begendim; cok guzel. Bizim yeni tasindigimiz evdeki buyuk kanepede film izlerkenki hale benziyor biraz; yastiklar, battaniye, karsida buyuk bilgidayar ekrani:) Bir tek bizim evimizi paylasan bir kedi yok; ama o da yasak bu yeni evde sozlesmeye gore.
Neyse, uzattim yine; ama ozlemisim; seni okumayi ve sana anlatmayi.
Sevgiler, tekrar.

endiseliperi dedi ki...

tavşan, tavşancım benim, geciktim kusura bakma. iki gündür yorgunluk ve tuhaf bir yoğunluk var. dün sabah da tesadüfe bak ki senin sitene uğramıştım, iyi misin, diye.

şimdi girdim içeri. soğuk içeceklerle pek aram yok ya, soğuk mandalina suyunu seviyorum ne hikmetse. manzaralı oda filmini bilmez miyim! elbette biliyorum ve 2-3 kez de izledim. james ivory sevdiğim bir yönetmen çok. helena bonham carter'ın da asabi, nevrotik ifadesiyle gönlümde yeri bambaşkadır.

elbette das experiment şahaneymiş de benim izlediğim versiyonu şahane değilmiş. ben ama hayret ki ilk versiyonu duymamışım bile. herkes biliyormuş oysa.

evet, ben de seviyorum. yalnız bu bildiğimiz çıplak kereste. ben bunu boyayayım istiyorum, sediri yani. ya da ahşap cilası yapayım. ama zımpara yapmak istemiyorum. ne yapsam bilemiyorum. zımpara yapmak zorunda mıyım acaba? koyu kahveye boyasam ya da... boyamadan önce de zımparalamak gerekir mi ki?... hmm şu an aslında bunu düşünemeyecek kadar yorgunum.

tavşancım, ben bir üstümü değişeyim, çay demleyeyim ve şu tina kedisine bakayım. beni karşılamadı kapıda. hangi köşede sefil şekilde uyuyor bakalım bir.

sevgiler, öpücükler çok.

şenay izne ayrıldı dedi ki...

ben bir şekilde film izleyemiyorum. evde ya da sinemada, fark etmiyor. oturamıyorum yerimde, uzanıyorum, kalkıp dolaşıyorum, şöyle bir etrafı kolaçan ediyorum. o sırada film akıyor tabii ve filme haksızlık etmiş oluyorum. bilmiyorum neden. en son reha erdem in kosmos unu sinemada izliyeyim dedim 20. dakikada dışarıdaydım.
sevgiler,
hamiş: björk ün bu klibi bilin bakalım kimi hatırlatıyor bana?

endiseliperi dedi ki...

sende fellini sendromu var:P
house izliyorum da bu aralar... sendromlar, semptomlar... ama şöyle ki şenay, fellini de hiç sevmezmiş sinemayı filan, içi sıkışırmış, bunalırmış ve bu becerikli bozguncu fellini filmin 20. dakikasında, evet evet 20. dakikasında kendini dışarıya zor atarmış. bu nedenle de zaten kapıya en yakın yerde otururmuş. bende aynı semptomlar tiyatroda baş gösteriyor. yatılı okulda allahın her haftası bir oyuna götürürlerdi bizi, nedeni belki budur.

ancak şenay sende gördüğümüz bu semptoma düz bir anlam verecek olursak, yani hapşırıyorsan soğukalgınlığı var diyip, sinemayı sevmediğin şeklinde bir yorum yaparsak, fena halde yanılırız. zira beynin, görsel işler bölgesindeki hassasiyet nedeniyle gözlemlediğin şeye karşı bir seyircide olması gerekenden çok daha fazla, aşırı dozda reaksiyon gösterip senin normal seyirci konumunu tahrip ediyor. gözlemlediğin şeyin parçası oluyorsun, şenay. senin sinemaya tutkun öyle fazla ki, orda arzunun nesnesi ile karşılaşıyorsun ve kendi arzunun sorusuyla yüzleşiyorsun (öhöm..). buna bağlı olarak taşikardi, solunum zorluğu vs görülmesi kaçınılmaz ve 20. dakikada, bingo!
:)
ve sokak: bozuk kurgulanmış boktan gerçekler çorbası. cılız, önemsiz, sürüngen hayatların, içi geçmiş, kof rollerini, sahtekarca, düzenbazca, alabildiğine kötü oynanan rollerin mecrası. ağzı laf yapan ciğeri beş para etmezlerin, gözyaşı döken riyakarların, ucuz rekabet oyunlarında kazanıp başını yastığa koyunca sırıtan çakalların dünyası... 20. dakikada karşında işte! burası, nefes almak için kendini attığın yer. seçkinliğin bütün belirtilerini maymun gibi taklit eden, üç yabancı dili papağan gibi kullansa da yeryüzünün tek sözcüğünün ruhunu kavramaya şu kadar muktedir olmayan...offf... bu laflar da ne kadar yapışkan, başlamaya gör...

20. dakikada dışarı çıktığında dünya bu, şenay. cehenneme hoşgeldin. bence sen şenay, sitene koyduğun o resimlerle ve elbette metinlerle, sadece onlarla, çok kıymetli bir şey yapıyorsun. onların her biri sokaktaki o dünyaya atılmış bir bomba. sen ancak bir sanatın elinden gelebilen şeyi yapıyorsun. sokağın o gerçekdışılığının, o yozlaşmış, sahtekarlığın dibine vurmuş halini görerek, tuhaf, çok hoş, çok zarif ama çok da güçlü, etkileyeci bir şekilde ayak diretiyorsun.

bana şimdi bir şekilde bir tevazu yapıyorsun ya işte...yemezler yahu. seni görüyorum, biliyorum ve de seviyorum, her şey bildiğin gibi.


geldiğin için teşekkürler. senin için ne zor olduğunu biliyorum. duman bir seferinde, "işte klavye, işte çaresizlik" gibi bir şey yazmıştı, o çok şiirsel demişti de, böyle bir şeydi, sen bir yere yorum yazmaya niyetlenince aynı çaresizliği hissettiğinin farkındayım. bunun için burda olmanın kıymeti büyük.

sevgiler.

hamiş: björk ve özellikle o klibi elbette sana beni hatırlatıyor. sence ben buraya o şarkıyı niçin koydum ;)