Perşembe, Ekim 28

ibo kankası geldi!

dün gece prenses yatağıma yatıp, baygın düşünceye kadar narcissus'un zencisi'ni okuyup, gözüm kapalıyken ışığı söndürdüm. gece şıp şıp şıp bir su sesi. sanki bi dakka önce kapattığım ışığı tekrar açtım. saat 4.00. yatakta oturdum, sesi idrak etmeye çalıştım. tina kalkıp, kendini başka yöne doğru bir daire yapıp gene uyudu. ses pencereden geliyor. güya pimapen olan camdan içeriye su sızmış. akşam farketmiştim bir kaç damla ve havluyu rulo yapıp koymuştum pervaza ama, yetmemiş, yer su içinde. kalkmasam, dedim, ne olur? içimde bir tane akıllı ses var allahtan; parkeler kabarır, o su kablolara kadar gelmişse...

fırladım yataktan. önce vileda ile yerdeki suyu topladım. sonra bir havlu ile iyice kuruladım. pervazdaki havluyu dışarıya sıkayım istedim, camı açtım, ooo ne fırtına ne yağmur. sıkıp, tekrar yerleştirdim. hızla yatağın içine girdim, ayağım buz, çekmeceden kalın bir çorap alıp giydim, prenses yatağımın tüllerini sanki beni soğuktan korurmuş gibi iyice çevreme yaydım. tina başını kaldırıp küçümsercesine baktı tüllere. "ne var?" diye soru dolu bakınca ona, "yok yani, hani prenses falan filan diyorsun ya...az önceki viledalı halini görüp... ne biliim yani" dedi. "çok konuşuyorsun sen tina," dedim. tina eğer bir insan olsaydı, işte aynen şu kız gibi olurdu. kibirli, küstah şey.

bu güzel fotoğraf kimden? elbette erhan bey'den.
sonsuz teşekkürlerimi burdan kabul edin lütfen erhan bey.

sabah 6.30 da saat çaldı. ama hava berbat, kıyamet kopuyor sanki. bir de bizim ev tüm o hava hadisesini çok abartır. vuuuu vuuu diye sesler, yağmur zaten camları dövüyor, ev sallanıyor sanki. sol yanımda müthiş bir ağrı, sancı, havluyu sıkmak için pencereyi açtığımda soğuk fena vurdu sanırım. arçil'in odasına gittim, "hava kötü, zaten yarım gün, bence hiç çıkma sen yataktan." "olur, annem," dedi. öyle yatağına oturup, nedense sessiz, cama baktık. masmavi aydınlanıyordu hava, ışık filan maviydi, çok hoştu. tina da gelmişti yanımıza, o hiç dayanamaz toplantılara. arçil'in arkadaşı ibo gelecekti bugün bize. "hiç iyi hissetmiyorum aslında,"dedim. "bana biraz izin ver, şu ağrı geçerse gelsin, yoksa ayıp olur çocuğa, vakit geçiremem mutfakta böyle."

saat 10.00 gibi uyandığımda ağrı filan kalmamıştı gerçi ya, kafamın içinde, "çok hastayım ben, yataktan hiç çıkmamam lazım," diye sızlanan sesle "hadi ordan tembel yalancı, kalk bakiim," işgüzar sesin kapışmasını dinledim.sonunda fırladım yataktan, "bugün mutfakta vakit geçirmek, fırında bir şeyler pişirmnek için harika bir gün," dedim. "hem radyoyu da açarım." arçil'in odasına gittim, "arkadaşına söyle gelsin." arçil çok sevindi. "sağol annem,"dedi. "ibo mantı sever annem," dedi. "ama dolma yiyeceğiz bugün. yarın da kalırsa o zaman mantı yiyebilir."

hızla evi toplayıp, kahvaltı yaptıktan sonra, markete gittim. alışveriş yapıp döndüm. kahvemi hazırlayıp, işe başladım.


arçil sürekli paşa rollerinde yalnız. hele şu hastalık hikayesinden sonra iyice abarttı.

ibo geldi.sütlü, kafeinsiz kahve ikram ettim onlara. akşam yemeklerini odada hazırladım. bizim ev soğuk, ama arçil'in odası sıcak olur. menüde yoğurt çorbası, etli kabak dolma, salata ve kola vardı. bir süre sonra da çay, sosisli ve peynirli milföy çörekleri ile kakaolu, cevizli kek servis ettim. sosisli çörekleri çok sevdiler. "ine ister misiniz,"dedim. "isteriz! isteriz!" dediler:) bu çörekleri çocuklar çok seviyor, haftasonu siz de yapabilirisniz. çok da kolay. milföy yapraklarını unla ve merdane ile açın, büyükleri üçe, küçükleri ikiye bölün. salça soslu sosis pişirin. soğuyunca, bohça şeklinde hazırlayın, üstüne yumurta sarısı ve susam. bu kadar! arçil çok, çok sever bunu. zararlı belki ama onbeş günde bir n'olacak ki.



tina da odada kaloriferin üstündeydi. ibo bana facebook'unda köpeğini gösterdi. çok sevimliydi. "aman ne şirin, ne kadar güzelsin sen..." horçuk porçuk sesleri çıkarınca, tina sinirle kaloriferin üstinden inip kucağıma geldi. çünkü bu ses, onu sevme sesim. kıskanmış çok fena. biraz onu sevip odaya geldim. çok yorulmuşum. ama iyiyim. şimdi bir film izleyeceğim. bakalım ne izlesem.

3 yorum:

Ayça Yaşıt dedi ki...

Kehvemi alıp, e bir de sigara yakıp, şöyle huzuruma eşlik eden bir şeyler okusam diyordum, ne güzel yazmışsınız.

İzmir'deki evim geldi aklıma. Çatı katında oturmama rağmen su basan bir evim vardı. Hemen önlem alınmazsa yağmurda, ayak bileğini geçecek kadar suyla dolardı yatak odam. Yağmur, rüzgar, yıldız ne varsa dolardı geceleri odama.

Çok gülüyorum Tina ile diyaloglarınıza, Tiyatro oyunu gibi, iki güçlü karakter. Yorgun bir sahneyi daha fazla deşmeden oynuyorlar.

The Village, izlediniz mi bilmiyorum, gerilim filmidir. Lakin, filmdeki olaylara gerçek dışı demeye bin şahit gerekir.

Kuru bir gece dilerim.
Keyifle...

endiseliperi dedi ki...

merhaba atze,
evet izledim o filmi, ne tuhaftı gerilimi.

çok fena yağmur yağıyor. sesi çok huzursuz edici. bugünkü film beni çok kederlendirdi. aa izmir'de bir arkadaşım ev arıyor atze, sevimli bir çatı katı biliyorsan, uygunsa ne hoş olur. nerden nereye, ama aklında olsun.

tina arçil'in odasında şimdi, kaloriferin üstünde uyuyor, hem mırıl mırıl konuşmalar da var, sever tina. ama acıkınca şu kapıdan bana isteğini bildiriyor, yemeğini verince yiyip, benim odanın kapısından geçerken şöyle bir durup bana bakıyor, sonra arçil'in odasına. böyle bir kedi işte. ama ne seviyorum onu. sevildiğini nasıl biliyor; dışardan eve geldiğimde bir sürü güzel söz söylüyorum ona, koşturuyor, halıyı tırmalıyor, yuvarlanıyor...

ben yatayım, kitabımı okuyayım. yarın çocuklardan kalkmadan kalkıp kahvaltılarını hazırlasam iyi olur.


sevgiler çok. iyi uykular.

Ayça Yaşıt dedi ki...

Bulduklarımı mailinize attım sevgili endiseliperi. Tina'nın gecesi için de bir şiir şimdi. Sevgiler...

kedi gözlerini açtı,
güneş girdi içeri.
kedi gözlerini kapadı,
güneş içerde kaldı.

işte buydu, akşam vakti
uyandığında kedi
karanlıkta, iki güneş parçası
görmemin nedeni.

maurice careme