Pazar, Mart 27

korkunç bir hikaye

dün gece bayan lusin geldi. ama nasıl? perişan halde, tir tir titreyerek. onu hiç böyle görmemiştik. peri biraz sonra lusin'den bir ölüm haberi alacakmış gibi gözleri şimdiden dolmuş, kanepenin köşesine kıvrılmış, bembeyaz bir suratla lusin'e bakıyordu. "biraz kanada viskisi olacaktı, getireyim," dedim. bir kaç yudumdan sonra lusin sımsıkı kapalı dudaklarımıza ve soru dolu gözlerimize dayanamayarak konuşmaya başladı. nasıl anlatacağını bilemiyor gibiydi. "bir cinle ya da şamanla ya da hayaletle konuştum bugün," dedi neden sonra. peri ile hayretle birbirimize bakıp, biraz da gülümsedik. lusin, hiç bir şeye inanmaz, hayatta gördüğümüz en rasyonel insandır. her şeyin bilimsel açıklaması vardır ona göre. cin min sohbetleri ise peri'nin dinlemekten en çok hoşlandığı hikayeler olduğundan, üşüyen dizlerini geceliğinin altına çekip, heyecanla, "nerde!" diye sordu. lusin içini çekip bize şöyle bir baktı; bu konuyu konuşacağı uygun insanlar olup olmadığımıza karar veremiyor gibiydi. bizi anlatacaklarından korumak istiyor ya da yetersiz buluyordu belki, ama en yakın dostları da bizdik. içkisinden büyük bir yudum alıp, "sarayın kütüphanesinde,"dedi. "olayın kendisi mi korkunç yoksa anlam veremediğim, mantıklı hiçbir açıklama bulamadığım için mi bana bu denli korkunç görünüyor, bilemiyorum," dedi. peri, gözleri heyecanla açık, biraz sonra olağanüstü bir hikaye dinleyeceği için çocuk gibi sevinçli, lusin anlatmaktan vazgeçiverir diye de endişeli, "ah ne tatlı! anlatmalısın, lusin! başına geleni anlayabilmenin tek yolu anlatmak," dedi. başka zaman olsa lusin, peri'nin bu saf coşkusuna gülerdi ya, "peki," dedi ciddi bir kararlılıkla. anlatmaya başladı. bitirdiğinde hava aydınlanmaya başlamış, biz battaniyenin altında büzülmüş, önümüze bakıyorduk.




"bir resim üslubunu araştırmak için topkapı saray kitaplığı'na giriş izni almak için uğraşıyordum ne zamandır. bakanlıktaki bir arkadaşımın çabasıyla bu izni kopardım ve bugün kitaplıkta çalışmaya başladım. bu resimler uzun zamandır zihnimi meşgul ediyor, bulabildiğim kopyalarına bakakalıyordum. bu resimlerin nerede, ne zaman yapıldıkları bilinemiyor. sanat tarihçilerinin yaptıkları araştırmalar sonunda derin bir sır içinde kaybolup gidiyor. üstlerinde bir imza var ama, ressamın imzası mı yoksa bir üslubun adı mı, o bile bilinemiyor.  yer yer ince, narin bir çin etkisi uzaktan seziliyor,  ama resimler uzakdoğu estetiğine de yabancı. çünkü kaba bir gerçekçilik resimden ona bakana karşı meydan okur gibi savruluyor. resimdeki bazı figürlerin üstünde türkistan halkının giydiği kıyafetler, sarıklar var, ama türkistan'ın etnik yapısı çok karışık. resim anayurdunu asla ele vermiyor.

resimde kaya parçaları, bozkır bitkileri, kıvrımlı ağaç kütükleri, toprağa kenetlenen kökler var. uzakdoğu esintisi taşıyor bu manzara, ama iran minyatürlerinde de dekoratif motifler olarak var bunlar. tümden bir gizem.




bu resimleri çok seviyorum. çocuksu ama hayranlık verici bir gerçekçiliği var. çok şakacı, bakış, hemen akabinde gülümseyişi çağırıyor. bir mekan duygusu yok. toprağı ve yerçekimini hissediyorsun figürlere baktığında.  ama toprak, yer çizgisi filan yok. olmayan şeyi, figürlerin kol ve bacak kaslarındaki şişkinlikten, topraktan güç alır gibi durmalarından anlıyorsun. sonra resim bir çizgi film gibi hareketli, durağan değil. ressamın sabit bir bakış noktası yok;  bir atı mesela çeşitli bakış açılarından çizmiş ressam ve sanki resim, oradan fırlayacak, yanına sokulacakmış gibi... ve nitekim öyle de oldu. bu bilgileri, yaşadığım olağanüstü olaya soğukkanlılıkla bakabileyim, onu sağduyulu bir şekilde anlayayım diye, anlatıyorum size.





"seni korkutan şey bu resimler miydi?" diye sordu peri, hayal kırıklığına uğramış bir sesle.  "hayır, tam olarak değil,"dedi lusin boşalmış bardağını bana göstererek. Bir koşu mutfağa gidip, bira getirdim herkese.
"başıma gelen şey, bu resimlerin niteliği ile ilgili. o nedenle yaşadığım olayı anlamak için resmi anlamaya çalışıyorum önce. bu resimler, 12. ve 15. yüzyılın arasında yapılmış. o zamanlarda resmin dinle  bir bağı var. mesela maniheist sanatçılar manastır duvarlarına ermiş hikayelerini resmediyorlar ve halk bu resimlere derin bir inançla bakıyor. dinsel resimler, dinsel sözler kadar kutsal. o zamanlarda resim gerçeğinden ayırt edilmiyor,  resmi canlı bir varlık gibi görme alışkanlığı var. tasvirle, tasvir edilen bir tutuluyor.  ressama bir anlamda büyücü gözüyle bakılıyor o nedenle. resim yapma büyü yapma ile eşanlam taşıyor.  mesela, ölmüş birinin resmini yaparak onun ruhunu çağırıyorlar. resim, ona bakana büyüleyici bir telkinde bulunuyor. tuhaf olan, bu ressam ya da ressamlar, gerçekçi bir üslupla yaptıkları bu resimlerle izleyeni sınırsız bir hayal dünyasına davet edip büyülüyorlar.




"bu resimlerin önemi sadece dinsel miydi, estetik bir haz ya da ne bileyim, daha dünyevi bir toplumsal konuyu resmetmiyorlar mıydı? "diye sordum.

"elbette," dedi lusin. "o zamanların bir eğlecesiydi bu. gezgin hikaye anlatıcı ressamlar vardı. onlar geldiğinde halk bir çadırda toplanır, yanmış isli çıraların ışığında bir tiyatro izler gibi ressam hikayeciyi dinlerlerdi. resimlerin hepsi günümüze ulaşamadığından, anlattıkları hikayeler de yazılı olmadığından neyi anlattıklarını bilemiyoruz. ressam hikayeyi, mesela şahname'yi anlatır, dinleyici hikayeyi zihninde daha iyi canlandırsın diye de, hikayenin resmettiği bazı sahnelerini çizdiği ruloyu açıp gösterirdi. resimlerdeki yüzlerde genellikle kuşku, kaygı, korku var. kıpır kıpır hareketli, derdi olan resimler bunlar. değişik din ve kültüre ait insanlar, hayvanlar bir hikayenin tam ortasındalar, ama hangi hikayenin bilinemiyor. ve din adamları, demonlar, şamanlar var bu resimlerde... ve şimdi anlatacağım şey de bununla... bir şamanla ilgili.
peri ile bakışıp, hiç sesimizi çıkarmadan battaniyelerimizin altına daha da girdik.



"kütüphanede masada oturmuş, bir şaman resmini inceliyor, notlar alıyordum. bir süre sonra uzaktan madenlerin şakırtısına benzer bir ses duydum. önce önemsemedim, sonra bu ses daha da yaklaştıkça, maden şıkırtılarının arasında vahşi hayvan çığlıkları, gök gürültüsünü andıran sesler de karıştı. sonra öyle yükseldi ki, korkuyla kulağımı kapadım, ama gitmiyordu, sanki beynimin içindeydi ses, delirdiğimi sandım. bir anda karşımda onu gördüm; korkunç bir maske takmış şamanı. bu, az önce incelediğim resimdi. yorgunluktan olsa gerek, diye düşünüp sıkıca gözlerimi kapattım. açtığımda hala ordaydı. İki eliyle sırığına yaslanmıştı ve alev saçan gözleriyle bana bakıyordu. konuşmaya başladı, ama dudakları kıpırdamıyordu da sesi kafamın içinde çınlıyordu. "hepiniz aptalsınız, sen bile," dedi. "atalarını utandırıyorsun!" aklımdan "ne atası?" diye geçti ve aynı anda, " ben senin büyük büyük büyük şaman dedenin resmiyim, budala!" dedi. ailemin yüzyıllar önce ortaasya'dan gelen bir kavim olduğunu biliyorum, ama soyağacı içinde unutulmuş dedelerimden birinin şaman olduğunu... saçmalıyorum, evet ama gördüğüm şeye beynim mantıklı bir açıklama arıyordu böyle. "inancını kaybettin! ruhunu, pozitivist düşünce ile sözümona akıl ve bilim denilen mekanik bir tıngırtıyla doldurdun." aklımdan, "doğaüstü hiçbir şeye inanmam, tanrı'ya da inanmam" diye mırıldandım dua eder ve önümdeki şu normaldışı görüntüyü silmek ister gibi. "bana bilgiçlik taslama!" diye gürledi parmağını tehditkar bir şekilde sallayıp. "aklını şu batılı hakikat zırvalarıyla doldurduğundan beri, deli danalar gibi dolaşıyorsun içindeki o boşluğu doldurmak için. çünkü yanlış yoldasın. hayatından cinleri perileri, doğaüstünü kovunca aydınlık bir bilince ulaşacağını sandın. tatmin oldun mu? asla olamazsın! o bozulmuş küçük aklın kavrayamadığı için olağanüstü adını verdiğin aslında ait olduğun dünyadan kaçtın. budala gibi bir gerçekçilik lafıdır tutturdun. bilim denilen şeye köle sadakatiyle inandın. büyük dedeni görünce bile cin çarpmışa dönüp kaçacak delik arıyorsun, bak şu haline... yazıklar olsun sana!"sözleri içime işliyordu. saçmasapan bir durumdaydım belki ama ikna etmişti beni. "nasıl buldun beni?" diye sordum. "ben şamanım, dalga mı geçiyorsun benimle?" dedi. sonra da gururla devam etti; "göktanrı tarafından seçildim bu göreve ben. ruhumu ister göklerde dolaştırırım, ister yerin yedi kat altında. geçmişe de giderim geleceğe de. bütün gizli alemlerin kapısını açabilirim. istersem ölülerden bir ordu kurarım, cinler, periler, şeytanlarla anlaşmalar yaparım. şamanım ben! istediğim kadar ruha sahip olurum. davulumu çalmaya başladığım anda dünyanın dört bucağından ruhlar yardımıma gelir." hayret ve korkuyla dinliyordum onu. "iyi de, ne istiyorsun benden?" diye sordum. "abandığı sırık artık ona güç vermiyormuş gibi biraz çöküp başını eğdi. "herkes unuttu bizi. kimse adak sunmuyor artık bize. atalarının ruhları huzursuz..." diye mırıldandı. Biraz düşündüm, şaman dinine ait okuduklarım aklıma gelince de, "sana at mı kurban etmemi istiyorsun!" diye bağırdım. "elbette! sen şaman soyundan geliyorsun, bu görev sana ait," diye gürledi. "at mat öldüremem ben," dedim. "mafya mıyım ben atın başını keseceğim... hayatta olmaz." aklıma mafya filmi gelince de korkuyla sordum; "sana kurban sunmazsam?..." "bütün kötü ruhları başına musallat ederim, tımarhanede ölürsün, ruhun bile huzur bulmaz," dedi şaman dedem. "kan dökmenin dışında yapabileceğim başka bir şey söyle, yaparım," dedim. O da söyledi. Sonra da geldiği gibi bir anda yol oldu.

hava masmavi aydınlanmış, kuşlar ötüşerek terasta dolaşmaya başlamıştı. ondan inanç  talep eden her şeye gözü kapalı inanan peri, hayatta inanabileceği tek bir değer bulmak için umutsuzca dünyayı dolaşıp duran lusin'e baktı. Peri’nin içindeki inanç ırmağı her zaman yatağını kolayca bulduğu için, yapılması gerekeni anlamış gibi, "ne zaman gidiyorsun?" diye sordu. "bu gece..." diye mırıldandı lusin, başına gelen saçmalıkla hala baş etmeye çalışır gibi." bu gece yola çıkıp, orta asya steplerinde onun tarif ettiği bazı dağlara değerli eşyalar sunacağım, bazı kutsal saydığı ağaçlara bez bağlayacağım, ateşler yakıp, üstüne içkiler dökeceğim, bazı mağaralara yemekler bırakacağım. bir hafta sürecek bu. yanımda tef çalan birini de bulmalıyım."

o kadar gerginlik sinirimizi mi bozdu yoksa doğaüstü hiçbir olaya inanmayan, aklı her şeyden üstün tutan lusin'in orta asya steplerindeki halini düşünmek komik mi geldi, bilmem, kahkahalarla gülmeye başladık.

lusin'in şaman dedesinin de resmedildiği, hakkında sanat çevrelerinde bolca patırtı kopartılan, şaman dedenin asabını bozan akademik bir sürü  lafların da edildiği bu ressam ya da resim üslubunun adını bilmece olarak soruyoruz. lusin, adak töreni için uzaklarda olacağından vereceğiniz yanıtları değerlendirme işini bana bıraktı. O, şu anda uyuyor, peri ve ben de en değerli eşyalarımızı adak olarak sunulsun diye lusin'in bavuluna koymakla uğraşıyoruz.



bayan lusin bilmecesi

not: başımıza gelen olayın şaşkınlığı içinde yazı biraz aceleye gelmiş; şimdi tekrar okuyunca gördüm. lusin'in şaman dedesi, elbette lusin'in zihnindeydi ve onun kavramlarını ödünç alarak derdini ona anlatabiliyordu. lusin'in şaman dedeye ikna olması çabuk olmuş gibi görünebilir, ama o kadar da çabuk olmamış. ayrıca, peri'nin dedesinin cin çarpmasından öldüğü bilgisine de sahip olduğundan algısının kapısı bu anlamda açık. lusin'in duyduğu maden şıkırtılarının nedeni ise, hepiniz bilirisiniz ki, şamanlar parlak, madeni aksesuarları çok severler ve onların dünyası bu anlamda çok gürültülü bir dünyadır. ancak, bavul toplama, lusin'in hazırlığı ile şu an fazlaca meşgul olduğumuzdan yazıyı tekrar elden geçirmeye de hiç vakit yok. böylece kabullenin, lütfen.

18 yorum:

erhan b. dedi ki...

bu ressamın mehmet siyah kalem olduğu sanılıyor. bazı rulolarda "kâr-ı üstad muhammed siyah kalem" diye yazıyomuş çünkü. resim üslubu derken neyi kastediyosun anlamadım kardeşim ama bunlar minyatür ve senin deden en anarşist minyatür sanatçısı: kural tanımıyor. bütün minyatür kalıplarının dışında çizmiş bi adam. büyük hayranlık duyuyorum ben ona.

bu arada bu hikayeyi anlatan şahsa da bir çift lafım olacak: bakınız belirsiz kişi, paragraf denilen nesne dünyanın güzel bi nesnesidir. parayla satılan bi şey diildir ki kendisi hakkında cimri tasarruflarda bulunalım.

lütfen daha fazla paragraf kullanınız. bu daha kolay okunabilmenize imkan tanıyacaktır.

bir çift laf dedim, ama bi laf etmiş oldum.

ali akay dedi ki...

Babamın babasının büyükbabası bir şeyin olmasını istediği zaman ormandaki gizli yere gider, kurumuş dallardan bir ateş yakar ve dua edermiş. İsteği gerçekleşirmiş.Babamın babasının babası birşeyin olmasını istediği zaman ormandaki gizli yere gider, kurumuş dallardan bir ateş yakar fakat bilmediği ya da hatırlamadığı için dua etmezmiş. Bu kadarı yetmeli dermiş ve yetermiş. İstediği olurmuş.

Babamın babası o şeyin olmasını istediğinde ormandaki o gizli yere gitmiş fakat ne ateş yakmış ne de dua etmiş. Bu kadarı yetmeli demiş ve yetmiş. İstediği olmuş.

Babam o şeyin olmasını istediğinde sadece ormandaki o gizli yeri düşünmüş. Bu kadarı yetmiş ve istediği olmuş.

Ben o şeyin olmasını istediğimde ne ateş yakmayı ne dua etmeyi ne de ormandaki o gizli yeri biliyordum. Sadece bu hikayeyi anlatmanın yeteceğini düşündüm. Yetmeli.

Jean-Luc Godard “Helas Pour Moi / Bana Yazık” filminden alıntı…

sonvasana dedi ki...

Mehmed Siyah Kalem pericim. Sen tanıştırmıştın.

Aylak Kedi dedi ki...

bilmeceye bir cevabım yok ama resimleri de yazıyı da çok beğendim :)

justine dedi ki...

Muhteşem! Çok güzel, çok etkileyici, ben bu resimlerin büyüsündeyim bugün, öyle de devam edecek gün. Kimse bozamaz büyüyü. Bu hastane bile.
Yazı çok güzeldi canım, heyecanlı bir polisiye gibi hızlı hızlı okudum. Eline sağlık.
Bu resimleri biliyorum ben, kütüphanede zevk içinde dünya resim tarihine daldığım zamanlar bunları da görmüştüm. Sonra, minyatür (iki tablo, şimdi asmıyorum duruyorlar kenarda.) alırken yine karşıma çıkmışlardı. Acaba, bana bir şey mi söylemeye çalışıyor şaman, büyük büyük büyük dedelerim:)

"Siyah Kalem" (Kâr-i Siyah Kalem) ya da "Mehmet Siyah Kalem" (Mehmet ve Muhammed isimleri değişiyor.), diye imzalanmış bu resimler, ve seyredeni hayrete düşürmüş istisnasız.(ve cinlerin ustası demek kendine, ne şiirli tanımlama bu!)

Şimdi çalışıyorum canım, biraz yoğun burası. Sonra kesin yazacağım. Burada olmazsa akşam evde mutlaka.

Çok güzel bu resimler çok. Sarılıyorum ve tekrar sağol hatırlattığın için bu güzelim tasvirleri. Ecinniler, hep sarsıyor, hep!:p

endiseliperi dedi ki...

teşekkür edeceğim, o güzelim yorumlarınız için. biraz işim var, sonra yayınlayıp, konuşuruz.

sevgiler.

endiseliperi dedi ki...

mehmet siyah kalem için edilmiş iltifatların kabul edicisinin ben olmam, absürd oldu ama, teşekkür ederim, erhan bey. belki ruhu rüyanıza girer de tanışırsınız, o da sizi sever eminim:p yalnız lusin'in dedesi değil de ressam, ressamın çizdiği şaman, dede. yaaa, yaaa:)

bu hikayeyi anlatan şahıs benim, erhan bey. lusin, peri ve bir de ben varım. belirsiz dediğiniz anlatıcı şahıs, ben oluyorum, yani bileği kesilince gerçek kan akan. aslında tek derdim muhabbet, bu nedenle kolay okunsun, sade olsun, bilmeceler kolay olsun isterim. ama bu sefer heyecandan tuttuğumuz nefesi yazı olarak tek nefeste verdik. öyleyken böyle oldu.

sevgili erhan bey, o kadar paragrafsız zahmete katlanıp okumuşsunuz, bir de bilmişsiniz bilmeceyi ya, teşekkür ederim çok. sevgiler.

endiseliperi dedi ki...

fakat bu çok güzel bir alıntı, ali akay. bilmeceyi umursamaz ama metnin ruhunu çok iyi kavrayıp, üstüne katkılarda bulunmuşsunuz. birkaç kere heyecanla okudum.

bu alıntı bana, ormanda cin çarpması nedeniyle ölen dedemin hikayesini hatırlattı. başka yerde yazmıştım onu. eminim çok seveceksiniz, belki burda da bir ara yazarım yine.

çok teşekkür ederim, sevgiler.

endiseliperi dedi ki...

son ve sana,
demek mehmet siyah kalem'le benimle tanışmıştın! ne çok hoşuma gidiyor. benzer bir övgüyü dün gece kaçak'tan da aldım. elbette bilmişsiniz. teşekkür ederim çok.

sevgiler.

endiseliperi dedi ki...

aylak kedicim,
çok teşekkür ederim. şimdi adıyla sanıyla da öğrendiniz, yorumcular sayesinde, iyi oldu bu.

sevgiler.

endiseliperi dedi ki...

canım justine,
beğenmene çok sevindim. biraz aceleye geldi yazı. kafamda yaptığım plana göre yazsam, baktım roman oluyor, salladım gitti. eğlenelim istedim kestirmeden.

yaz saati uygulaması güne tuhaf bir ritm de veriyor, bitmiyor gün. şunu bunu yaptım, evin içinde aylak aylak dolaştım, tina ile oynadım ve oturup bir de film izledim. hangi filmi dersin? hani sen çok seviyorsun? hayır yahu, after hours değil! kibritçi kızı izledim. eh işte şu anki halimi en iyi sen tahmin edersin. ben sanıyorum bu denli kederi kaldıramıyorum da gömüyorum onu içime, izlemiştim daha önce, unutmuşum. şimdi izleyince çok, çok hoşuma gitti. karşısında ağlamak kabalık olur bu filme. sen işaret ettin de tekrar izledim ya, çok sağol. izlerken yanımdaymışsın gibiydi. bazı sahnelere birlikte güldük hatta.

öpüyorum çok.
sevgiler kocamanından.

justine dedi ki...

Hayat çok tuhaf biliyor musun?
Sen benimle film seyrettiğini düşünürken ben bu yazıyı okuyor ve hikâyedeki üçüncü kişinin ben olduğumu hayal ediyordum:)
Ne bileyim, hoşuma gitti öyle düşünmek. Lusin'i biliyoruz, ee Peri de sensin, anlatan da ben olayım demiştim hasta sesleri arasında güzelim yazıyı okurken. Kurdum işte:p

Az kaldı, gidiyorum biraz sonra eve. Duş alacağım, pijamalarımı giyeceğim, şimdilik bundan başka hiçbir şey istemiyorum. Mutluluk ne diyorum ya bazı bazı yazılarımda, mutluluk şu an bu işte.
Sana yazacağım, hem Siyahkalem hem de Kibritçi Kız hakkında. Evde tabii. Sarıldım canım.

endiseliperi dedi ki...

demek, peri, lusin ve ben arasında en çok kendine yakın bulduğun kişi, benim:) ben işte senin o mutluluk tarifin içinde yüzüyorum günlerdir, aylardır, taşıyor artık mutluluk:) bence de justine, eve dönmek gibisi yoktur. hadi bakalım, gel artık eve.

öpücükler.

justine dedi ki...

Geldim ve duş aldım. Mutluluk çok hafif bir şeymiş valla:p
Komik bu, gülmezsen küserim ve tanrının şakası; başım ağrıyor!

(peri, lusin ve sen üçlemesini anlamadım. niye peri olarak sen anlatmadın, alter ego filan mı, alper tunga öldü mü, ıssız acun kaldı mı, yoksa ben çok mu yorgunum? vs. vs. bunna gülmeyebilirsin, çok kötüydü evet:))

endiseliperi dedi ki...

ne demek, güldüm ve derhal yanıt da verdim. valla. dedim ki, "çok hafif, ama esnek değil, dikkat ediniz, kırılabilir" ehiehi.

niye anlamadım şekerim? yok yok bilakis buna çok güldüm. bu şiiri nerde duysam gülüyorum zaten. şimdi benim aslında başka bir adım var. şimdi şok olaccaksın ama adım peri değil:) peri bir karakter. aslında ben 50 yaşında kaytan bıyıklı bir adamım. bacanak bizde, çay içip baklava yiyoruz:)

öpüyorum çok.

justine dedi ki...

Yakışır:p
(bu numarayı daha önce Şenay yapmamış mıydı yahu? çayla baklava da olmamış uyarayım:p)

endiseliperi dedi ki...

haa! yok, hiç aklıma gelmedi. şenay'ı varlık olarak çok seviyorum, cinsiyetlerüstü bir sevgi bu. şekli, cismi yok. şenay ne olmaya karar verse severim yani.

espri uykusuz dergisinin kapağından mülhem. han, sayın bakan içki içmeye laf etmişti de onun üzerine, otisabi karakteri, evde oğluyla oynarken karısı çay servisi yapıyordu, ne diyordu, bacanağa gittik dün de çay içip, şakalaşıp, ezel izledik, filan diyordu. ondan. ne bileyim, hiç öyle evli barklı olmadım ki... ev gezmelerine gidince çay içilir, belki baklava yenir diye hesap ettim. pek sevmem baklavayı, çayla belki yerim bi tane, diye hayal ettiydim:)

sevgiler.

Ayça Yaşıt dedi ki...

Enfes olmuş bu. Bayan Lusin güçlü bir gezgin, duymaya ihtiyacı yoktur ama o'na güveniyorum.

Doyurucu yolculuklar Lusin.