Pazar, Haziran 26

tarifsiz lezzet;)

size bir kurabiye tarifi vereceğim ama ortada tarife benzeyen bir şey yok. bu nedenle ben ordan burdan sohbet edip dersi kaynatıp, tarafınızdan alacağım kanaat notuyla bu kurabiye bahsinden geçmeyi planlıyorum:)



bizim evde kek, kurabiye yapılmazdı. sanırım anadolu yemek kültüründe de pek yok bunlar. tatlı bir şey yemek istiyorsan baklava, olmadı pekmez yerdin. baklavayı da kutlama yapılan  ya da nezaket ziyaretinde bulunduğun yerlere giderken götürmen icab ederdi. kurabiyenin malzemeleri anadolu'da bunca bolken, yöresel yemek kitaplarında atıyorum neden erzincan kaymaklı kurabiyesi ya da diyarbakır hıdrellez kurabiyesi yoktur, bilmiyorum. anadolu'da, dünyada yetişen otuz küsur buğday çeşidinden yirmi kadarı bulunuyor. un istemediğin kadar var o halde. geriye kalan şeker zor mu bulunuyormuş ? aslına bakarsanız zor bulunuyormuş. bizde olduğu gibi avrupa'da da ilaç muamelesi görüyormuş şeker. köyde kayınvalidesi ile oturan annemin, onlarla ilgili en dokunaklı hikayesinin baş aktörüdür şeker. öyle hemen mutfakta, rafta bulunmazmış; değerli yiyeceklerle birlikte, (muhtemelen az bulunurluğu ile yine ilaç statüsünde olan çayın yanında) sandıkta kilit altından tutulurmuş.

bizdeki şekerin hammadesi pancar sözcüğü ermenice'den alınma. pancardan şeker üretimi için fabrika kurulma girişimleri dünya savaşları vs nedeniyle epey gecikmiş; 1926 yılında şeker üretimi devlet tekeline açılmış;  önce alpullu'da sonra eskişehir ve turhal'da fabrikalar açılmış. ikinci dünya savaşında ve sonrasında yine bir şeker kıtlığı. mesela 1955 yılında nüfus başına ayda bir kilo şeker tahsisi kararı alınmış ve dağıtımın muhtar listelerine göre yapılacağına karar verilmiş. bu nedenle anadolu'da çayı bulduysan eğer şansına kuru üzümle içiyormuşsun onu. şunu da diyelim de eksik kalmasın; şekerkamışı bengal kökenli bir sözcük ve hindistan'dan suriye ve mısır'a getirilmiş ve ilk önce de buralarda üretilmiş. 530 yılları filan. ortaçağ'da şam meyveleri ve suriye şekeri ile yapılan reçeller çok ünlüymüş. 'ne şam'ın şekeri...' sözü de ordan geliyor sizin anlayacağınız.

amerika'da köleliğin yaygınlaşması hadisesinde gözümüzün önüne pamuk plantasyonlarında blues söyleyen zenciler gelir, ama o sahneyi ucuz ve bol emek gerektiren şekerkamışı plantasyonlarında bir daha çekin. sömürgeci avrupalı'nın güney amerika'ya şeker üretimini sokması ile dünyada da şeker bol ve ucuz bulunur bir ürün olmuş.

belki de anadolu'da kurabiye türü yiyeceklerin yapılmamasının nedeni şekerin bunca pahalı, savaş ya da ekonomik kriz zamanlarında hiç bulunmayıp, normal zamanlarda da az ulaşılır olmasındandı. atıyorum tabii bunları.


kurabiyeye katmazsanız hiç olmayacak  diğer madde ise yağ. yemek sitelerine baktığınızda kurabiyenin içindekiler bölümünde bir paket margarin satırı sağlık konusunda bir süre kendinizle hesaplaşmanıza neden olur. site sahibi çoğu kez parantez içinde ekler; 'ben tereyağı kullandım.' hmm... geliriz buraya, şu margarine dönelim.  bu avrupai, sarışın sözcüğün bizzat kendisi ve üretilme nedeni çok ilginç. amerika'ya, denizaşırı topraklara yayılmak, meksika'da bir hıristiyan imparatorluk kurmak isteyen 3. napolyon, gemicilerin ihtiyacını karşılayacak, küflenmeyecek, bozulmayacak, yağın yerini tutacak bir gıda maddesi  bulma endişesine kapılmış. fransız kimyager mége-mourriés 1869 yılında bu maddeyi üretmiş. 'inci tanesi beyazlığında' nitelediği bu ürüne yunanca inci anlamına gelen margaron'dan ve karısının isminin margarite olmasından esinlenerek margarin, demiş. sizin olduğu gibi benim de aklıma margarin denilince vita (latince yaşam), sana (latince sağlık)  yağlarının teneke kutuları gelir. bu kutulardaki o ağır kokulu yağları değil de pencere önlerinde içlerine sardunya, karanfil ekilmiş olarak hayal ederiz onları. ve o yağdan yapılmış yemekleri yemişizdir de kurabiyeyi yememişizdir işte. çocukluğu mis kokulu kurabiyeler yerine bakkaldan alınmış piknik markalı bisküvilerle geçmiş bir nesiliz biz.

margarin ucuz, tereyağı pahalıdır. gerçi tereyağ eskiden olduğu gibi pahalı değil ve insan kuşkulara kapılmıyor değil bu durumdan.  herneyse, yemek sitesinde tarif verirken resmi içindekiler satırında her bütçeye uygun margarin yazar alçakgönüllü blog sahibi de ancak tarifine duyduğu titizlikten ya da onun gibi kurabiyenin güzelliğine gönül vermiş, daha fazlasını cebinden çıkarabilecek arkadaşlar için 'tereyağı öneririm,' demektedir. margarinin şimdi bir sıvı yağ kadar sağlıklı olduğu vurgulanıyor, ama bize zamanında onca zararlı margarini yutturan üreticilere küskünüz, güvenmiyoruz. tereyağını daha az zararlı buluyoruz. dağda, yaylada yaşayan dedelere ninelere uzun ömürlerinin sırrı sorulduğunda, tereyağından başka yağ yemediklerini vurgularlar. bence öyle sağlıklı, katkısız bir ortamda yaşıyorlardı ki tereyağına rağmen uzun yaşıyorlardı. pilinus tereyağını barbar yiyeceği olarak görürmüş. sanırım ki dağlı hayvan sahipleri yapıp, yiyor diye.

şurası açık ki pasta, kek, kurabiye batı kaynaklıdır. avusturya'nın kruasan'ı icat etmesine vesile olmuşuz, o başka.  hoş bir hikaye; sabrınız kaldıysa okuduğumdan öğrendiğimi size de anlatayım: 1683 yılında viyana kuşatması sırasında osmanlı ordusunun lağımcıları surların altına tünel kazıp, surları öyle aşmayı planlamış. fakat gece çalışan viyanalı fırıncılar yerin altından gelen sesleri duyup şehir yönetimine haber vermişler. lağımcıların ve ordunun girişimi hüsranla sonuçlanmış bu nedenle. viyanalı fırıncılar bu başarılarını ölümsüzleştirmek için, türkler'i temsil eden hilal biçiminde çörek yapmışlar. bu çörek fransa'ya geçince croissant adını almış. tadı ne kadar hoş olsa da bu çöreğin midemize oturmasının nedeni buymuş anlaşılan:p iyi yapılmış çikolatalı kruasan'ı kahvenin yanında yemeğe bayılırım.

hmmm... geldik mi tarife? bolca ceviz, badem, kuru üzüm-kayısı-incirle yaptığım kaya kurabiyesinin, ağızda dağılıveren bembeyaz un kurabiyesinin, çikolata parçalı, kakaolu, kocaman kurabiyenin, yulaf ezmeli, pekmezli, kuruyemişli sağlık kurabiyemin tarifini değil de niçin şu dümdüz, basit, sade mısır unlu krabiye tarifimi veriyorum size? çünkü ola ki aranızda benim gibi mısır ekmeğini çok sevip, lakin onu neyle, nasıl yiyeceği konusunda müşkül duruma düşenleriniz vardır aranızda da ondan.



dün biraz kırık döküktü bedenim. hasta desen hasta değil, ama tatsız. illaki ayak ucuma yatıp, bacaklarımı karnıma kadar çekmeme ya da çapraz yatmama neden olan tina ile gece uykumun arasında bir yer kavgası yapmış olmalıyız ki, ayağımın altını feci tırmaladı. o sırada anlamadım acısını, ama sabah uyandığımda ayağımın üstüne basamadım. neyse, o vaziyette ikindiyi ettim. duş alıp, çay demleyip, yatağa uzanıp kitap okuma planı yapmaktayım, ama bu keyifsizliğe son verecek de bir tat peşindeyim. kurabiye yapayım çayın yanına dedim. ama hani olur ya, evde hangi malzeme var pek bilmezsin, kontrolsüz bir durumdasındır. öylece sos tenceresini çıkarıp iki yemek kaşığı kadar tereyağını içine koydum. kremayı gördüm, onu da ekledim. tereyağı eriyip krema ılıklaştı. kapattım altını. mısır ekmeği yapmayı istedim ama onu da öyle ekmek gibi yemek istemedim. bu karışımın yarısını büyük kaseye döktüm. yarım su bardağı kadar sıvıyağ, yarım su bardağı kadar süt ve bir yumurta ekleyip karıştırdım. iki yemek kaşığı şeker, bir tatlı kaşığı tuz ekleyip karıştırmaya devam ettim. bir paket mısır ununu çıkarıp boca ettim. bir su bardağından daha az beyaz un ekledim, bir paket kabartma tozu koyup, yoğurdum. fırını 180 dereceye getirdim. hamura şekil verip yağlı kağıt serilmiş tepsiye dizdim, fırına koydum.

tereyağı ve kremanın yarısı duruyordu hatırlarsanız. ona baktım, 200 gr. kadar milka sütlü çikolatayı koparıp içine attım, altını da hafifçe açıp çikolata eriyinceye kadar karıştırdım. kurabiye yapacaktım ondan da, ama baktım ki bir kaç kaşık undan başka un yok. biraz süt ekledim, o unu ve bir çay kaşığı kadar kabartma tozunu ekleyip karıştırdım. bu sırada küçük toprak sütlaç kaplarına tereyağ sıvayıp dondurucuya koymuştum. ekstra şeker koymadım, milka gereğinden fazla tatlı bir çikolatadır, biliyorsunuz.

kurabiyeyi fırından çıkardım, sütlaç kaplarına koyduğum bu adsız bulamacı fırına koydum. nedense bir kaba da su koyup fırına koydum. bir yerde okumuşum belli ki, ama nedenini hiç bilmiyorum. eğer utanmazsam sufle diyeceğim o şey kabardı, bir süre sonra da çıkardım.

bulaşıkları yıkadım, çayı demledim. duşa girip çıktım. arçil'e tatlı ister misin, diye seslendim. oluuur, dedi. açık çayla suflemsi şeyi servis ettim. yanında durup, ilk lokmasını almasını bekledim. bu an çok kritik, çok heyecanlı bir andır her seferinde. arçil ilk kaşığı aldı, damağına bastırdı, sustu, korktum, nasıl olmuş, dedim. harika, dedi. bir kaşık da bana yedirdi. gerçekten harika olmuştu. çayımı, kurabiyemi alıp yatağa uzandım. kurabiye nefis olmuş. çok tatlı değil, gizli bir şeker tadı geliyor. yer yer ağza gelen o eklenti zımpırtılarından hiçbiri yok. sade, yalın, utangaç ama güçlü, doyurucu, besleyici bir kurabiye. sabah da kahvaltımı o ve keçi peyniriyle yaptım. çok hoş oldu. teşekkürler turhallı şeker fabrikası:p
  
kudret emiroğlu'nun, gündelik hayatımızın tarihi kitabını almanıza gerek kalmadı, ben önemli yerleri size anlatıyorum nasılsa:)

42 yorum:

justine dedi ki...

:)
Bloğa yazı yazıyordum, kısa bir yazı yazayım, döneyim işime diye (bak bak, iş kadını Justine! yerse tabii;p) Sonra akşam yemeği zamanı geldi; köfte, patates, salata. Sonra sonra, tekrar oturdum işte. Kumanda paneline tıkladım, yazını gördüm. Eline sağlık, hem yazı hem de kurabiyeler için. Biraz sonra tekrar okuyup, yorum yapacağım. Şimdilik sadece şunu diyeyim; vita kelimesinden bahsetmişsin, dolce vita, diye bağrınıp duruyordum ben de aynı zamanlarda benim bloğumda. Ve kahveden bahsediyordum. Komik;)
Görüşürüz.

Çaykolik dedi ki...

Eskiden şekerin bulunmaması, pahalı olması garip gelmedi de çayı düşünemedim birden. Şu andaki tüketime bakınca sanki Anadolu'da ezelden beri çay içilirmiş gibi geliyor. Bir de kıraathaneler var tabii. O zaman oralarda ne içerdi ki insan ?

Kitap özeti çok güzel gidiyor ama yine de almak için dayanılmaz bir istek duymaya başladım. Okunacak kitaplara bir ilave daha :)

Ve son olarak ne güzel bir kurabiye tanımlaması bu. Ve ne güzel bir yazı. Çok iyi bir yazarsınız.

Leylak Dalı dedi ki...

Peri o margarinlerin bir de Ufa marka olanı vardı, bir ara üzeri türk motifli teneke kutularda satılmıştı. Anneannemin pencere kenarında içine dizi dizi sardunya, begonya dikili hatırlarım. Ne kadar hayatımıza girmişse 80 sonrası kıtlığı olmuştu da kuyruklara girmiştik 1 paket sana alabilmek için, şimdi eve sokmuyorum.
Kurabiyeler nefis görünüyor, benim için de bir tane ye, ben diyetteyim zira. Sevgiler...

endiseliperi dedi ki...

tamam. yaz okurum yazını, justine. merak ettim şimdi o dolce vita'nın sınırı nereye kadar gidiyor:)köfte, patates, salata, yarından sonraki günün menüsü bizde:)

görüşürüz birazdan. öpcükler.

endiseliperi dedi ki...

sevgili çaykolik,
çay içilmiyorsa burada ne içiliyor o halde sorusunu, geçenlerde, yurtdışındayken sordum ben de. çay istediğinde hangi çeşidi istediğinis oruyorlar, akıllarının ucundan geçmiyor bizim bildiğimiz siyah çay. bende ince belli çay bardağı ve tavşan kanı çay romantizmi yoktur. işte şu an da çayımı fincanda içiyorum. ama ben çok, çok bağlıymışım o cam bardağa ve içindeki çaya. sana söyleyeyim, gurbet, siyah çayın olmadığı yer hatta.

anlatmıştım sanırım burda çok oldu, bir çay mevzusu geçmişti. annemler çocukken, yalandan öhö-öhö diye öksürürlermiş ki, hasta olduklarına kanaat getirilsin de çay içirilsin, diye. bizde çayın geçmişi ve hatta yaygınlaşması o kadar çok değil.bizim ilkokul kitabımızda karadeniz'de iktisat vekaleti temsilcisi zihni derin öncülüğünde çayın nasıl yetiştirilmeye başlanıldığına ilişkin bir metin vardı. 1940 yılarına tekabül ediyor o da. ancak savaş ve savaş sonrası kıtlık yine çayın karneye bağlanmasına neden oluyor. 1947 yılında rize fabrikası üretime geçmiş. çay yoksa kahvehane de yok; 1947 yılında kahvehane bulunan köy oranı %10 lardayken, bu oranın yarıyı geçmesi 1970'leri buluyor. üretimin tüketime eşit olması 1964 yılınd aolmuş. çok çay tüketmezmişiz senin anlayacağın. şimdi çok tüketen dünyanın sayılı ğlkelerinden biriyiz. üretimde ise dünyada 5.yiz. çay tüketimi sivas'ın doğusuna gittikçe artmış hep. orda ruslar'ın çay ile ilgili gelenekleri vs de daha yaygınmış.

umarım bu bilgiler bir fikir vermiştir sana çaykolik. bu kitap çok hoş bence de. arada öyle dalıp gidiyorum okumaya. zaten hep mutfakta, masanın üstünde. ancak justine geçenlerde araştırmış, baskısı yokmuş sanırım. sen yine de sağa sola sor bakalım bir.

teşekkür ederim, kurabiye ve yazıya övgünüz için. yazıda pek bir şey yok. birlikte sohbet etmeye bahane olsun, yeter bana:) yine de hoşuma gidiyor sözlerin. teşekkürler, sevgiler.

endiseliperi dedi ki...

sevgili leylak dalı hoşgeldiniz. sizi gördüğüme çok sevindim. o ufa markasını hatırlamadım. kırmızı ağırlıklı köylü giysileri olan bir hanım mı vardı, sarı zeminde, atmayayım şimdi.

sizin hatırladığınız kuyruklar, türkiye'nin beş sente muhtaç olduğu yıllar. 1974-79 yılları arası margarin konusunda epey zorluklar olmuş. eylüll 1974 te tariş iki milyon kilo margarin ithal etmiş. eylül 1977 de zam yapılmadığı için vita ve sana üretimi durdurmuş. 79 da para olsa da ortada margarin yok. ithal edilmesine karar verilmiş. margarine 5100 zam yapılmış. sıkıntı, yokluk dolu yıllar. haberlerde ecevit'in, demirel'in olduğu yıllar.

biz epeydir yemiyoruz ama sana 1989 yılında dünyanın en büyük satış rakamına ulaşmış 129 bin tonla.

hatırlar mısınız bilmem, kemalettin tuğcu'nun iyi yağ kullanacak kadar dürüst, namuslu ve fakat yoksul yaşlı aşçısından bahsettiği bir romanı vardı. şimdi ben bile arçil2e dışardan yememesini öğütlerken, kimbilir hangi yağı kullanıyorlar, diyorum.

türkiye de zeytinyağının kullanımının yaygınlaşmasına seviniyorum. annem artık her yemekte teneke kutuda aldığı kristal zeytinyağı kullanıyor. ama kahvaltıda tereyağından hala vazgeçemiyor. çukurova'da zengin tarım alanına sahip kasabamızda çiftçiler bilinçleniyor. organik meyvecilik yolunda büyük adımlar atılmaya başlandı ve dahası zeytin ağacı dikimi teşvik ediliyor. seviniyoruz. çinkü ablam diyor ki, zeytincilik sanayisinin de kurulmasını sağlayıp kasabımızı zenginleştireceği gibi zeytin kültürü ile de halkımızı etkileyecek.

benim de hayalimde eğer zengin olursam kasabamıza bir sinema salonu, kütüphanesi de olan gençlerin oturup ders çalışacakları okuma salonu ve bir de spor salonu açmak var. hatırladığım üç sinema salonundan hiçbiri açık değil şu an ve cin gibi zeki olan gençlerin sokakta aylak aylak dolaşmasına gönlüm hiç razı olmuyor.

nerden nereye. sizi görmüşken ne anlatmak istiyorsam anlatayım dedim:)

sevgiler çok.

redrabbit dedi ki...

afiyet,şeker olsun.Harika görünüyorlar.Kurabiye ,kek gibi değil,çok şahsına münhasır bir meret.Bu yüzden aman daha sağlıklı olsun ya da az kalorili olsun diyorsan bunu kurabiyeye zor uyarlarsın.Yağsız olmaz bir kere,kraker ,gevrek gibi bişey olur.Hmmm,şeker yerine tarçın,pekmez,keçiboynuzu tozu kullanabilirsin mesela ki bence harika bir tat verir.Sütü yağsız seçebilirsin falan ama dediğim gibi bunun ötesine çok da geçemezsin o aranan,alışılan,beklenen tat için.Bir kere mısır unu bu konuda çok sınırlı bir un.Kolay şekil almaz,her malzemeyi kabul etmez yanına,özümsemez.Kurabiyede süt değil de yoğurt kullanmanı tavsiye ederim.Farkı hissedeceksin.Bir de kabartma tozuna gerek yok,bir çorba kaşığı madensuyu ya da soda bu işi pekala görür.Mısır ununun içine bir yumurta,yoğurt,bol dereotu,taze soğan ve beyaz peynir biraz da tam buğday unu karıştırığ pişirirsen kekle ekmek arası harika birşey yaparsın.kekmek!! afiyetler olsun..

Adsız dedi ki...

kudret miroğlu , emiroğlu olacak değil mi....selamlar....

endiseliperi dedi ki...

sevgili redrabbit,
çok haklısın, ne yapıyorsan hakkını verip öyle yapıp, az yemek lazım belki. benim kilo sorunum yok da sağlık için o kadar yağ korkunç geliyor. bu nedenle zeytinagaci yemek sitesinin zeytinyağ ile yapılan tariflerini uyguluyorum çoğu kez.

şeker yerine pekmez, bal koyuyorum bazen. yoğurt pek tercih etmiyorum tatlı kurabiyelerde. ama peynirli kurabiye yapacaksam yoğurt koyuyorum. çünkü yoğurt yumuşatıyor. hatta kıtır kıtır olsun diye biraz sirke koyuyorum bazen.

kabartma tozu yerine maden suyu, soda fikrini ilk kez duyuyorum. teşekkür ederim, denerim. sodayı bazen börekte kullanıyorum. akşamdan yapıp, üstüne bir küçük şişe soda koyuyorum ve dolapta bekletip, sabah fırına koyuyorum. su böreğine benzer hoş bir börek oluyor.

aslında evde yemediğimiz börek için aldığım kutuda ezine peyniri vardı, mısır kurabiyesine koymayı düşündüm ama vazgeçtim. denerim bir dahaki sefere. bu yaptığım kurabiye, mısır unu bol, normal unu az olmasına rağmen kıvamı çok yeridneydi. ben de endişelendim şekil veremem, dağılır diye, ama hiç korktuğum gibi olmadı.

teşekkür ederim. öpüyorum çok. sevgiler.

endiseliperi dedi ki...

sevgili adsız kimsiniz acaba kimbilir... teşekkür ederim, düzelttim derhal.

selamlar.

Adsız dedi ki...

ben de cuma akşamı kurabiye yaptım. bir arkadaşım altı yaşındaki oğluyla gelecekti, uçakları geç varıyordu istanbul'a, ufaklık uyumadan önce ılık sütle kurabiye yer belki dedim. gece yemedi, hemen uyudu çünkü ama öğlene doğru acıkınca yedi. "normalde kurabiye pek yapmıyorum, sen geliceksin diye yaptım" dedim. "yapmıyor musun kurabiye, ben gelicem diye mi yaptın" diye tekrar edip sevindi :) görüyosun, küçükten başlıyor, özel hissetme ihtiyacımız.

kurabiyelerim iyi olmaz benim genelde, hep yağ meselesi yüzünden. o kadar yağı asla koyamam, ama bi yandan da arada canım ister kurabiye yapayım. sonuç genelde takır tukur yuvarlaklar :) bu sefer ufak misafirimin hatrına acımadım tereyağına, pek güzel oldu. hem de şekilli kalıplarla yaptım, şimdi kalpler, yıldızlar, aylar ve de ayıcıklarla dolu bi kavanoz kurabiyem var.

mısır unlu tarifi deniycem ben de, çok seviyorum mısır unlu ekmekleri, poğaçaları. çok sevdiğim bir mısır unlu ekmek tarifim vardı, karşıda kaldı, artık gitmediğim evde, ara ara aklıma geliyor üzülüyorum. bi o kalmıştı üzülmediğim :) hey yarebbim.

neyse, uzatmayayım. yine enfes yazı, enfes tarif. ellerine sağlık pericim.
öptüm.

endiseliperi dedi ki...

neocum benim. çünkü sen çok tatlısın. 6 yaşında bir çocuk için empati geliştirip ne ister, neye sevinir bilir, hatta bu kurabiyeyi senin için yaptım, diyecek kadar dikkat geliştirirsin. senin bu sakin, dikkatli, insancıl hallerin beni ne duygulandırıyor.

biz aslında, yani arçil le ben kurabiye değil de kek severiz. ee öyleyken niye durup durup kurabiye yapıyorum? çünkü kaçak kekten çok kurabiye sever. ama o yiyemiyor ki? olsuun. ona mektup yazarken, yaptığım kurabiyeden bahsetmek hoşuma gidiyor. eh, biz de alıştık, severek yiyoruz. ben aslında sanki o kadar da yağ koymuyorum. bir paket tereyağı koymuşsam, düşün, iki tepsiye yakın kurabiye çıkıyor ondan. herbir kurabiyeye düşen yağ oranı korkunç boyutlarda değil o halde. bir de ben tümden tereyağ koymuyorum, yarısını zeytinyağı ile tamamlıyorum. içine ıvır zıvır da koymuşsan onların lezzetiyle hoş bir şeye dönüşüyor.

mısır ekmeğini ben genellikle hünerlibayanlar sitesinindeki 2. tariften yapıyorum. google'a sorarsan hemen çıkar. nefis bir mısır ekmeği. bildiğimiz eski, katı mısır ekmeklerine benzemiyor da yumuşak bir ekmek. içine birbuçuk bardak kadar kaynar su konulması tarifin püf noktası olsa gerek, gerçekten çok lezzetli. ama insan 'orada' bıraktığı bir tarifin yerine yeni tarifi gözleri dolarak uygular. yenisini beğenmek zor gelir ona. zor bir durum. bu tarifi denersen belki içindeki gerçek duyguları kavrayıp kararlı olursun, o karar ne olursa olsun.

çok teşekkür güzel sözlerin için, neo. çok, çok değerli bu övgün.

öpücükler, sevgiler çok.

srtc dedi ki...

sevgili peri,
yazdıklarınızı uzun süredir zevkle okuyorum. yalnız anadolu'da kurabiye olmadığını söylerken kömbeye haksızlık yapmıyor musunuz? osmaniye, antakya iskenderun ve adana çevresinde yapılır. özellikle şeker bayramında bol olur. çocukluğumda yediğim bayram kömbelerinin tadı hala damağımdadır.
selamlar

justine dedi ki...

Elim çenemde, masaya koyduğum laptop'ın karşısında alık alık sana yazılan yorumları okurken yakaladım şimdi kendimi.

Ben zamanı hiç kullanamıyorum Peri. Oh, birden söyledim, rahatladım. Kendime bile itiraf edemezken üstelik;p (evet, abartıyorum) Saat kaç olmuş, hiçbir şey yapamadım. Bir bira açmıştım biraz önce onu bile bitiremedim. Şimdi yatağa gideceğim, biraz okuyup, yatarım herhalde.

Ne çok söylenecek şey var. Acaba geveze miyim ben? Dur, gece uyumadan bunu bir düşüneyim, düşüneyim ki neredeyse 35 olacakken yaşım, kendim hakkında acı bir gerçeği daha öğrenmiş olayım.

Mutfak fotoları çok hoş, ama o sandalye acıtır sırtını senin, bir minder, yastık koysana arkaya. Kurabiyelerin görüntüsü de harika. Eline sağlık. Ben kurabiyeci değilimdir esasen, hatta kurabiye yemeden çok, mutlu bir ev ve onun huzurlu mutfağı imgesini yaratmaya yarar benim için. Bir zaman susamlı kurabiye yapmıştım, onlara bayılmıştım işte. Sonra tekrar yaptım, tekrar, tekrar. Şimdi duraklama dönemindeyim, yapmam için itici bir güç, bir ivme gerek, bekliyoruz bakalım;p (bence ivme olmadı oraya, zaten fizikten nefret ederim)

Of, ne çok yağ demişsiniz öyle. Sinir!;) Ya, allah için yiyin gitsin, valla Bunuel zarar verici madde olarak bir beni kullanmıyormuş, ama adam 90 küsur yaşına kadar yaşamış, ister inanın ister inanmayın. Ben terayağı derse onu, margarin derse onu kullanırım. Bazen yoktur evde o malzemeden başka bir şeyle değiştiririm, Poliş çok güler benim bu rahatlığıma, o kuralcıdır mutfakta. Bir de keki filan kabarmazsa çok üzülür. Ben, amaaaan be Poliş harika olmuş, niye takıyorsun derim. En son öyle dediğim bir kek yüzünden zehirlenecektik, abartı da bir yere kadar tabii;p (şaka bunlar, hızla geçin)

Sana çok kırıldım Periciğim, madem yazını Turhal Şeker Fabrikası'na bir teşekkürle bitirecektin, neden laptop'ında o fabrikanın görüntüsü yok? Hoş bir jest olmaz mıydı sence? Hadi o aklına gelmedi, neden mesela, bir Sarı Kent filan açık değil? Hah ha, gizli reklam verilir, alınır, eski reklamcıdan elbette;p

Yorumlarda yazılan şeyler hakkında da sözlerim vardı. Ama şimdi doğru yatak. Biraz önce gittim, dişlerimi fırçaladım, yüzümü yıkadım, Turhal'da yaşasam mı acaba diye düşünüp geldim. Şarap üretiyormuş adamlar, ne hoş. Demem o ki; çok ara verdim bu yazıya bile, çooook. Kısaca, ben adam olmam.

İyi geceler olsun.

endiseliperi dedi ki...

sevgili srtc,
kömbeyi hayal meyal hatırlıyorum. içinde mahlep oluyordu galiba ve yumuşak, ekmeğimsi bir dokusu vardı sanki. ben pek sevmezdim. zaten çok da yapılmazdı. unutmuşum ama, hatırlattığınız iyi oldu. kömbenin yine de yaptığım genellemeye halel getirmeyeceğini düşünüyorum.

teşekkür ederim.

,selamlar, sevgiler.

endiseliperi dedi ki...

hey!!
bu selam ile seni ürkütüp dirseğini masadan düşürmeyi planladım haince:)

zamanı iyi kullanmak ayrıca bir çalışmayı, ihtisası gerektirir. zamanı iyi kullanmak için bir zaman verip plan filan yapmalısın yani. mesela ben normalde hızla hazırlanıp arçil'le birlikte, onun bilgisayarını tamite götürmeli, kredi kartının son ödeme günü olduğundan bankaya uğramalı, kadıköy de açılan et ve balık kurumundan et almalı, ordaki marketten tina için iki kutu kum almalı vee... var bir şeyler daha... unuttum. yapmalıyım yani bunları. oysa üstümde pijamalar, masada kahve, seninle sohbet ediyorum burda.

geveze denmez ona. sen iyi yürekli, içinde bir şeyi gizleyip tutmayan, stratejik planlar yapmayan tatlı birisin. kendimden biliyorum:) geçen gün arçil'le konuşuyorduk; bana çok gülüyor. bir kez uğradığım ve bir daha da uğramayacağım bir cafe de kahve içmiştim ama kahvesi çok kötüydü ve garsona kahveniz çok kötü olmuş, demiştim de onu anlattım arçil'e kendimle ilgili bir özelliği ifade edebilmek için. ben düşünüyorum ki, kahvenin kötü olduğunu bilerek, bunu ona söyleyerek, bir daha bayat kahveden kötü kahve yapmalarına engel olurum. bu kötü bir anlayış. eğer müşterinin bunu anlamayacağını düşünüyorsan, yanılıyorsun. bak, anlaşılıyor. o kahveden para kazansan bile daha çoğunu kaybedersin bu anlayışla. bu bir kabalık değil, dedim arçil'e. umur edip ona hatasını söylüyorum. arçil de senin gibi kibar biri, sorun çıkmasın ister vs. ben söylemem, dedi. hatta bir de bahşiş bırakır, çıkar giderim. yorulmuş, yılmış bir garsona bir anlayış pompalayamazsın ona göre bir sohbetle. bunu deneyim haline getiremezsin yani, diyor. ama ben kahve güzel olduğunda da bunu derim. çok güzel olmuş kahve, elinize sağlık, derim. içimde olanı öylece tutamıyorum; bu anlamda senin gibiyim. çünkü kötü bir düşünce benim içinde bayatlayıp durdukça daha kötü oluyor, beni zehirliyor. aldırışsızlığa, unutmaya da yönelen bir halim var doğrusu ama her durumda onu içimde zehirleşen bir halde tutmam. neyse, geçelim.

ben sert iskemle severim. dik arkalıklı olsun isterim bir de. rahatlayıp, kamburlaşmamı engelleyecek otoriter bir sertlikte olmasını isterim. yatılı okulda, yurtta filan büyüdüm ben. bilirsin sen de. 12 yaşımdan beri bedenimi şefkatsiz bir sertlikle terbiye ediyorum. hatta orda görünen minderi çoğu kez fotoğrafta görünmeyen sedire atıyorum. eskiden abartmıştım, ayağımı biraz sıkan ayakkabılarla, beni tam korumayan ince paltolarla daha rahat ederdim. bende dostoyevski de olan insanın acıyla kendini terbiye edebileceği bir dindarlık vardı çocukluğumdan beri. şimdi doğrusu keyfime düşkün biri bile sayılırım. gün boyu bu iskemlede ya da tezgahın başında ayakta kalıp, sonunda o yatağa, o rahatlığa geçmenin keyfi hiçbir şeyle ölçülemez. insan o rahatlığa ulaşmak için bir bedel ödemeli; sert bir iskemlede oturarak. manyak mı arıyorsun, çeşit çeşit insan var işte dünyada justine'ciğim:)

margarin hiç kullanmıyorum, justine. ama bunun nedeni onun zararsız, tereyağın lezzetli olması değil. tarihte bize kendini öyle yutturduğu için. onu dünyadan silmek için mücadele eden bir kindarlığım yok. ama ona demek isterim ki, bu bir davranışsal, arızi bir bozukluk değil; senin karakterin kötü. sen, içine onca zararlı maddeyi alabilmiş bir yapısal bozukluğa gönül indirmişsin, beni kandırmışsın, saf ve aç beni zehrinle zehirlemişsin. kötülük yapmışsın sinsice. sen o dönemdeki ilişkimizdeki tavrını suskunlukla geçiştir, sonra da ben iyiyim, zararsızım şimdi, de. olmaz. özeleştiri yapacak, ama bunu da adam gibi yapacaksın. aslında o dönemde zeytinyağına da bilmem ne ekliyorlardı vs dersen, yani kendini ve hareketlerini başkalarıyla, başkalarına kara çalarak mazur göstermeye çalışırsan olmaz. margarini sevmiyorum bu nednele. lezzetiyle, kimyasıyla ilgilenmiyorum. margarinin zihniyeti yanlış:)

gittikçe manyaklaşıyor bu yazı:)kalkayım ben. bilgisayat kasasına koli bulayım, bir de koli bantı.

öpüyorum çok.

justine dedi ki...

Şimdi geldim hastaneye. Daha beyaz önlük filan giymedim. Şirin ve bence çok güzel(!) beyaz bluzüm ve jeanimle oturuyorum bilgisayarın başında. Senin cevabını bekliyordum zaten -evde kahve içerken-, burada okumak nasipmiş;) Midem bulanıyor benim. Yolda başladı, fena bulanıyor hem de. Acaba kahve mi çok geldi. Türk kahvesini daha önce anlattığım büyük fincanda içmiştim. Senin kafenin kahvesi gibi miydi yoksa?;p

Kasayı sen mi taşıyacaksın? Kötü olacak öyleyse. Bilgisayarın bozulmasından, kasa işlerinden nefret ediyorum. Neden çocukluğumuzdan beri bu işleri bizim için yapan biri olmadı? Neden yatılı okulun tüm sorumluluğuyla kodlandık biz?;p Neden pembe rengin hafifliğini taşıyamıyoruz;p (Bu saçma lafa iki kere dil çıkarma işareti koymalıyım bence) Bu arada, pembe askılı tişörtüm var benim. Ama pespembe giyinemem öyle. Sevmem de zaten. Of dur ya, bir geçsin şu bulantı, mantıklı konuşacağım elbette.

Sen C. gibi melamisin belki de, seni sevmeli bence o, tüm işaretler bunu gösteriyor çünkü. Tarih zorluyor, denir buna, daha şiirsel;p

Buralardayım ben, sabaha kadar nöbet, sabaha kadar eğlence!

Bir bloğumu açayım bakalım. Bye.

endiseliperi dedi ki...

nasıl yoruldum dışarda, justine... dinlenemiyorum. yeni çay demledim şimdi. aldığım kitaplara göz gezdireceğim çay içerken.

yok, ben taşımadım. arçil taşıdı. ekran kartı yine bozulmuş. onun tamiri de ne uzun sürüyor. arçil tekrar kasayı yüklenip eve döndü. ben de dolaşıp alışveriş yaptım. ama çok ağırdı her şey. tina nın kumu 7 kilo bir kere, düşün. buradaki marketlerde kum yok.

nasıl oldu miden acaba? kahve çok zararlı mideye, biliyorusn. benim hiç ama hiç içmemem lazım bu nedenle. ama sabah kahve içmezsem kendime gelemiyorum sanki. ben çok içersem bulanmıyor da ağrıyor midem. bol bol su mu içsenhani midedeki yoğunluğunu ve etkisini azaltmak için?

siyah kuğu filminde natalie'nin pembe paltosunu hatırlarsın, bak güzel bir paltoydu o mesela. nefes nefese filminin amerikan versiyonunda valery kapriski'nin elbisesi de hoş değil miydi pembe pembe?:) aklıma gelmiyor, şimdilik bu kadar. anladım anladım, derdimiz pembe giymekd eğil, pembe seven, pembe insan olmak...

melami ne bilmiyom ben justine. valla çok yorgunum, google a da sormadım. geçen gün yine dedin. bana yaz sen:)

öpüyorum çok. miden nasıl oldu, onu da yaz.

justine dedi ki...

Midem iyi canım, bulantı vardı geçti. Kahve fazla gelmiştir belki, bilmiyorum ki.
Hasta vardı, yoğundu, bahçede oturduk aralarda da, yazamadım sana.

Biraz canım sıkkın bugün, bakalım.

(Ah, melami nedir ben bilsem bir, sana da anlatırım ya, bilmiyorum;p Şaka tabii, sünni bir tarikat sanırım melamilik. Belki de tarikat bile değil, bir yaşayış biçimi. Melamet de hakikati gizlemek için giydikleri hırkaymış, anladın sen buradaki ironiyi. Sonra konuşuruz seninle canım, keyifle ve kahvemizi içerek elbette;))

Sarıldım çok.

endiseliperi dedi ki...

sevindim, midenin geçmesine... akşam scrabble oynadık biz de. tamam bakarım ben melami'ye internet'ten.

öpüyorum çok.

erhan b. dedi ki...

peri hanım. yazılarınızı çok beğeniyorum. sevgiler.

endiseliperi dedi ki...

merhaba erhan bey,
ne güldüm bu dümdüz, bu sade yorumunuza. çok da tatlı geldi.
teşekkür ederim, erhan bey; beğenmenize ne çok seviniyorum. bu övgüler yazmamı teşvik ediyor. mesela ne yazsam acaba diye düşünmeye bile başladım şimdi:)

sevgiler çok.

endiseliperi dedi ki...

sevgili, canım arkadaşım aslı,
öyle güzel bir yorum bırakmışsın ki, yayınlamamak benim için çok zor. emrivaki de yapmak istemiyorum ya... bence çok içten, çok tatlı, çoğumuzun derdini anlatan bir yorum o.

öylece sana diyeceğim ki, aslında sen mutfak meselesini bırak, başka konularda, özellikle yaman ile ilgili meselelerde çok, çok gayretli beni kendine hayran bırakan özelliklerere sahipsin, koşulları zorlama yeteneğin müthiş. mesela biri süslü bir öneride bulunuyor çocuk yetiştirme konusunda diyelim; sen o önerinin koşullarına sahip olmamayı hiç dert etmiyorsun çok samimi bir yaklaşımla o öneriyi çok daha işlevsel, çok daha verimli bir kılığa büründürüp uyguluyorsun.

ben aslı'cığım depresyona giremem. çok lüks benim için depresyona girmek. yalnız olduğum için değil; evimdeki hayatı paylaşan insanlar olduğunda biliyorsun koşullarım daha sert, daha can yakıcıydı her seferinde... depresyona girecek olsam beni ordan çekip çıkaracak şefkatli, iyiniyetli, tahammüllü bir arkadaş yoktu. şimdi böylesi bir arkadaşa sahip olsam da heyhat, kader işte, o da uzakta;) üzüntülü hale girince bu uzaklığa onlarca kilometre daha ekliyorsun sanki de daha üzücü oluyor. o nedenle hep neşe, hep kurabiye, hep direnç, hep dirayet:)

ama biraz da yapı işte, ben canım sıkkınken kalkıp evi temizlemeye, ütü yapmaya filan kalkışırım. yatıp kalmak derin bir umutsuzluk veriyor o sıralarda. bana keyif veren ezberlediğim bir takım halleri şeklen yerine getirip, içine yerleşince tuhaftır ki o durum ruhuma da sirayet ediyor. çayın yanında kurabiyesi olan biri nasıl hüzünlenebilir ki:p

çok özledim seni. çok sık da düşünüyorum. seni seviyorum, canım arkadaşım.

Unknown dedi ki...

sonunu okurken ben bile arçil acaba ne diyecek diye durup düşündüm "harika"yı duyunca derin bir nefes aldım. :)

endiseliperi dedi ki...

:)ya, düşün işte halimi hacivat. aslında hemen her yemek servisinde ben o haldeyim; sadece yeni denenmiş yiyeceklerde değil. o "harika" yı duyabilmek için de patlıcandı, bamyaydı, karnıbahardı hiç yapmıyorum:)

sevgiler.

justine dedi ki...

Patlıcan, candır, can=patlıcan! A, ne güzel bir buluş.
İçimdeki sıkıntı geçmedi, Ayhan'la vedalaştık, duygusal bir hava oluşmadı, tavlada birini yendim, acıklı bir hava olmadı.
Ne boş bir gün;p

endiseliperi dedi ki...

hmmm... dün bizim için çok boş bir gündü. arçil'le bakışıp, ne uzun bir gün, diyip durduk:)bugün şuydu buydu geçti. yaz mevsimine alışıyoruz. yarın sabah erkenden arçil'in staj görüşmesi için bir büyük sirkete gideceğiz uzakta. bakalım, sabahın köründe nasıl uyandıracağım onu.

patlıcan... hmm.. kızartması dışında eskiden de pek sevmezdim aslında. bir de imambayıldı güzel olur. vitamini olmadığını öğrendiğimde ve sonra da arçil hiç sevmediğinden, üstüne hiç düşmedim. ama bugün kendime kabak ve patlıcan kızarttım. ancak yemedim:)vedalaşmayı kısa tutmakta fayda var. insan ayrılırken sıcağı sıcağına pek anlamaz. sonra sonra o ayrılık duygusu ve özlem bir tortu gibi yerleşir insanın içine. için sızlar. suçluluk hissetme bu nedenle.

tavla, öğrenip unuttuğum oyunlardan biri. yeniden öğrenmek istemiyorum pek. bezik takımı alıp oynamayı isterim ama.

arçil banyoda traş oluyor. ezan başladı. tina esneyerek sağ patisini uzattı; bana baktı, ben de durup ona baktım. böyle bir gün.
birazdan ya scrabble oynayacak ya da film izleyeceğiz. keşke arçil in bilgisayarı daha uzun süre yapılmasa;)

sevgiler.

sevgiler.

zamyak dedi ki...

merhabalar
mesaj kutusunda yeni olsam da blogunuzda epeydir keyifle dolaşıyorum:) yazınızı okuyunca daha önce üzerinde durup durmadığımı hatırlamadığım 'şeker-çay hediyesi' durumu geldi aklıma, yazayım istedim. şöyle ki bizim oralarda ölen birinin ailesine taziyeye gidildiğinde birer paket çay ve şeker götürülür. ben küçükken yaşadığımız yerdeki herkes tarafından bilinen adetten taşındığımız başka yerlerdeki insanların haberi bile yoktu. garip bişey aslında, paylaşım kısmı güzel ama taziye evi-şeker bağlantısını kurmak bugün için biraz zor galiba. iyi günlerde ağzı tatlandırsın diye verilenin kederli günde verilmesi gibi çelişkili bi durum. meseleye bu vakitten bakınca görünen çelişkiyi, yazınızı okuduktan sonra, 'vakti zamanında kıymetlisini paylaşmak' sonucuna vararak gideriyorum. 'gündelik hayatımızın tarihinde' böyle olmuştur deyip tezime ispat gereği duymadan kendimce inanıyorum:)
yazı için tebrikler,
iyi geceler..

endiseliperi dedi ki...

merhaba zamyak,
teşekkür ederim mesaj bıraktığınız için.

yorumunuzu okuyunca, şekerin, tatlının kederli günlerde yenildiği bir istisna var mı, diye baktım, ama yokmuş. bir tören tatlısı olan aşure de nuh'un gemisinde tufandan kurtuluş sevinciyle yapılmış. müslümanlar'ın, ermeniler'in oruç yemeği. şiiler, kerbela'da şehit olanlar anısına tuttukları on günlük orucun sonunda zeynelabidin'in sağ kurtulmasını kutlamak için yapıp yiyorlar. ermeniler, aşura veya anuş-abur demişler ve 6 ocak noel orucunda yiyorlar. işte şimdi geliyorum bağlantı noktasına: bizler ve ermeniler için sulu bir yiyecekken aşure, rumlar için koliva adında, kuru bir yemek. kilise kapısında dağıtılıyor. ortasına bir mum dikilen koliva mezarın üstüne konuyor; ölünün dirileceğini anımsatıyor. kolivanın içindeki buğdayın filizlenerek tekrar yaşama döneceği, içindeki bal ile gelecekteki mutluluk, üstündeki mum ile de sonsuz yaşam simgeleniyor.
müslümanlar ve ermeniler ölünün arkasından bunun yerine helva kavuruyorlar, biliyorsun.

gelelim sizin şeker ve çaya; sadece şeker olsaydı, burdan yola çıkarak ölümden sonra yaşam düşüncesi ile bir bağlantısını kurardık. ama çay da olunca bunun sadece pratik, ihtiyaca binaen bir cenaze hediyes olduğu anlaşılıyor. nitekim bizde, kasabamızda, köyümüzde de cenaze evine yemek, çay, şeker, kahve götürülür. yemek yapamayacak kadar üzgün cenaze evi sahipleri ve konukları içindir bu. ancak cenaze evinde yemek yemek mekruh sayılmış, yemeği götüreceksin, ama orda yemeyeceksin. konuklara ikram etmek için ocakta sürekli çay demlenir. burada, büyük şehirde olduğu gibi değildir taşrada cenaze törenleri. herkes birbirini tanır ve cenaze evini ziyaret etmek, acısını göstermek ve paylaşmak sosyal ilişkinin de ayrılmaz bir parçasıdır. bu nedenle dolar taşar ev ve gelen özellikle kadınlar az da olsa gözyaşı dökerler, ağıt yakarlar, kuran okuyabilen biri kuran okur. kederin açıkça gösterilmesi ve ağlayış yasın bir gereğidir, özellikle kadınlar için. anadolu'da ustasından el alarak ağıtçılık mesleğine başlamış kadın ağıtçılar vardır. ben de bir ağıtçı hikayesi yazmıştım zamanında. ağıtçı kadın, kendinden daha fazla ağlayan olursa cenazede, bunu kendine ve mesleğine bir hakaret sayıp cenazeevini terkedebilir:) erkekler ise metanetli bir sessizlik içinde durur, ağlayacaksa gizlice ağlar. ve işte geliyoruz; kavrulan helva da ölünün ruhu rahat etsin diyedir.

netice olarak; çay ve şekerin, kıymetli olanı paylaşmak değil de, o zamana denk düşen ihtiyaçlarını gidermek için fazlasıyla dertli ve dalgın olan cenaze evi sahiplerinin bu ihtiyaçlarını gidererek yardımcı olmak gibi bir manası vardır, diye düşünüyorum.

tekrar teşekkür ederim, katkınız için.

sevgiler.

endiseliperi dedi ki...

unutmuşum; şunu da diyeyim de bir eksiklik duygusu kalmasın içimizde: batılılar cenazede siyah giyer. bunun nedeni ölümden duyulan kederin ifadesi değil de, ölüm ruhlarının çevrede dolaşmasından duyulan korkudanmış. nitekim kuzey avrupalılar tabuta sayısız çivi çakarlarmış ruh çıkamasın ordan, diye. ölü çevresinde mum yakan romalılar da yeraltı ruhlarının ışıktan korktuklarını düşünerek yaparlarmış bu işi.

hmmm.. bu kadar sanırım şimdilik.

sevgiler tekrar.

zamyak dedi ki...

merhaba peri hanım,
cevabınız için teşekkür ederim. kısa bir zamanda, üzerine yeterince düşünmeye vakit bulunmadan yapılmış, iddiasız bir çıkarımdı. noksan tarafları, tekrar okuyunca görmek mümkün oldu:) haklı olabilirsiniz, ihtiyaç gidermeye yardımcı olmak amaçlı yapılıyor olabilir. cevapta verdiğiniz bilgiler için de ayrıca teşekkür ederim, ilginç ritüellerdi.

hoşçakalın.

endiseliperi dedi ki...

rica ederim, zamyak, asıl ben teşekkür ederim bu bilgileri de paylaşmaya vesile olduğunuz için. iletişime olanak tanıyan bu yorum kutucuğunu çok severim. burayı hakkıyla değerlendirmek, kullanmak lazım. bazen bu yorum kutucuğunda, asıl yazıdan çok daha önemli şeyler konuşulur bu nedenle. yazdığın yazı ne de olsa bir uzaksılıkla orada durur da, yorum kutucuğunda sanki dokunarak konuşursun, gülüşürsün, itiraz eder ya da deneyimlerini paylaşırsın.

bence sözleriniz önemsiz değildi. bilim aslında çok ciddi cümlelerle, çıkarımlarla ilerlemiyor. "bana kalırsa yerçekimi denilen bir hadise var," diyen newton ın ilk soru dolu merakı başkalarınca çok saçma bulunmuştur, emin olabiliriz buna. beşeri ilimlerde sorunun yanıtı her zaman öyle kolayca bulunmuyor ve matematiksel bir kesinlikle ispatı da çok zor gerçi. ama yine de kültürümüze ait,ezberlediğimiz şeyleri, "bu sözcüğün kaynağı ne? neden cenazede böyle ritüeller var?" vs gibi basit sorularla aralamaya çalışıp, anlamayı isteyince çok ilginç yanıtlarla karşılaşıyoruz. bu nedenle noksan ya da yetersiz değildi sorunuz bana kalırsa.

hoşçakalın, sevgili zamyak ve uğradığınız sitelerde paylaşmak istediğiniz deneyimler, bilgiler olursa bana kalırsa utangaçlık gösterip sessiz kalmayın. kimsenin sizden daha iyisini, daha fazlasını bildiğini düşünerek çekingenleşmeyin. iletişim için gösterilen her içten çabayı saygıyla karşılıyorum mesela ben. buradaki çoğu arkadaş da öyle.

okuranne dedi ki...

sadece bir-iki kurabiye ve eçi peyniri yiyerek kahavaltıyı tamamlayabilen biri olduğu için, fotoğraflarında "zapzayıf" göründüğün için, basit yemeklerle tamin ve mutlu olduğun için - de - sana imreniyorum bir tombiş olarak.

sevgiler
meral

endiseliperi dedi ki...

sevgili meral'ciğim,
ne çok olmuş görüşmeyeli seninle. çok sevindim seni gördüğüme. benim bilgisayarla ilişkim öyle zayıfladı ki, çok dolaşamıyorum.

seni nedense hep zayıf biri olarak düşünmüştüm. tombiş olman ne hoş. kitaplar, yemekler, çocuklarla birlikte seni işte dediğin gibi tombiş düşünmek daha neşe verici.

bugün dışardaydık. bildiğin sıkıcı banka işleri vardı. az önce eve geldim. birazdan da yemek yapacağım. gecikti bugün yemek, çünkü dışarda bir şeyler yedik. bambi'nin döner sandiviçini seviyorum, ama benim şu yanlış reflü ameliyatı nedeniyle hassasiyetim çok arttı. boğazıma bir maydonoz parçası yapışmasın mesela, korkunç bir irritasyonla onu çıkarmak gerekiyor. ancak eğer yavaş yavaş yersem, çok çiğnersem; karşımda hızla yemeğini yiyip beni o ritme davet eden biri olmazsa, sorunsuz yiyebiliyorum. o sandiviçi yaklaşık yarım saatte yedim ve yerken gelip geçenleri izledim. izlediğim hanımların nedense özellikle topluca olanları daha hoştu. özellikle bedenleriyle sorunu yokmuş gibi onu gururla taşıyan şişmanca hanımlar. çok yakıştırmışlardı giydiklerini ve bana da öyle yakışmaz ki diye hayıflandım mesela. hayır hayır hiç keyif bağışlamıyorum. samimiyetle böyle düşündüm.

güzellik bence önce kendinle kurduğun ilişkiden başlıyor. sen kendini güzel buluyorsan, kompleks edinmiyorsan, bu güven ve inanç senden itibaren yayılıyor. mesela elele yürüyen orta yaşlı bir çift vardı, göbeklerini gururla taşıyorlardı ve gülümseyerek sohbet ediyorlardı birbirleriyle.

bana kalırsa sana neşe veren, evdekileri zevkle doyurmanı sağlayan o yemekleri eğer sağlığını fazla riske atmıyorsan öylece yemeğe devam et.

ben de kilo alabilirim ama bende nasıl desem iyi durmuyor. kemiklerim çok ince ve çok da uzunum. kilo alınca çok iri ve yorgun biri oluyorum. yakışmıyor. hemen her zaman tok hissediyorum, ki bu da sağlığa değil de sağlıksızlığa işaret daha çok.

neyse. ben şu yemek işine başlayayım. buralarda aldığımız ete güvenmiyorum. taa kadıköy'den et taşıyorum. salçalı biftek, pirinç pilavı ve salata yapacağım şimdi.

hah, bataille'in rahip C'sini aldım bugünkü kadıköy seyahatinde. daha sonra okunacak. bazen rastgele alıyorum böyle program dışı kitapları

öpüyorum seni ve ufaklıkları. çok, çok sevgiler.

okuranne dedi ki...

peri,

çocuların çizgi film zamanı geldi, bilgisayarı açtım, sık kullanılanlardan sayfanı açtım, eskilerden bir şeyler okudum. sonra dün bıraktığım ileti gelmiş mi diye baksam:) kocaman bir cevapla karşılaştım. içim ısındı. sanal sevgi bu olsa gerek:)

bugün haruki murakami'nin sahilde kafka'sından 100 sayfa kadar okudum. o kadar çok şey yenip içildi ki... halbuki kahramanlar hep zayıflıktan yakınıyor.

burada söylediğin menülerden bazılarını yapıyorum aklıma yapcak birşey gelmedğinde, "salçalı biftek, pilav ve salata" öylece girdi zihnime. önümüzdeki günlerde sofrada olur.

henüz hiç bataille okumadım. 40 dan önce başlayacağım ama (38 im şimdi)

sevgiler

endiseliperi dedi ki...

canım meral'ciğim,
zevkle, içimden gelerek yazdım. çok sağol öyle sevgi dolu okuduğun için.

bende murakami'nin imkansızın şarkısı kitabı var bir tek. başladım da. ama zamanı mı değilmiş, yoksa yazarın hep sözü eildiği gibi sahilde kafka'sını mı önce okumalıymışım, bilemedim. eğer yemekten bahsediyorsa, şahane olur bu. ben iştahım açılsın diye yemek sitelerinde dolaşıyorum çünkü bazen.

yarın ne yemek yapsam hiç bilemiyorum şimdi. karar versem, ona göre dondurucudan kıyma ya da kuşbaşı indireceğim. aklıma hiçbir şey gelmiyor. bu da sıkıntı verici bir şey. karar versem, yarın saat 3'e kadar rahatım mesela en azından. bakalım, daha gece bitmedi.

bataille'in bazı enteresan kitaplarını okudum. tuhaf, pornografik kitaplardı. edebiyat ve kötülük adlı kitabı epey iyi bir kitap. okumadıysan onu önereririm şiddetle. bu rahip c kitabının adının da geçtiği bir yazı okudum da bir anda gözüme çarpınca aldım işte. ama ne yazıyı hatırlıyorum ne rahip c hakkında fikrim var. bakalım. dediğin gibi biraz okuyucunun olgunluk zamanlarını talep eden bir yazar bence de.

öpüyorum hepinizi. sevgiler.

Adsız dedi ki...

hayır hayır! murakami'nin önce zemberek kuşunun güncesi okunacak! bi telaş yazdım bak :) önce onu oku sonra diğerlerini de belki okursun, genelde aynı tema üzerinden gidiyor zaten. orhan pamuk için kara kitap neyse, zemberek kuşunun güncesi de murakami için odur.

neolitik
the japon edebiyatı komseri :)

endiseliperi dedi ki...

neo,
:):) ne güldüm sana. hakikaten japon edebiyay komiseri gibisin. nasıl da buldun burda murakami'yi:):) hala gülüyorum. meral, murakami'den bahsedince, aklıma sen geldin hemen doğal olarak. ama adını tarafımdan murakami yanında görmekten bıkıp usanmışsındır, diye seni sadece içimden anmakla yetindim.

ben murakami'nin kitap isimlerini hiç aklımda tutamıyorum ne hikmetse. sana yorum bırakmıştım da aklıma gelmememişti bendeki kitabının adı mesela.

zemberek kuşu... zemberek kuşu... diye tekrar ettim o nedenle bir süre. tamam! önce şey okunacak... ne kuşu, ne kuşu? :) şaka şaka, zemberek kuşunun güncesi:)

çok sağol. ben de almanca çalışmaya başlayacağım da yerde toz varken çalışamıyorum:) bahaneye bak:) önce bir süpürüp sileyim, defterlerimi, kitaplarımı güzelce masaya yerleştirip, kalemlerimi açayım da... hmmm, inanmıyor musun? gör bak, tüm ev temizliğini bir saatte bitirip başlayacağım.

öpüyorum çok.

ulker dedi ki...

Bu ne her deva blogdur böyle. Hem yemek tarifi verir, hem dizi, film, kitap v.s. önerir hem de günlük hayatla ilgili analizler yaparken, kafanın içinde uçuşan düşünceleri bir düzene koyar. Kurabiyeyi yaptım, hangi niyete yersen onu hatırlatan bir şey oldu. Ben kurabiye diye yedim, yarı Karadeniz kanı taşıyan kızım mısır ekmeği ...

Sevgiler

Ülker

endiseliperi dedi ki...

:):) di mi? yani dışarı çıkıp, sıcakta, yollarda arkadaşla buluşmanın ne gereği var ki! buraya uğrarsın, olur biter:)

güzel olmuştur sanırım. yarı karadeniz kanı taşıyan oğlum sevmiyor mısır ekmeğini, şaşırıyorum. sorsan, hiç gitmediği ordulu'yum, der bi de:)

afiyet olsun, ülker'ciğim.

sevgiler.

Adsız dedi ki...

Sevgili peri, buraya ya çok üzgünken uğruyorum ya da çok sevinçliyken. Her ikisindede bir fal gibi eski yazılarndan birini seçip kura çeker gibi şansıma ne çıkarsa onu okuyuyorum mutlaka benim ihtiyacım olan bir sözü saklıyor oluyor yazıların. Bu gün birinci haldeydim ve bir kurabiye bile beni deliler gibi ağlattı... Butterfly

endiseliperi dedi ki...

canım butterfly ağlama n'olur. çk üzüldüm şimdi seni ağlarken düşününce. sımsıkı sarılıyorum sana. yarın, biliyorsun her şey yoluna girecek, kendini daha iyi hissedeceksin. belki yazmaya başlarım tekrar. keşke yazsam. ne domuz gibiymişim ben de, anlamıyorum kendimi. ben değil, içimdeki bir şey inat ediyor, tutuyor beni.

hadi gülümse. öpücükler, kucak dolusu sevgiler.