Pazar, Ekim 30

resim okuma

havalar iyice serinledi. eğer pijamalarımı, sabahlığımı çıkarıp ev pantolonu, kazağı ve ev için ayrılmış spor pabuçlarımı giyersem, mutfakta oturabiliyorum. masada salata, peynir, meyve, tuzlu fıstık ve küçük bir kadeh şarap var. masadaki yiyeceklerin çeşidi kadar farklı kitaplara uğradım bugün. insan sıkılmamaya karşı strateji geliştirebilir ve kararlı olursa sıkılmıyor gerçekten. bu nedenle nerdeyse mutluluk dolu bir gündü. roger waters'ın the pros and cons of hitch hiking albümünden şarkılar dinledim. pencereden baktım zaman zaman. yoğun gri bulut kümesi tam ortadan yarılmış, o yarıktan şiddetli bir aydınlık çizgi şeklinde uzamışken, ışık bir tül perde gibi denize ağmıştı. bu manzaranın ön planında, teras duvarında üşümüş güvercinler suya ve ekmek kırpıntılarına uğrayıp, dinlendiler. şimdi hava karardı. hilal şeklinde bir ay var. hala iyiyim. şu kadeh bitsin, arçil dershaneden gelecek zaten. az önce telefonla arayıp otobüse bindiğini, tok olduğunu söyledi. bu söze kanmamayı öğrendim, ama ciddi bir sonucu yok; patates kızartıp, hamburger yapacağım sadece. sonra pazen pijamalarımı giyeceğim. çay demleyip, battaniyenin altına gireceğim ve günün en dikkat çekici kitabını okumaya devam edeceğim. ama size şimdi, bugün uğradığım kitaplardan birinden hoş bir alıntı yazacağım. yukarıda gördüğünüz hopper'ın otomat tablosu hakkında alain de botton'un seyahat kitabı'nda geçen bir yazısı. bu tabloyu uzun yıllar seyrettim ben. bora'nın çalışma masasının tam karşısındaki duvarda asılıydı. bir takım vahim kusurları olmasa çok sıkı, hopper'ı anlayan bir adamdı, bora. yiğidi öldürsek de hakkını yememek lazım. evet, yazalım, çok çok güzel bir alıntı:

"otomat (1972), yalnız başına oturmuş kahve içen bir kadını resmeder. vakit gecedir, kadının üzerindeki mantodan ve şapkadan anlaşılacağı üzere dışarıda hava soğuktur. görünüşe bakılırsa oda geniştir, boştur ve iyi aydınlatılmıştır. dekor tamamen işlevseldir, üstü taştan bir masa, kalın ahşaptan siyah sandalyeler ve beyaz duvarlar. kadının yüzünde içe dönük, biraz dakorkmuş bir ifade vardır, kamusal alanlarda oturmaya alışkın değildir sanki. belki o masaya oturmadan önce bir şeyler ters gitmiştir. kadın her şeyden habersizdir ya, yine de farkında olmadan resme bakan kişiyi öyküler yazmaya davet eder, onun geçmişiyle ilgili ihanet ya da kaybediş öyküleri. kahve fincanını dudağına götürüken elinin titremesini engellemeye çalışır. saat gecenin onbiridir, aylardan şubat'tır, yer kuzey amerika'da bir şehirdir.

otomat hüznün resmidir ancak hüzünlü bir resim değildir. iyi bir melankolik şarkının gücünü taşır. eşyalar sert hatlıdır, evet, ama mekan tümüyle mutsuzluk taşıyan bir mekan değildir. salonda başka yalnız insanlar d avardır; tek başına oturmuş, tıpkı resimdeki kadın gibi düşüncelere dalmış, toplumdan kopuk bir halde kahvesini yudumlayan kadınlar ve erkekler. toplumdan kopmuşluk, hepsinde ortak olan duygudur ve bu ortaklık insana yalnız olanın sadece kendisi olmadığını anımsatır, 'sadece ben yalnızım' duygusunun verdiği baskıyı azaltır. yol üzerindeki restoranlarda, yirmidört saat açık olan kafeteryalarda, otel lobilerinde ve istasyon kafelerinde, yani kamusal olan ama yalnızlık hissi veren her yerde insan, yalnızlığının dindiğini fark eder, yepyeni ve bambaşka bir kamusallık duygusu duygusu keşfeder.bu mekanlar tam anlamıyla 'evden uzaktır'. bu mekanlardaki parlak ışıklar ve umumi eşyalar, evin bize sunduğu o sahte rahatlık duygusundan kaçmamızı, rahat bir soluk almamızı sağlar. duvar kağıtlarıyla ve çerçevelenmiş fotoğraflarla çevrili evimizde (o bizi hep yarı yolda bırakmış sahte sığınakta) hüzne düşmektense burada düşmeyi tercih ederiz.

hopper resimdeki kadının tek başınalığıyla özdeşleşmeye davet eder bizi. resimdeki kadın onurludur, kendinden çok başkalarını düşünür; fakat başkalarına fazlaca güvenir, biraz naif bir hali vardır sanki. bedeni, yaşamın sert bir köşesine çarpmıştır. hopper bizi onun yerine koyar; bizi dışarıda yaşayanların yanına, evdekilerin karşısına yerleştirir. hopper2ın resimlerindeki insanlar ev olgusunun kendisine karşı çıkan insanlar değildir., yalnızca 'ev', onlara şu ya d abu şekilde ihnaet etmiş, onları gecenin ve yolun kucağına itmiştir.. yirmdört saat açık olan kafeterya, istarsyondaki bekleme odası ya da motel, sıradan dünyada kendine bir ev edinmemiş ama başını dik tutmuş insanların sığınağıdır. baudelaire'in 'şairler' adını verebileceği, bu adla şereflendireceği insanların."

alain de botton, seyahat kitabı, s. 56-57

48 yorum:

Aydan Atlayan Kedi dedi ki...

Hopper'ı çok severim. Tüm resimlerini. Ne zaman onun tablolarından birini görsem sanki birşey tarafından çekiliyormuşum gibi gözlerimi alamam ondan. Ve bu tablo... Bana hep tüm yaşamını bir yerde bırakmış, şimdi ne yapacağını bilemeyen bir kadın gibi gelir resimdeki kadın. Sanki üzerindeki kıyafetleri alıp gelmiştir bir tek eski hayatından. Onları da ne yapacağına karar verince atacaktır çöp kutusuna. Bir çeşit gerçekle yüzleşme gibi. Sanki bugüne kadar yaşadığı hayatın tümüyle yalan olduğunu anlamış gibi bir ifade yok mu yüzünde. Donup kalmış gibi. Sanki birşey yapması gerektiği için içiyormuş o kahveyi gibi. İşin tuhafı çokça da umut var tablonun içinde. Bu umut neresinde bilmiyorum ama var. Belki de ben öyle olduğuna inanmak istediğimdendir. Belki de alt üst olunca yaşamlarımız yeni hayatımızın eskisinden çok daha iyi olacağına inanmak istememdendir bu... Bence resimlere bakınca hepimiz kendimizden birşey katıyoruz. Zaten tüm sanat eserleri böyle değil mi? Hiç kimse onları aynı görmez...

endiseliperi dedi ki...

aydan atlayan kedi, o tarif ettiğin kadın benim. kendimi o kadar ama o kadar çok o tarif ettiğin kadın gibi buldum ki hayat boyunca. ne demek istediğini çok iyi anlıyorum. demek, kendimi anlatsam, sen beni tıpkı ben gibi anlayacaksın. çok, çok tatlı ve çok yakınsın bana. öpüyorum çok seni.

Vuslat AKTEPE dedi ki...

Resim konusunda hiç bir zaman bilgili, ilgili olamadım. Çoğu defa dostlar ilgilendiği için ilgilendim, sergilere gittim. Ama bir resmi iyi anlamak ve yorumlamak bana oldukça uzak. Ruhumun o tarafı gölgede. Buradaki resim için de durum benim açımdan farklı değil. Ama yine de bana kalırsa alıntı resme çokça fazla öznellik katmış gibi. Yani bir kafede kahvesini içen üstelik üzgün, mutlu vb. de değil basbayağı sıradan, donuk, yani o an için yaptığı o rylmeden başkaca da belki bir saat belki bir gün belki de matematik problemini düşünen bir kadın için dışarıdan çok fazla duygu katmış. Evlerin sahte duygusu, ihaneti vs. En iyi ihtimalle kadının durumunu bir durak olarak alsaydı belki derdim hiç olmazsa resimden yola çıkıyor.
Mesela tavan ışıklarının kadının arkasındaki camda kademe kademe uzanıp en sonunda karanlığa gömülmesi düşüncelerinin ve pratiklerinin dününü ifade ederken hemen solundan doğru vuran ışık da geleceğinin pratik yahut zihinsel kurgusu olabilir miydi? Kadın geçmiş ve geleceğinin tam ortasında, o an, sadece anı dondurmuş olamaz mıydı. Bu an kamuya açık bir alanda çünkü hareketin en olağan hali ile aktığı bir anda tıpkı kadının kahve molası gibi hareketin donmuş olduğubu ifade edemez miydi? Kadın onun için yalnız değil miydi vb. vb. Hani buna benzer söylese öznel yorumu daha bir ressamın çizdiği kavşakta sömürebilirdi de arkadaş ressamı da atlamış resmi de resim üzerinden kendini aktarmış...
Nıç sevmedim ben bu alıntıyı :)

Sevgiyle...

Aydan Atlayan Kedi dedi ki...

Peri'ciğim ben de kendimi çok buldum o durumda. Ne derler bilirsin, aynı yaraları taşıyanlar kardeşten bile yakın olurlar ve birbirlerini nerede olurlarsa olsunlar bulurlar... Belki bundandır yakınlığımız ne dersin...

Çok çok öperim gülümseyen yanaklarından...

endiseliperi dedi ki...

:) demek sevmediniz, vuslat. çok güldüm buna. ben de bazen inançla yazılmış böyle edebi metinlere, gayet soğukkanlı, hiç de öyle değil, hiç olmamış, diyorum:) ben de anlamam resimden. ama bişr resme bakıp, deneyimlerimizden, okuduklarımızdan, insan bilgisinden filan yola çıkarak yorum yapabiliriz. bu, botton'un bu resimden anladığı hal. mutlak bir şey demiyor. bu resim ancak böyle anlaşılmalı, diye bir düşüncesi yok. insan yorum yaparken kendinden yola çıkar. ben öyle dinlerim arkadaşalrımı. şimdi sizi de öyle dinliyorum. botton, evden uzakta olma hadisesi çerçevesinde bir kitap yazdığı, ana izleği bu olduğu için bu resmi de öyle yorumlamalıydı. bu bağlamda iyi bir yorum bence. bana, hele de bir kadeh şarap eşliğinde çok leziz bir yorum geldi. botton'u çok sevmem ama beni çok eğlendirir. işaret eder ama fazla derinleştirmez, eğlendiricidir. bana uyar. ancak yukarda aydan atlayan kedi nin yorumuna çok tutuldum. çok bana özgü bir yorum o. ve o yorumla birlikte o resimle ben gerçekten özdeşleştim.

sevgiler çok.

endiseliperi dedi ki...

sanırım kaynağı bu kardeşliğimizin. iki insanın birbirini böyle derinden, içerden anlaması ne hoş. ben de öpüyorum çok seni ve kucak dolusu sevgiler.

Adsız dedi ki...

Barışla doğru orantılı mı bloğunuza dönüşünüz, öyleyse ne yazık...

endiseliperi dedi ki...

yok yahu, adsız, daha neler! bahsi geçti sadece.

Unknown dedi ki...

Ben de gecen hafta (depremden hemen once) Melancholia filmini izlemistim ve izleyenler hatirlayacaklardir, Trier orada, birkac resim kullaniyor.

Kiyamet melankolisini isleyen film, depremin de etkisiyle hepten beynime cakilip fena halde sarstigi icin, hem kullandigi semboller, hem de oradaki resimler ve ressamlari hakkinda okumalar yaptim biraz.

En etkileyici olani, daha filmin basinda yer alan, Brueghel(Bruegel)'in, 'Hunters in the Snow' tablosuydu.

Simdi okuyanlara sacma gelecek belki ama, ben artik, o tabloya baktikca, depremi hatirlayacagim.

Baslik resim okuma ama film demisken, merak edenler ve ilgilisi icin, su iki yaziyi da paylasmak isterim.

http://www.rehabasogul.com/2011/10/22/melancholia-melankoli-lars-von-trier-sinema-film-elestiri-analiz/

[..]Justine bu kadar baskı altında kendini kütüphanesi olan bir odaya kilitlerken, odadaki açık kitapların içindeki Kasimir Malevich‘in 1916 yılında yaptığı “Süprematizm” resmi gibi optik görüntüye önem vermeyen, doğadan uzaklaşma amacı üzerine manifestolarla beslenen soyut resim, konstruktivizm özellikleri taşıyan resimleri yere atarken, Trier’in yine hareketli el kamerası açılarıyla Pieter Brueghel‘in “Karda Avcılar” (Hunters in Snow) manzara resmi, ve manastır yaşamını, çalışmayı hicveden ve zevkin ve hayallerin övüldüğü düşler diyarı Cockaigne diyarını 1567′de tasvir ettiği “ Cockaigne Diyarı (The Land of Cockaigne) varken, barok resmin öncüsü olarak, maniyerizmin karşısında devrim yaratan ve gerçeğe duygusallık ve renklerle yaklaşma gayesindeki depresif resimleriyle bilinen Michelangelo Merisi da Caravaggio‘nun “Goliath’ın başıyla Davud“(David With Head of Goliath) resimlerine ve Trier’in Dogville, Antichrist gibi filmlerinde sıklıkla kullandığı imgelerden biri olan ve filmin posterinin de ilham kaynağı John Everett Millais‘in 1852 yılında yaptığı Shakespeare’nin “Hamlet” eserinden esinlenerek yaptığı ve aşk acısıyla melankoliye sürüklenerek şiirsel bir intihar diliyle hayatına son veren hikayeyi anlatan Ön-Raffaelit resimlerin en bilindik eseri olma özelliğine sahip Ofelya(Ophelia) resimlerine yakın çekimler, Justine’in tıpkı bu ressamların ideolojisinde olduğu gibi “hayatın gerçek anlamına” melankolik olarak Trier gözünden yaklaşma gayretidir ki bir yandan da soyut anlatımcılığın 19. yy. sonrası sanayi devrimi ile birlikte burjuva kesiminin içinde yaygınlaşmasına ilişkin içi ve duyguları boşaltılmış entelektüelizme karşı bir eleştiridir de.[..]

https://envergulsen.wordpress.com/2011/10/18/hicligin-ucurumunda-trier/

sevgiler

endiseliperi dedi ki...

sevgili yüksekökçeden,
geçenlerde ben de izledim o filmi. ne tesadüf! hiç beğenmedim filmi. öyle ki nefret filan ettim. oyunculuk da ne berbattı. gainsbourg harcanmış resmen. film hakkında bir yazı okumadım. enver gülşen'in tarkovski hakkında yazısını okumuştum sanırım. çok iyi bir yazıydı. onun tarkovski'ye hayran olması ile kendisi arasında bir tutarlılık da görüp sevmiştim yazıyı. ama çok oldu. birazdan bu filme ilişkin yazısını okurum. ve çok sevdiğim brueghel tablosu hakkında da konuşuruz. neden sonra? şimdi ev temizliğinin tam ortasındayım çünkü:) abarttım epeyce. işim bitsin, marketten tavuk şinitzel alayım, döneyim, yemekleri hazırlayayım. duş alayım. yemek yiyelim. sonra oturup yazıyı okuyayım ve konuşalım, olur mu? evkadını olmak kolay derler bir de;)

öpüyorum çok seni.

güllü dedi ki...

Botton'u severim de Hopper'ı tanımıyordum.(ayıptır söylemesi) Biraz araştırayım dedim; Hopper, sanat okulundan sınıf arkadaşı Josephine ile evlenmiş. Evlilikleri sürekli tartışarak geçiyormuş. Hopper öyle takıntılı imiş ki Jo'yu kedileri Arthur'den bile kıskanıyormuş. Kadıncağız hem bu baskıdan bunalıyor hem de kocasına modellik etmeye devam ediyormuş. Kocasına hayranmış aynı zamanda. Bu çerçevede Botton'un dedikleri benim için bayağı bir anlam kazanıyor. Kadıncağız atsan atılmaz satsan satılmaz bir kocaya sahip ve muhtemelen bir kavga sonrası kendisini gecenin köründe sokağa atmış. Radikal bir adım atamayacağı için de kendi gibi yalnızların kahve içtiği bir yere oturmuş, kahvesine bakarken cevabı aslında içten içe bilse de kendine soruyor " ben nerede yanlış yaptım?"
Selamlar,

endiseliperi dedi ki...

:) süper bir resim okuması olmuş bu, güllü! bayıldım:) resimdeki hanım josephine değil ama, yine de ikisini biraraya getirmen harika olmuş. çok sevdim. teşekkür ederim.

sevgiler çok.

meftun dedi ki...

biliyor musun resme yeteneğim var fakat değerlendirilmemiş vaziyette yani uykuda diyelim :)) lisede (orta mıydı yoksa) iken resim dersinden senelik ödev almıştım, off şimdi bu kelimeler "resim dersi", "senelik ödev" bana o kadar yabancı geldi ki ister istemez konudan uzaklaşacağım.. neyse.. daha ziyade rönesans ressamlarını tanıyorum; Hopper ile sayenizde tanışmış oldum.. iyi de oldu.. :)

Tablodaki ablam çok şık görünüyor söylemeden edemeyeceğim:)

Adsız dedi ki...

oo hopper resmi koymuşsun, hiç kaçırır mıyım? :) ben sevdim alıntıyı, botton'un aşk üzerine kitabını okumuştum, iyiydi sanki. bi de twitter'da takip ediyorum, bazen aileyle ilgili falan bezmiş
yorumlar yapıyor, hoşuma gidiyor :)

şu bölümü resme denk buldum özellikle:
yalnızca 'ev', onlara şu ya da bu şekilde ihnaet etmiş, onları gecenin ve yolun kucağına itmiştir.. yirmdört saat açık olan kafeterya, istarsyondaki bekleme odası ya da motel, sıradan dünyada kendine bir ev edinmemiş ama başını dik tutmuş insanların sığınağıdır."

sevgiler

endiseliperi dedi ki...

yüksekökçeden, okudum şimdi yazıyı. yazı iyi, film kötü. trier bu yazıya layık olduğunu düşünse mutlu olurdu bana kalırsa.

duşumu yenice alıp, mistik çayımı içiyorum. yorulmuşum, ama iyiyim. biraz okuyacağım şimdi.

öpüyorum çok seni. bağlantılar için teşekkür ederim.

redrabbit dedi ki...

resimdeki kadın son derece güçlü ve kararlı bir kadın bence.Yaşadıklarının yalan olduğunu düşünenen ya da herşeyi geride bırakan bir kadından çok yaşadığı herşeyi sonuna kadar sahiplenen,mücadelesini sonuna kadar vermiş ama yeri geldiği zaman da buraya kadarmış demesini bilmiş bir kadın.Kahve,yeni bir güne başlarken içilen sabah kahvesi gibi.Yeni başlangıçlara hazırlanıyor.sonuna kadar içmeyecek zaten.son bir,iki yudumu fincanda bırakıp,aniden yerinden kalkacak ve hızlı adımlarla,etrafına hiç bakmadan dışarı çıkacak.elleri cebinde hızlı hızlı yürürken mesela karşı kaldırımda oynaşan 2 yavru kediye gülecek bu kadın.Ve ancak çok yakından bakıldığında görülebilecek bu gülümsemenin izleri yol boyunca eşlik edecek ona..

endiseliperi dedi ki...

sevgili meftun, biz hep harcanmış olduğumuz yeteneklerimizi söylüyoruz. benim de resmim iyiydi. ama yani gerçekten iyi olan yetenek yerinde duramaz, uyuyamaz, varlığını göstermek ister gibi gelir bana. hopper'ı bence çok seveceksin sen, meftun. bir sürü çok hoş resmi var. google da görürsün çoğunu.

çok öpüyorum seni. kendine ve bebeğe iyi bak;)

sevgiler.

endiseliperi dedi ki...

ooo neocum,
eh, sensiz hopper yazısı olmaz, biliyorum;) ben de çok sevdim alıntıyı. hatta botton'un başka hopper resimleri ile ilgili yazıları da var. onları da mı koysam diyorum. bana kalırsa sen bu kitabı al, çok hoşuna gider.

öpücükler, sevgiler.

endiseliperi dedi ki...

ne kadar iyimsersin, redrabbit. umarım öyle olur. umarım geçmişini artık onun için yapabileceği bir şey kalmadığına ikna olarak bırakır ve küçük yavru kedileri farkedecek kadar yaşam dolu yeni bir hayata başlar. çok tatlısın.

öpüyorum seni. sevgiler.

Pusulasız Hayat Kitap Sesleri dedi ki...

Ben de çok sevdim resmi, resimdeki kadında tuhaf bir yalnızlık buldum ve kendime benzettim. Aslında resimden çok anlamam daha doğrusu resim yeteneğim yok. Ama sevmek farklı bir durum sanırım. Çok sevdiğim ressamşar, tabloları var. Resim önemli bir sanat benim için.
Sevgiler Peri'cim ...

endiseliperi dedi ki...

sevgili hayat izlerim, ben de anlamam resimden ama resmi anlatan yazıları okumaktan çok hoşlanırım. arçil küçükken de okuduğumuz kitaplardandı. bazen de bir resme bakar, diğerimiz o resimdeki figürlerin ne olduğunu, ne yaptıklarını anlatırdı. bir tür hafıza oyunu gibi. resme bakarsın ve baktığında hissettiğin şeyi düşünürsün. biz, yani resim konusunda akademik bilgisi olmayanlar sanırım hislerle yol alabiliyoruz ancak. bu da kötü değil. duvarımıza asmayı tercih ettiğimiz resim bize hissettirdiğiyle önemli. öyle de olması gerekmez mi? ilk sevgilim gökhan, resim, başkaları için asılır evin duvarına, derdi. çünkü sen bir süre sonra kanıksıyor, ezberliyor ve resmi aslında görmez oluyorsun bir süre sonra.

resme yeteneğin olması ile onu anlamak bambaşka şeyler bana kalırsa. bir resim analizcisinin aynı zamanda yetenekli olması gerektiği şeklinde bir koşul olması gerekirdi senin dediğin gibi olsaydı, değil mi? sen bu resme bakmışsın ve kendi hikayene benzeyen bir hikaye bulmuşsun onda. bence bu kadarı yeterli ve hoş olan da bu.


benden de kocaman sevgiler, hayat izlerim.

meftun dedi ki...

ne zamandır söyleyeceğim, bir türlü fırsat olmadı, bi bakabilir misin.. başarısız blogdan sonra şimdi de tumblr da takılmaya çalışıyorum

,http://rosainthekitchen.tumblr.com

Unknown dedi ki...

Peri;

Ben tesekkur ederim:)

Film(Melancholia) hakkinda cogunluk senin gibi dusunuyor, begenen yok pek:)

Beni sarsmasinin nedeni, sinematografik gucu filan degil o an yasadigim ruh hali ve depremle cakismasi muhtemelen..

Dun gece de, The Turin Horse izledim. (yine Enver Gulsen beyin dolayli etkisiyle). O film de aglatti mesela beni:)

***

Hopper'i, bizim tumblr ahalisi cok seviyor ve neredeyse tum resimlerini layklamisligim var. Hatta, Gece Sahinleri tablosu uzerinde oynamislardi ve Batman kolaji yapmislardi, sana gostermek istiyodum ama bulamadim simdi:)

sevgiler

endiseliperi dedi ki...

güzel, meftuncum. hangisi sana keyif veriyorsa, kendini nasıl ifade etmek istiyorsan öyle olmalı. hiç fena olmamış. ben bu tumblr mublr şeylerinden anlamıyorum pek;)

öpüyorum çok seni.

endiseliperi dedi ki...

yüksekökçeden,
valla melankoli filmi için hiç yazı okumamıştım, çünkü öyle sevmedim ki, derhal uzaklaşmak istemiştim ondan. trier in genel olarak sevilmemesi ile ilgilenmiyorum, önyargılı değilim. ama o filmi öyle kötü buldum ki...

aa, turin horse'u ben de izledim. film sitelerine yüklenmiş. çok, çok beğendim. hatta öyle heyecan filan duydum ki, kalkıp yarın için taze fasulye, sebzeli bulgur pilavı yaptım mutfakta tarr'ın film müziklerini dinleyip grooveshark.com'dan:) şimdi de uykum gelsin diye süt içiyorum ve bir dizi izliyorum.

bahsettiğin gece şahinleri tablosunun batman kolajını görmüştüm sanırım:)

ayrıca bir ara bakarım verdiğin bağlantıdan the turin horse yazısına. çok teşekkür ederim. ben film ya da kitap hakkında pek öyle araştırma yapıp okumuyorum internet'te, iyi oluyor bana yol göstermen;)

ben bir arkadaşa geçmişte demiştim tarr'ın filmlerini izleyeceğim diye ama indirememiştim. tekrar bir tarr filmleri koleksiyonu yapmak istiyorum şimdi.

böyleyken böyle. öpüyorum çok seni. sevgiler.

Adsız dedi ki...

merhaba endiseliperi,
utangaclik yüzünden yorum yapamamaya bugün bir son vermek istiyorum. aslinda sizi ilk okumaya basladigim zamanlarda Zerrin'in basina gelen sacma seyi yasamistim, yorum birakmak icin bir google hesabimin ya da blogumun olmasi gerektigini falan sanmistim.

Hopper'a ve yorumlardaki baska seylere kafam takildi. "gerçekten iyi olan yetenek yerinde duramaz, uyuyamaz, varlığını göstermek ister" demissiniz ya, bu cok hosuma gitti. sizi okumayi sevmemin nedenlerinden biri, benim de bildigim ama bildigimi farketmedigim birseyi bana bildirmeniz. sanirim Orhan Pamuk da "iyi yazar" icin böyle söylüyordu.

resim sanatiyla insanlar arasindaki mesafe ne tuhaf degil mi? oysa cocukken, özellikle okula baslamadan önce hepimiz muhtesem resimler yapabiliyoruz. bence bu hem "büyük sanatci miti" nden hem de gündelik hayatta iyi resimle cok az karsilasmamizdan kaynaklaniyor.
Hopper resimleri, evet hüzün, yabancilasma, sessizlik, yalnizlik falan, ama bana göre biraz da klise, cekici ve büyük ihtimalle bir iliski yüzünden kirilgan kadinlara bir erkegin röntgenci bakislari...
ayrica tumblr ahalisinin cok hosuna gitmesine sasirmadim, son derece kolay ve anlasilir görüntüler. resimler demiyorum cünki onlara resim olarak bakabilmek icin orijinalinin karsisinda durmak gerekiyor. fazlasiyla fotografik ve sinematografik olusundan da hoslanmiyorum.
ama sanirim Hopper'i size bir yorum yazmama vesile oldugu icin seviyorum simdi. böyle böyle, resimden konusmak hic konusmamaktan daha iyi...

sevgi, çim, kitap, günes ( ah, besinciyi unutmusum )

endiseliperi dedi ki...

merhaba:)
ben de utangaç biriydim. sanırım aştım bu utangaçlığı. artık insanlarla daha kolay konuşabiliyorum. onların yargılayıcı, alaycı, küçük düşürücü bir bakışları olursa, bunun artık onların zayıf kişiliklerinden, bir arızadan kaynaklandığını biliyorum. düzgün bir insanın çelebice olmasa bile karşısındakinin kişiliğine saygı duyan medeni bir tavrı olması gerektiğine, eğer olmuyorsa, beni utandırmak, korkutmak, içime kapanmak zorunda bırakan baskıcı ve saldırgan bir tutumu varsa, bunun onun adına çok kötü, zavallıca bir ruhsal arızadan kaynaklandığını biliyorum. artık utanmıyorum. sen de böylece utangaçlığını yenebilirsin bence. bu nedenle, keşke daha önce de konuşma şansımız olsaydı. burasının iyiniyetli yaklaşımların, olumlu bakışların, şu kadar olsun neşe verici paylaşımların olduğu bir yer olmasını çok istiyorum. senin burada olmaman burayı eksik yapar olsa olsa.

teşekkür ederim güzel sözlerin için. kitapları da aslında bildiğimiz ama farketmediğimiz şeyleri anlamak için okuyoruz. yazar, ışığın bulutlar arasından kırılarak nasıl yeryüzüne düştüğünü anlatıyor mesela bir cümleyle, biz gökyüzüne baktığımızda artık daha uyanık, açık bir algıyla bakıyoruz o ışığa. insana ait ne kadar karmaşık şey varsa, yazarların anlatımı sayesinde bizim için daha anlaşılır hale geliyor. böylece bir günahkar insanı daha derince görebiliyor ve onun hatasının aslında insani olduğunu anlayıp, affedebiliyoruz. okudukça, yazarların bakışlarını bizim zihnimize yansıyan ve böylelikle zihnimizi açan haliyle dönüştürüyor ve onu tekrar yansıtıyoruz. kendimizi ve dünyayı anlamak kolaylaşıyor böylece. insanın kendini ve baktığı dünyayı anlamak için başka ne türden bir şeyle beslenebilir ki daha iyi? televizyonun, çığırtkan, çiğ, sığ, çirkin sesiyle dünyaya bakan insan nasıl bir dünya görüyordur? sana baktığında ne görüyordur o insan?

müslüman ülkelerin resim sanatına uzaklığı çok anlaşılır. resim günah. tarihi yerlerde müslümanlar tarafından resimlerdeki gözler oyulur. bugüne kadar gelmiş eski resimler bir müslümanın eline geçmişse inancı gereği onların yüzlerini tahrif eder. bu nedenle resme uzak kalmış bir memleket olmamız çok doğal. şimdi bile bazı evlerde görüyorum; duvarda çivi oyuğu olmasın diye titiz evsahipleri duvara resim asmazlar. ama bazen ben de düşünüyorum, doğanın sesine ve manzarasına hayran olan ben de eğer istediğim gibi bir yerde yaşasaydım, sadece yeryüzünün güzelliğiyle yetinebilirdim. başka bir ses, başka bir doku istemeyebilirdim. ama allahın elini çektiği bu şehirlerde sanata inanmak isteriz. bu dediğime çok inanmadan yazıyorum ama doğada olduğum zamanlarda en güzel müzik sesine bile tahammül edemememi, bakışımı insan ürünü bir tasarımın dağıtmasından hoşlanmamamı böyle açıklayabilirim ancak. tabiri caizse doğada allahla başbaşa kalmak istiyorum:)

hopper'ı sinematografik bulduğun için hoşlanmadığını söylemen çok hoşuma gitti. bunu anlıyorum. ama bize sinemasal bir imge yaratmayan sanat dalı var mı ki? bir ışığın düştüğü, güzelim mavi vazo da aslında bize aynı imgeyi sunar. tekdüze, elektronik bir müziği dinlerken gözleri dolmuştu bir arkadaşımın. muhtemelen o soyut, tekrar eden ve arada ince başka bir tının geçtiği o müzik parçası onda sinemasal bir imge yaratmıştı. rothko felsefe yaptığı için daha mı saygın bir ressam? onun filozofisinin imlediği hayat da sinematografik değil mi?

devam edeceğim.

endiseliperi dedi ki...

ama bens enin ne demek istediğini anlıyorum. resme bakan insana kendi yaratıcığının zevkini yaşatmayan, ona ne hissetmesi gerektiğini bir bir açıklayan ve aynı zamanda bizden biraz da uzak duran resimler asabımızı bozabilir bu nedenle. ben hopper'ı seviyorum, çünkü bana benziyor. hüznü neşeyle kabulleniyor. hayatı olduğu gibi görüyor, üçkağıt, gözboyama yapmıyor, hayat kendini kandırmaya fırsat vermezsen böyle bir şey, kabullen ve yaşa git, diyor. böylesi daha kolay ve daha doğru.

neyse. çok konuştum. lütfen utangaçlığını yen ya da burda olduğun sürece utangaçlığının gölgelemeyeceği, ifade ettiğin seni, sen olarak kabullenecek bir yerde olduğunu unutma, n'olur. buna çok üzülüyorum. çünkü istediğim öncelikli şey burda neşeyle, iyiniyetle bir şeyleri paylaşabilmek. bir tek sen bile bir uzaksılık hisseder ve kendini esirgersen buranın varoluş amacı zedelenir.

sarılıyorum çok sana. içten sevgilerimle.

Adsız dedi ki...

"It took me four years to paint like Raphael, but a lifetime to paint like a child” demis Picasso. ("Raphael gibi resim yapabilmek dort yilimi ama bir cocuk gbi resim yapabilmek tum hayatimi aldi.") Yani diyecegim o ki Sevgili Adsiz saptaman dogru...cocukken hepimiz birer harika ressamiz. Cunku seyirci, elestiri kaygisi duymuyoruz. Kimseyi memnun etmek ya da begendirmek derdimiz yok. Ortada bir kagit kalem ya da boya bir de kirlenmemis, bozulmamis ruhumuz var. Arada da hicbirsey ve hickimse yok.Mutlak mutluluk:)
Aslinda yalnizca yaratici yanimiz degil yas aldikca azalan, kaybolan...6. his dedigimiz icgudusel bir herseyin farkinda olma hali de...bir cocuk belki bir yetiskin kadar ifade edemez ama aslinda cogu yetiskinden cok daha ince bir ayarda herseyi hisseder ve anlar...zaman yani, hem yaraticiligimizi hem de hayati, gercegi gercek sekilde kavrayisimizi koreltiyor...iste bunu en az kaybeden ve karsisindakine aktarabilende bir Picasso oluyor, bir Pearlman oluyor. Ve biz onlarin yaratiklarinda kendi saf, ciplak ruhumuza yeniden asik oluyoruz. Icimizdeki cocugun hep canli, hep lekesiz kalmasi dileklerimle :)
Thalia (e madem ara ara yaziyorum artik bari bir adim olsun:)

endiseliperi dedi ki...

thalia katılıyorum tümden söylediklerine. ama bak, adsız yorumlar olunca ben hangi yorum senindi şimdi bilemiyorum. bundan sonra thalia ile yazarsan, hep picasso ile hatırlayacağım seni:)

katkın için çok teşekkürler. sevgiler.

Adsız dedi ki...

Rica ederim Peri'cigim. Thalia'da olurum senin icin Picasso'da :) sevgiler...

endiseliperi dedi ki...

:p
sevgiler, thalia.

kahverengi dedi ki...

benim adim da Kahverengi olsun. sevgili Endiseliperi,
madem ben de mucizevi bir sekilde utangacligimi yeniyorum, bir adim olmali...bu sicacik karsilama icin tesekkür ederim, bana cok iyi geldi, cok mutlu oldum! utangaclik bizim kendi arizalarimizdan kaynaklanir diye düsünürdüm, (kücükken maruz kaldigimiz yetersizlik ve degersizlik duygularindan) ama sana kesinlikle katiliyorum , zorbalar konusunda. onlardan cok cektim ben.

televizyon insanligin basina gelen en korkunc sey. hollywood sinemasi da öyle. savaslar, soykirimlar, yerinden yurdundan etmeler var ama bir de bunlar var. Abbas Kiarostami " hollywoodun silahlari amerikan ordusunun silahlarindan cok daha fazla güclüdür." der. bir kac yil önce Covering the Real diye bir sergide bir is görmüstüm. yere yayilmis onlarca kücük ekrandan ortadogudaki tüm televizyon kanallari ayni anda seyredilebiliyordu. ekranlar ve kablolar arasinda gezindikce kanallarin cok büyük bir kisminda bir hollywood filminin döndügü, bir kisminda yine amerikadan uyarlanmis yarisma programlari, bir iki tanesinde haberler falan görülüyordu. reklamlar da var tabii ki! bu is, bes dakika icinde, bana nasil bir dünyada yasadigimi gösteriverdi. haftalarca sosyoloji okusam, böyle yer etmez icimde. sanatin böyle bir gücü var. ve simdi düsününce Hopper'a biraz haksizlik ettim. O da nasil bir amerikada yasadigini gösteriyordu. ama iste, benim sinir oldugum, bunu niye kadinlari dikizlemeden yapmiyor? simdi mesela, Hopper hayatta olsa, Guerilla Girls onu kacirip bir atölyeye kapatsalar ve 100 tane kendi ciplak resmini yapmadan burdan cikamazsin deseler! o zaman belki son zamanlarinda konu bulamadigi icin bunalima girmez ve kendini öldürmezdi Hopper.
(devami var)

endiseliperi dedi ki...

sevgili kahverengi, yine de utangaç bir renk seçmişsin kendine:) sana bir soru: gerçek isminde, f, t, hadi sütlü kahve olarak p harfleri var mı?:p bana yazarsan, kendimle oynadığım şu sinestezik oyunum için fırsat vermişsin olur bana;)

bu arada sana bir dizi önereceğim, yazdığın şeylerden yola çıkarak zevk alacağını tahmine diyorum izlemekten. adı, homeland. ben şuradan izliyorum:
http://yabancidiziizle.com/dizi/homeland

öpüyorum çok seni. yazının devamını da merakla bekliyorum.

kahverengi dedi ki...

dün cok yazmak istedim, hep biryerlerden biryerlere gittim, insanlarla konustum, telefonlar hep caldi, aklimda ama, hep sunlar vardi : kahverengi mi, hay allah, aslinda, hmmm, toprak tonlari, dallar, hayir ama neden turuncu degil, kahverengi olmadi, hayir oldu, keten..... acaba yaz mi olsaydi?
ya, simdi bu utangac isimle yasamak zorundayim. hayir, siyahi hic sevmiyorum artik, ama gri ve kahverengi ya da toprak renklerini seviyorum. baska renkleri de cok seviyorum ama simdi yazarsam saatler sürer. gercek ismimde ise o harflerin hicbiri yok. bir zaman harflerin renlkerini yazmistin, ben hemen cok mesgul olmustum bu oyunla. benim icin de bazi harflerin rengi var fakat nedense bazilari icin bir türlü karar veremiyorum. cildirtici bisey.


sehirli olmakla sanata inanmak arasinda bir baglanti var galiba. kaybettigimiz birseyi arar dururuz sanatta. ben de köye gittigimde, sehirdeki stratejilerimin hicbirinin anlami kalmiyor. dogada olmakla ilgili söylediklerin, nasil desem, cok hos, aslinda hicbir yanit veremeyecek kadar hoslandim ben onlardan.

Hopper'i neden sevdigini de anliyorum galiba. resimdeki ictenlik, ya da mahremiyet, bizi kendi mahremiyetimize ne kadar açiyorsa o kadar anlamlidir. Rothko felsefeyle ilgilendi diye daha saygideger degil bence. yine de, sanat tarihine bir cocuk dogurmustur, herhalde bu yüzden önemlidir.
allahaskina, islamda resim gercekten yasak mi? bence bu müslümanlarin birseyleri yanlis anlamasindan geliyor. ayrica batida da resim falan kimsenin umrunda degil, herkes tv seyrediyor.
Thalia'nin dedigi "mutlak mutluluk", hani cocuklarla kagit kalem arasinda, evet ama, ayrica bir de mutlak mutsuzluk! cocuk icindeki herneyse, evde ne yasaniyorsa onu kagida döker. ne konuda sansür uygulamayi bilir, ne de bunu nasil cizmeliyim diye düsünür. ve kendisi de bilmez. " burda kendimi yagmurda islanirken cizdim cünki geceleri altimi islatiyorum ve cok caresiz hissediyorum " demez.

ben de seni cok cok öpüyorum.

endiseliperi dedi ki...

olsun olsun. demek kendine kahverengini yakıştıracak kadar alçakgönüllüsün. bulunmaz nimet. buna tutunabiliriz. iyi bu.

sevgili kahverengi, ben çok okuyan, güleç yüzünü maske gibi kullanan, içekapanık, sessiz bir çocuktum. kasabada zaman çok yavaş akar ve dikkatini ilgilendiğin şeye tüm yoğunluğu ile verebilirsin. bir insanı gözlemlemek için çok fırsatın olur ya da bir olayı düşünmek için sana ait uzuun bir zaman. kasabada bir çocuk isterse kendi alemind eçok özgür olabilir bu nedenle. üniversite için şehre geldiğimde farkettim ki, arkadaş olmayı seçecek kadar önemsediğim şehirli arkadaşlarımın ruhları, içi tıkış tıkış eşya dolu odalara benziyordu. çok şey vardı ama sanki hiçbiri hakkında çok düşünülmemişti; neden orda olduğu bilinmediği için onları bir tür derinliksiz yapıyordu. çok şık görünüyordu düşünceleri ama hiçbir yerine tam oturmamış, kimisi arızalı, kimisi ters çevrilmiş... şehirli insanın zihnini, sessizliği ve durgunluğu tanımayan, kendine ait sıkıcı zamanları olmaya fırsat verilmemiş, bir sürü uyaranın doluştuğu zihni nasıl tanımlayacağımı pek bilememiştim. insan o zihinde dizleri çarpmadan, ayağına bir şey takılmadan kendine bir yol açıp rahat bir koltuk bulup oturamıyor ve sakince bir konu üstünde konuşamıyor. ned emek istediğimi anlatamıyorum sanırım. genelleme yaptığım için de tedirginim biraz. insan bazen, beyaz kireç badanalı küçük bir odada, bir tahta masa, iki hasır iskemle, bir iyi kitap ve bir bardak su görmek istiyor sadece. o iskemleden diğerine geçip oturmayı susmak gerektiğinde suskun, düzgün, doyurucu bir sohbet etmek istiyor. ağırbaşlılığı bozmayan nüktedanlık da olsa iyi olur. insan böyle bir zihinle tanışmak istiyor.

"bizi kendi mahremiyetimize ne kadar açiyorsa o kadar anlamlidir," demişsin. çok hoşuma gitti. insanın kendisiyle samimi olmasını çok anlamlı buluyorum ama kendisiyle yüz göz olmasını, kendisine aşırı şiddet kullanmasını ya da aşırı kayırmasını sağlıyorsa bu samimiyet fazla sevmiyorum. sanki insan kendi mahremiyetine çok temkinli yaklaşmalı. onunla tanışıp mıncıklamaya başlayıp, yorduğu zaman pek sevimsiz bir hal oluyor. çok da tehlikeli. o durumlarda insanlığın kadim, bildik, klişe ilkelerini yoldaş etmezse o insan kafayı yer. insan kendisinin evrensel bir sistemin parçası olduğuna ikna etmeli de fazla kibirlenmemeli. bu, en zor zamanlarda ruhumuzu selamete çıkaracak bir yöntem. insanın kendi mahremiyetine yaklaşması öyle kolay bir şey görünmüyor bana pek.

biraz bu havalardaymışım d auçuyorum galiba kahverengi, bağışla, çok da anlaşılır konuşmuyorum.

öpüyorum çok seni.

kahverengi dedi ki...

asiri siddet uygulamak veya asiri kayirmak kendini dünyanin merkezine koymak ve bu nevrotik bir durum. ama benim dedigim mahremiyet böyle birsey degil. derinlerde saklamaya calistigimiz seyler. bazilarimiz bunlara bakmak, anlamak ve anlatmak ister. neden bilmiyorum ama bu büyük bir ihtiyactir.
tasrada büyümekle ve sehre gelmekle ilgili söylediklerin mesela, gercek, icten ve mahrem bir hikaye. öyle oldugu icin beni etlkiliyor. ama ayni zamanda, ben de tasrada büyüdügüm icin ve sehre geldigimde aynisi olmasa da cok benzer seyler yasadigim icin beni baska bir yolculuga cikariyor. bir anda hem cok güzel hem de buruk ayrintilar canlaniyor zihnimde. ve senin hikayen hic unutmamak üzere bilincime giriyor. ayrica da bir sürü soru sorma istegi veriyor.

endiseliperi dedi ki...

sevgili kahverengiciğim, işte sabah oldu. sabah pırıl pırıl olan güneş şimdi kayboldu. ben, soğuk mutfakta kahve içip kendime gelmeye çalışırken, aklımda kıymalı ve tulum peynirli, mayalı hamurdan poaça yapmak fikrini dolaştırıyorum. bir cesaret, bir güç, başlayacağım buna birazdan.

dün gece arçil'le tartıştık. çünkü çok ama çok geç uyudu. küstüm ona. sabah nedamet getirip barışırım genellikle ama, direndim. çünkü duşa girmiş. dersaneye gidecekti oysa ve ben hasta olmamasına bu kadar uğraşırken onun bu rahatlığına çok kızıyorum. sabah küs küs saçını ben kuruttum. kalın kazaklar, çoraplar giymesini sağladım. ve nakaratımı tekrarladım: her akşam iki saat ders ve saat 12'de yatılacak. eğer buna uymazsan seninle barışmayacağım:)montunun fermuarını çekmeme izin verirken uykulu gözleri ile öyle tatlı görünüyordu ki dayanamayıp sarıldım. o da çok sıkı sarıldı. sanki küslüğümüzün duymasını istemiyormuşuz, yani bu sarılmanın küslük nedenini değiştirmediğini göstermek için, çok kısık sesle seni seviyorum, dedim. o da aynı kısık sesle tekrarladı. küsüz ama seviyoruz birbirimizi:) bana söz ver, dedim, dersaneye gidinceye kadar bereni çıkarmayacaksın. söz, dedi. böyle uslu olduğunda içimde sanki renkli binlerce misket varmış da onla şıkır şıkır hareket etmeye başlamış gibi oluyor. sevgi ve merhamet duygusu taşıyor içimden böylece ve gözlerim doluyor.

şimdi sana anlattığım bu hikaye bazılarına göre mahrem bir hikaye. bana göre değil. çünkü çoğu insanın tanıdığı, onların da başından geçen ve benzer duyguları hissettikleri bir durum. demek ki mahremiyet katmanlı bir hadise. herkesin kendini ifade etmekten çekindiği bir mahremiyet sınırı da var. belki bu sınır bende biraz derinde. ben mahrem durumları ifade etmeyi seçip seçmemeyi, insanın kendini koruma duygusuna bağlıyorum. ben bu nedenle biraz naif, kendini koruma duygusundan habersiz görünüyorum. ama senin hikayenin bende yansımasını ben dillendiriyorsam mesela senden bana zarar gelmesi olası mı? değil. bu ancak senin beni anlamana, söylediğin gibi sorular sorma ihtiyacına ve senin d ekendini anlatma isteğine neden olur. bu da içtenlikli bir paylaşım demektir. insanların iyiniyetli bir şekilde paylaşım içind ebulunması da güzle bir şeydir. insanın yoksulluğunu, yoksunluğunu, pişmanlığını, kederini, arızalarını ört bas etmesi, çarpıtması bana tuhaf gelir. çünkü bunların hepsi bir durumdur. önemli olan senin bir durumla ya da kendinle başa çıkma şeklindir. şimdi insani, hepimizin başında olan ya da olabilecek durumları neye göre ayıklayıp, hangi içtihakla bazılarını paylaşıma sunarız ya da sunmayız? bu sınırı kim, nasıl, niye belirler? bu kadar kitaptan, filmden, dizilerden bu kadar karakter ve olay okumuş, izlemiş, anlamış olan bizlere artık hangi insanlık durumu yadsınacak, kabul edilemez, anlaşılmayacak gelebilir ki? senin kendine ait anlatacağın en mahrem hikaye beni şaşırtabilir mi artık? insani olana ilişkin yargımız yeterince insanileşmişse, birbirimizin yargıcı olmak konusunda daha temkinli olmamız gerekmez mi? insan birini yargılarken önce kendine bakmalı, değil mi?

ben, burada, bu siteye gelen insanların, iyiniyetli, insancıl, samimi, içtenlikli insanlar olduğu yolunda olumlu bir fikirden yola çıkarak bir paylaşım alanı oluşturuyorum. benim buradaki dünyamı oluşturan kardeşlerim böyle insanlar. iyiyiz. birlikte gülüyor, kederleniyor, dertlerimizi paylaşıyor, kendimizden haber veriyoruz. iyi hissediyoruz böylece. mahremiyet kavramının burada aldığı şekil böyle.

çok konuştum kahverengi'ciğim ya, ben şu hamuru mayalamaya başlayayım artık. sibelin kahvesi sitesindeki sodalı, bayatlamayan poaça'dan yapacağım. dondurucuya atacağım, sabah kahvaltısında arçil'e servis edeceğim. arçil2e diyorum ki, "yahu, niçin beni bir ergenle uğraşma sıkıntısına sokuyorsun!" çok ağrına gidiyor bu söz. halbuki çocuk ergenliğinin doruğunda, o n'apsın:)

öpüyorum çok seni.

kahverengi dedi ki...

:) bir an suphelendim, acaba bugün bütün ergen evlerinde ayni sey mi yasandi diye. Arçil'den belki bir yas falan kücük benim oglum. dün sadece 2 saat bilgisayara bakabildi diye bana küs biraz. bu sabah da yine klasik palto giyersin giymezsin... palto düsmani. bir de sabah saclarini islatma hastaligi var onda. Arçil gibi düz saclari olsun diye neler vermezdi. yoruluyorum ben de bazen. daha önce hic ergen annesi olmamistim ki, ne yapsam bilemiyorum. hayatini kendi istedigi gibi yasamak istiyor. ben de polis anne, ögretmen anne bilmemne anne olmak istemiyorum. ama olmak durumunda kaliyorum. bazen de iste öyle tatli ve uslu oluyor. renkli bilyeler. ama aynen annesinin istedigi gibi olursa da sakat bir sey degil mi?
bu hafta vakit bulamadigim icin evi süpürüp silmek bugüne kalmisti. kendime ödül koydum ben de. islerinin yarisini halledip buraya gelmek+kahve ve sigara. valla cok ise yaradi, hep böyle yapayim ben. aksama misafirim var ve günler öncesinden siparisini de verdi: somonlu makarna. gluten hastaligim yüzünden pogaca falan yapamiyorum ben artik. bazen cok canim istediginde kara bugday unuyla falan tuhaf birseyler üretip onlari kemiriyorum. gluten olmayinca hicbirsey pof pof olmuyor. neyse cok oyalandim.
öpüyorum cok, Arçil'e selamlar.

endiseliperi dedi ki...

ahh, kahverengi, bu bayram tatili yüzünden hep. bir tatil bir de hastalık sonrasında bu çocukların huyları çok bozuluyor:p haklısın, arçil bir kaç saat mesela tam benim istediğim gibi oluyor. o zaman paniğe kapılıyorum. içimde derin bir acıma duygusu ve kendi bildiğimden şüphe başlıyor. sanırım bazen de onu ben yaramazlığa teşvik ediyorum bu nedenle;)

arçil'in bir arkadaşı var; annesi gereksiz bir baskı ve şiddet uyguluyor. arçil diyor ki, çünkü gerektiği gibi ilgilenmediği için çocuğuyla suçluluk duyuyor ve bu duyguyla baskı uygulamaya başlıyor, nefes aldırmıyor çocuğa. bazen de başı dumanlı, keyfine düşkün, sorumluluk duygusu asgari bir ergen oldukları için insanın siniri tepesine çıkıyor.

bakalım, çok özledim, gelmesini dört gözle bekliyorum. çok yakın davranmayacağım, sarılmamak için kendimi tutacağım ama gelsin artık istiyorum. küs ayrıldığımızda içim içimi yiyor.

kahverengi, bu glutensiz unlarla denesen poaça yapmayı, belki işe yarar. insan özlüyor bazen. ben de boğazımdaki hassasiyet nedeniyle pek ekmek yiyemiyorum, ama inanmazsın insan kuru ekmeği özlüyor bazen.

somonlu makarna ağır oluyor diye yapmıyorum hiç. arçil de nedense somon sevmiyor hiç. küçük balık da yemez. varsa yoksa, çupra, levrek belki işte palamut.

ben gece uyumadan önce ona omega3 veriyorum. başka da vitamine gerek yok, beslenmesi düzgün. ama zaten çocuklara pek vitamin önermiyorlar. omega 3 te zihin açıklığı veriyor, hafızaya iyi geliyor vs diye. gerçi çalışmayan çocuğa omega3 ne yapsın:) akşama nar ve mandalina suyu sıkacağım. eh, bir gelsin de.

sana kolay gelsin çok. pazar akşamı misafiri biraz zor bir hadise;)

öpüyorum sizi. sevgiler.

kahverengi dedi ki...

günaydin peri,
evden cikmadan bir merhaba demek istedim.
omega3 ben de veriyorum. ayrica folik asit, magnezyum, kalsiyum d vitamini üclemesi ve cinko... gecen baharda okuldan mektup gelmisti, bütün gün cok yorgun ve uykulu görünüyormus ve notlari da cok düsmüstü. sonra kan testlerinde bütün bunlarin ve demirin cok eksik oldugu cikti. ve de casein yani süt ürünleri alerjisi. bir de doktor sabahlari mutlaka protein yemesini söyledi. hem kaslarin hem de beynin bütün gün formda olmasi icin. simdi cok daha iyi. taze meyve suyunu aksam verdigimde zor uyudugunu farkettim ben. sabah kahvaltidan 15 dakika önce veriyorum simdi.
umarim istalbul'da günes vardir bugün senin icin. ya da güzel bir isik. dünki misafirim yabanci degil, kuzenimdi. zulasindan yufka getirmis, hemen kiymali ve ispanakli börek yaptim ben de. biz disarda yasayanlar icin böyle yufka, simit falan mücevher degerindedir. bu hafta diger kuzenim amasya elmasi getirecek, heyecanla bekliyoruz.
öpüyorum seni cok.

endiseliperi dedi ki...

hmmmm! sabah kahvaltı yaptırmam büyük mesele. yumurtaya alerjisi var. fazla yerse yüzünde kırmızı noktalar çıkıyor. ton balıklı kanepe yapıyordum, ağır geliyor. süt içmeyi kesince ben de 1000 mg lık kalsiyum+C vitamini veriyordum. ama bitti. almam gerek. acaba pharmaton adında vitaminden versem? öğle ve akşamları yemesi düzgün. et, salata, meyve yiyor bolca. demir eksikliği başlamış olabilir mi acaba, çay içiyor çünkü birkaç aydır. hay allah bak telaşlandım şimdi. aklında olsun havuç suyu sıkarsan içine bir kaç damla zeytinyağ damlatmalıymışsın, yağda çözülen bir vitaminmiş çünkü. nar suyunu ben portakal sıkacağında yapıyorum. portakal gibi ikiye kesiyorum, alete bir temiz poşet geçiriyorum, bu nedenle sıçramıyor narın suyu. ben şu sabahları yumurta olayını kasayım ama zor bir mücadele olacak benim için. sevdiği bir şey değil.

ve kahverenk'ciğim ne tatlısınız:) yufka, elma getiren kuzenlerin ve buna sevinen sen... gülümseyerek okudum. amasya elması çok kıymetli, dünyada başka yerde bu tür yetişmiyor galiba. kıskançlıkla sahip çıkmalıyız:)

öğlen güneş vardı ama şimdi gitti. hava da epey serin. güneş yoksa neşe yok, resmen. sanki kilerde kavanozlarda yazdan kalma biraz neşe çıkarıyorum da onunla idare ediyorum kış günlerinde. gelip de hızla gitsin istiyorum kış. sevdiğim kar yağışını bile feda edebilirim. bu kışı da atlatalım bu evde önümüzdeki yaz kesin taşınacağım bu evden.

öpüyorum seni, ufaklığı (16 yaşında ufaklık!:), kuzenlere selamlar.

kahverengi dedi ki...

ah! iki kez yazdim ve yok oldu yazdiklarim. nasil oldu anlamadim. simdi bi gayret, yeniden.
ama canim hic istemiyor ayni seyleri yeniden yazmayi.
Ozu sever misin? dün uzun bir tren yolculugunda early summer filmini seyrettim. cok hos ve feci halde yesil cay icme istegi uyandiriyor.
Arcil 17 yasinda!!! zaman ne cabuk gecmis:) ben onu 15-16 falan saniyordum.
öpüyorum ben de sizi cok,
sevgiler

endiseliperi dedi ki...

izledim bu filmi, kahverengi. çok sevmiştim. ne tatlı, duru, iyi, sevecen, sessiz bir karakterdi o kadın. hani çay fincanını iki elleriyle tutuyorlar ya içerken... ya da servis ederken iki elleriyle tutup, uzatıyorlar özenle, sanki ibadet eder gibi. çok hoş gerçekten de. ben yeşil çaydan çok, bu fincanı kavrayışın göstergesi olduğu o hayatı kavrayış biçimini seviyorum daha çok.

hmmm! uzun bir tren yolculuğunda ozu izlemek! bu, harika bir sahne. nereye gittin? restoranlı tren mi? kitaba mola verip restoranda çay içtin mi? tren garsonlarının hali ozu filmlerindeki karakterlere çok yakışır. sanki gizemli, hayatın özüne ilişkin kesin bir bilgiye sahipmişlermiş de biz hazır diiliz diye bunu öğrenmeye, kendilerine saklarlar ve her hareketleri alçakgönüllü bir bilgelikle doludur. çok saygı duyarsın:)

ben de hayret ediyorum arçil'in neredeyse 18 yaşında olmasına! hangi yılları atladım da şaşırıyorum, bazen düşünüyorum:)

sevgiler çok.

Adsız dedi ki...

Roger Waters albumu güzeldir gerçekten. İlk solo albumu yanılmıyorsam (gerçi grup elemanları eşlik ediyordu). Hatırlattığın için teşekkürler.

endiseliperi dedi ki...

rica ederim. ara sıra dinlemeyi özlüyorum ben de.

sevgiler.

kahverengi dedi ki...

sevgili endiseliperi,
son haftalarda nerdeyse trenden hic inmedim. genelde cok uzun degil, iki üc saatlik yolculuklar ama, hafta icinde bir kac kez tekrarlaninca insan serseme dönüyor. ama sikayet etmiyorum, yorucu da olsa bana iyi geliyor.
kis baslarken ozu da cok iyi geliyor, nedense. restoranda yesil cay icmeye kalkistim evet, büyük hata! trendeki garsonlar hakkinda söylediklerine kesinlikle katiliyorum. ama, ozu'dan etkilenip trende yesil cay icmeye kalkismak cok salakcaydi. o kadar cok filmin icindeydim ki, garson masaya kocaman kupada sicak su ve yaninda poset cayi koyunca birden afalladim. a, megerse ben, 2011 yilinda, zurihe dogru hizla giden bir trendeymisim!

endiseliperi dedi ki...

evet poşet çay lezzetinde hayatımız, pratik, tek fincanlık yalnızlıklar halinde:)tren, zürih filan diyorsun ya bana rüya kadar güzel geliyor bunlar.

sevgiler.