conrad'ın gizli casus'u dün ofiste kalmış. ama altı öykü kitabının, gaspar ruiz bölümünü okuyorum. okuyamıyorum. birkaç sayfada heyecanlanıp, mutfağa gelip, sigara yakıyorum çünkü. mutfak, sigara, çay, müzik alanı. yemeğin, suyun, planların, çiçeklerin, geleceğin, anıların, en olmadık hayallerin, en can kulağı dinlenen şarkıların karmakarışık zihinde cümbüş yaptığı... çocuğunu en iyi, onun en rahat olduğu müdahalesiz anlarda gözleyeceğini bilen dikkatli bir anne gibi kendine, zihnindeki bu cümbüşe uzaktan bakarak derinden derine ne hissediyor anlamaya çalıştığı... soğukla ve işte üstündeki bu duygululuk haliyle ürperdiği bir mağara.
atölye çıkışı, simurg kitabevinde dolaşırken, ben değil başkası gördü bu kitabı raflarda. elin kitaba uzanışını ve sonra kitabın yazarını, adını ayırt ettim. alttaki kitabı alıp, ödemeyi yaptım. otobüste, lamba altı bir koltuk buldum. conrad'ın önsözünü okumaya başladım. sağ yanıma farklı duraklarda top sakallı, bereli birbirine ikiz kadar benzeyen iki yaşlı adam oturdular. tanıştılar. ikisi de kemalistti galiba. hararetle, birbirlerini onaylayarak bir konuşmaya daldılar. sol yanımda iki kız, biri eve gidince yumurta kıracak, diğeri yorgun olduğu için hemen uyuyacaktı. karşımda genç bir delikanlı, ben ne zaman pencereden baksam telefondan başını kaldırıp... conrad, her kitabının önsözünde olduğu gibi burada da, hangi esinle, nerde gördüğü bir haberle bu kitabı yazdığını anlatıyordu. onun dürüstlüğü, alçakgönüllülüğü, kendini ve bazen de kitabı mazur göstermek isteyişi ya da hiç yoktan savunuşu... buna gerek yok, seni seviyorum, diyorum her seferinde.
mutfakta, oturup sigara içerken, bir direktifle kendimi bir ciddi plan, bir düşünce için örgütlemeye çalışırken aklımda yine ipsiz sapsız, alakasız sahneler, konuşma parçaları... bu aralar sanki çok konuşuyorum. kendimi sürekli bir şeyleri açıklamayı çalışırken buluyorum. kaybolmaktan, görünmemekten korkmak mı bu? anlaşılmamaktan, yanlış anlaşılmaktan bu kadar endişe edip kendine sözcüklerden bir biçim, bir varlık vermek... keşke bir maya gibi sessizlikte, sadece kendim için, kendimin bildiği bir dönüşmeyi göze alsam. ama insan neyse odur, ne kadar kendisiyle uğraşsa da. çocuğunun varoluş biçimine rıza gösteren, onu kurcalamayı bir sınırda bırakan bir anne gibi kendini rahat bırakmalı insan.
o halde, bana, olduğu kadarıyla katlanalım, devam edelim; size artık can sıkıcı gelen ısrarımla, conrad'ın henüz okumakta olduğum gaspar ruiz'inden haber vereyim. belki okumak istersiniz, cümlesini de bir kurabiye gibi ekleyeyim yanına ısrarcılıktan uzak bir ılımlılıkla. işte aşağıda, heyecanlanıp, sigara yakıp, mutfakta tur atmama neden olan bir alıntı var.
conrad, altı öykü
çev. hasan fehmi nemli,
iletişim yayınları
"hapishanenin kalın demir çubuklarını rahatça aralayan gaspar ruiz, diğerleriyle birlikte dışarı çıkarılıp yargısız infaza götürülmüştü. bir atasözü, 'her kurşunun kendi hedefi vardır,' der. atasözlerinin hikmeti özlü ve çarpıcı anlatımlarındadır. bizi şaşırtarak ikna ederler. bir başka deyişle çarpılırız ve bu şokla ikna oluruz.
bizi şaşırtan biçimdir, öz değil. atasözleri birer sanattır ama ucuz tarafından. genel kural olarak doğru değildirler; sözgelimi 'yarım somun hiç ekmek olmamasından iyidir' ya da 'hedefi ıskaladın mı ha bir milim olmuş ha bir mil' gibi basmakalıp bir söz değillerse tabii. kimi atasözleri düpedüz aptalcadır, kimileriyse ahlaksız. büyük rus halkının naif yüreğinden çıkan 'tetiği insan çeker, ama kurşunu götüren tanrı'dır,' atasözü fevkalade zalimcedir ve genel kabul gören merhametli tanrı kavramıyla fena halde çelişir. yoksulların, masumların ve çaresizlerin koruyucusu için hiç kuşku yok ki kurşunu örneğin bir babanın kalbine götürmek tutarsız bir iş olurdu.
(...)
mor bir okyanusa batmakta olan kırmızı, bulutsuz bir güneş hararetli bakışlarını görkemli batışının saygıdeğer tanığı olan cordillera sıradağlarının muazzam duvarına dikmişti. ama bir karınca sürüsünü andıran ve kendilerini tam olarak anlamadıkları, genellikle çocukça nedenlerle saçma sapan ve önemsiz ölme, öldürme işlerine vermiş insanları fark etmiş olduğu tasavvur bile edilemez. güneş yine de ateş eden askerlerin sırtlarını ve ölüm mahkumlarının yüzlerini aydınlattı. mahkumlardan bazıları dizlerinin üzerine çökmüştü, bazıları ayakta duruyordu, birkaçı da başlarını kendilerine çevrilmiş namlulardan başka yöne çevirmişti. hepsinin en iriyarısı olan gaspar ruiz dimdik durmuş bir balyayı andıran koca başını göğsüne eğmişti. batmak üzere olan güneş biraz gözünü alıyordu ve kendini artık ölü bir adam sayıyordu."
öyküyü orijinal dilinden okumayı düşünürseniz, şuraya uğrayın, lütfen.
39 yorum:
Düşünce de insanlar gibi taşıttan taşıta atlar, hız, şekil ve duygu değiştirir. Yürürken susup adımlarına, yola bakıyorsun Peri, elini yanından geçtiği duvarı kaplayan buz çiçeklerine sürüyorsun. Kim bilir ne geçiyor aklından. Ama geçiyor, belki kolay dilimize çevrilmeyecek düşünceler. Attığın her adım öyle gerçek görünüyordu ki, yanımızdan geçen araba yavaşlayıp ruh haline bakıyordu şaşkınlıkla.
Senarist Peri. :) Sen yazarsın ben oynarım belki. :p Çok sevindim, nihayet çok dürüst bir bakış açısı kazanacakmış gibi hissediyorum sinema dünyası. (Çok mu havada oldu?)
Sevgiyle.
atze'ciğim, hep aklımdaydın, merak ettim, ama fırsat bulup arayamadım. özür dilerim.
çok büyük iltifat etmişsin bana. çok teşekkür ederim. ama insan yaşlılıkla birlikte gençliğin o cüretini kaybediyor. bir de öğrenme sürecinde ikna olduğu hikayelerden çok, uygun bulduklarını hesap ediyor. bakalım, zamanla iyi bir şeyler olur umarım.
ve anlattığın sahne ne kadar güzel. bende gözlemlediğin bir sahne mi yoksa benim sendeki imgemin oluşturduğu bir sahne mi, merak ettim:)
öpüyorum çok. buluşup, konuşuruz ayrıntılı. hem bence sen çok güzel hikayeler yazıyorsun. henüz oyununu görmedim ama iyi oynayacağına da eminim.
öpücükler, sevgiler çok.
Moda yolunda kaybolup eski iskeleden geçmiştik. O yolda buz çiçekleri vardı. Ekşimsi, kekre bir tadı var, demiştim, denemiştik. Orada yürümüştün böyle. Arabalar yavaşlamıştı yanından geçerken. Sen dalgın, bir elinle buz çiçeklerine dokunuyor bir yandan yürüyordun. Ben gerçekten yaşadık diye biliyorum. Bir Mayıs olabilir. Yoksa uyduruyor muyum?
Sevgiler öyleyse. :) Saygılar.
hatırladım:) evet, 1 mayıs'tı. bir engel çıkmazsa bu 1 mayıs'ta da yürüyelim.
çok güzel anlatmışsın. ne güzel bakmışsın, güzel olmuş o nedenle her şey bakışınla.
öpüyorum seni. sevgiler.
"çocuğunun varoluş biçimine rıza gösteren, onu kurcalamayı bir sınırda bırakan bir anne gibi kendini rahat bırakmalı insan".
"çocuğunu en iyi, onun en rahat olduğu müdahalesiz anlarda gözleyeceğini bilen dikkatli bir anne gibi kendine".
evet kendimizi kurcalamayı bırakmalıyız. uzun yıllar boyu ayna karşısında çook uzun zamanlar geçirdim. öyle makyaj için falan değil ha. cildimdeki minicik bir siyah noktayı deşmek, hertürlü gözüme kötü görünen şeyi paralamak için, öyleki aynanın karşısından ayrıldığımda yüzüm ameliyattan yeni çıkmışcasına şiş ve mor olurdu....ne zevk alırdım bundan, ellemesem herşey daha güzel olacaktı, ki zaten güzeldi bozan bendim. niye yapıyordum bunu kendime, sonraki hali beni daha çok sinir ediyordu ve daha da fena kurcalıyordum. Oysa bütün bunlar içimde olan ve bir türlü halledemediğim şeylerin dışa vurumuydu.
kendimizi eğitebilir miyiz? bir arkadaşım var, (aslında arkadaşım lafı pek bir pozitifist kaldı, geçinmeye çalıştığım, kurtulmamın mümkün olmadığı, bir iş arkadaşı diyelim ama nefret de etmediğim) insanların asla değişemeyeceğini savunur bense değişebilir derim ama bunun ne kadar zor olduğunu göz ardı etmem. insanın aynada kendisini görmesi nasıl zordur bilirim. (ki sadece bir parçamı görebilmişken) aylarca perdelerin arkasında ağlamıştım.
yaşadığım son hamilelik çok zor geçti ve beni çok iyi eğitti:D 9 aylık bir kara tünel gibiydi, tabi sonrasında hayatımdaki büyük değişiklilk de kaymağın üzerine bal gibi oldu:D
kendimi izlemeyi öğrendim, yermeden, kınamadan ayıplamadan çünkü bu kendim dediğim öyle birşeydi ki ayıpladığın suçladığın anda derinlere saklanıyor maskelere bürünüyor ondan sonra onu bulabilirsen bul.
mesela: "bak yine yaptın aynı şeyi, herkesi eleştiren sevgi yine görev başında" deyip onu sobelemenin mutluluğu ile bir annenin çocuğunun yaramazlığını yakaladığındaki merhamet ve sevecenlikle gülümsüyorum. bu onu önemsemediğim, affettiğim ya da kabullendiğim anlamına gelmiyor ama yermiyorum o zaman kaçıyor çünkü.
ahhh seninle sohbet ne güzel ama yazarak zor oluyor, heleki klinik nöbetçisiyken bunu yapmaya çalışmak daha da zor...
http://metaphoor.tumblr.com/post/19119105357/ne-oldu-bize-birbirimizi-sevmeyi-bilmiyor
o 9 aylık süreçte eğitilmemi sağlayan şey neydi biliyor musun? asla kaçabilecek, sığınabilecek , geçiştirebilecek bir noktanın olmayışıydı. heryer karanlıktı, kapkaranlık ben karanlıktan kokuyordum ama el feneri yoktu, ağlayacak yakınacak kimse yoktu varsa da bana çare değildi. kurtulmanın tek bir yolu vardı: o tüneli yürüyerek bitirmek,
işim biter bitmez geleceğim, guguk kuşum. öpüyorum seni çok. canım.
sevgili guguk kuşum, önemli şeyler yazmışsın. bütün gün bir şey yazmaya başladım, pek de beceremedim. aklımda karakteri görüyorum, sahneyi yaratıyorum ama genel olarak niyetim net olmadığından, olmadı. bakalım. başka zaman başka bir gözle tekrar denerim.
aklımd aparça parça böyle hakim olamadığım işler var. bu da beni güne hakim olmaktan, kontrollü olmaktan alıkoyuyor. bu nedenle hemen gelemedim. oysa konuşmaya en ihtiyaç duyduğun zamanlardan biriymiş. özür dilerim.
insanın başkasına değil bizzat kendine sahtekarlığı olağandır. hayat boyu tüm uğraşımız kendimizi olduğu gibi görmek ve kabullenmekten ibarettir aslına bakarsan. gençken de böyle samimiyet krizi içinde, şeffaf olmayı çok önemser bir haldeydim. ama bir sürü kompleksim, zaafım, kabullenmekte sorun yaşadığım kendime ait meselelerim vardı. şimdi daha samimiyim kendimle. arızalarım yok mu, var, ama uğraşıyorum. hep derim, mezara kadar kendi sınırlarımı ve köşe böcek ne varsa her şeyi hiç numarasız keşfetmeyi, daha yaşarken hayaletimsi, ruh gibi bir şeye dönüşmeyi isterim, diye. dindarca bir tavır. dinden bahsetmiyorum ama. biri bana ideal karakterimi sorduğundai zosima baba, demiştim. önyargısız, sakin... az eşyalı bir odada, üstünde sadece bir bardak su olan masadaki kalın kitaba gömülmüş din adamı. insanı çatışmalara, çelişkilere, zaaflara düşüren şiddet, cinsellik, rekabet, her şeyin dışında ve üstünde evrene aşkla bakmak. olayların, çatışmaların içind eolduğun zaman bile her şeyi bir mesafeden temel olan o şeyi hiç kaçırmadan görebilmek. insanın bunun için önce kendini tanıması, kendi zaaflarıyla baş etmesi gerekiyor. bu durumda kendin de dahil kimseye nefret ederek bakamıyorsun pek. bir tür kibir var sanırım bunun içinde ki, onunla gerçekten baş etmek gerekiyor. kibir horgörüyü içerir, ki hiç iyi değildir bu.
o nedenle gugukkuşum, sigarayı bıraksam iyi olur:) gene bağladım ki konuyu buraya:) çok içiyorum sigarayı. çok seviyorum da ondan bu takıntım. sen öyle ayna karşısında yüzünü bozmaktan bahsettin ya, aklıma bukowski'nin, kasabanın en güzle kızı hikayesi geldi. dur yazayım sana.
Kasabanın En Güzel Kızı
Cass, beş kızkardeşin en genci ve güzeliydi. Kasabanın en güzel kızıydı Cass. Sağlam ve harikulade bir vücudu vardı. Kızılderili melezi. Yılan gibi kıvrımlı yılan gözlü. Sıvı halinde akan bir ateşti o. Girdiği şekle sığmayan bir ruh. Uzun, parlak ipek gibi saçları sağa sola dalgalanırdı hareket ettikçe. Ya çok şendi ya da hüzünlü. Arası yoktu Cass'ta. Deli diyenler vardı. İçi ölmüş olanlar. Onlar anlayamazlardı. Erkeklerin umurunda değildi deli olup olmadığı. Bir seks makinasıydı onlar için. Cass onlarla dans eder, flört eder ama bir iki kez hariç iş yatmaya gelince bir yolunu bulur ayrılırdı. Kızkardeşleri onu güzelliğini yanlış kullanmakla suçlar, kafasını kullanmadığını söylerlerdi. Oysa Cass'ta hem kafa hem ruh vardı. Resim yapar, dans eder, şarkı söyler, alçıdan şeyler yapar ve biri incindiğinde ta içinden duyardı onların acısını. Pratik bir kafası yoktu işte. Kızkardeşleri önce kendi erkeklerini cezbettiği için sonra da onlardan faydalanamadığı için kızarlardı ona. Çirkin erkeklere yanaşmak gibi bir huyu vardı. Yakışıklı erkeklerden iğrenirdi. "Hayat yok onlarda," derdi. "Mükemmel kulaklarından, burunlarından başka bir bok düşünmezler. Tamamen yüzeyseldirler, içleri yoktur..." Deliliğe yakın bir hiddeti vardı; bazıları hiddetine delilik derdi. Babası alkolden ölmüş, annesi de kızlarını terkedip kaçmıştı. Kızlar bir akrabalarının yanına gitmişler sonra bir manastıra yerleşmişlerdi. Manastır boktan bir yerdi. Özellikle Cass için. Diğer kızlar onu kıskanmış, hemen hepsi ile dövüşmüştü. Sol kolu baştan aşağı jilet izleri ile doluydu. Sol yanağında da bir iz vardı ama bu onu daha bir güzelleştiriyordu. Manastırdan çıktığının ertesi günü Batı Yakası Barı'nda tanıdım onu. En genci olduğu için kızkardeşlerinden sonra çıkmıştı manastırdan. Tek kelime söylemeden gelip yanıma oturdu.
Kasabadaki en çirkin adam bendim; belki de bunun için beni seçmişti. "İçki?" diye sordum. "Tabii niye olmasın?" Konuşmalarımızda kayda değer fazla bir şey yoktu. Cass'ın öyle bir havası vardı. Beni seçmişti ve olay onun için bu kadar basitti. Rahat. İçkiyi seviyor fazlaca içiyordu. Yaşı tutmadığı halde bara girmeyi başarmıştı. Belki de sahte bir kimliği vardı, bilmiyorum. Her neyse, her tuvaletten dönüp yanıma oturduğunda erkeklik gururum kabarıyordu. Yalnız kasabanın değil hayatımda gördüğüm en güzel kadındı o. Kolumu beline dolayıp öptüm. "Beni güzel buluyor musun?" "Evet ama başka bir şeyler var sende... görünümünle ilgili değil." "İnsanlar beni hep güzel olmakla suçluyorlar, gerçekten güzel miyim sence?" "Güzel kelimesi yeterli değil." Cass elini çantasına soktu. Mendilini alacak sandım. Uzun bir saç iğnesi çıkarttı. Davranmama fırsat vermeden iğneyi burnuna geçirdi, burun deliklerinin hemen üstünden, yanlamasına sokuvermişti iğneyi. Korku ile karışık bir bulantı hissettim. Bana bakıp güldü. "Beni hâlâ güzel buluyor musun?" İğneyi çekip mendilimi kanayan burnuna tuttum. Barmen ve çevredekiler olayı izlemişti. Barmen yanımıza geldi: "Bana bak," dedi Cass'a, "Bir daha sapıtırsan kendini dışarıda bulursun. Senin oyunlarına ihtiyacımız yok!" "S..tir git ulan!" dedi Cass. "Ona hâkim ol," dedi barmen bana. "Sorun yok," dedim. "Burun benim, ne istersem yaparım burnumla," dedi Cass. "Olmaz," dedim. "Benim canım yandı." "Ben burnuma iğne sokunca senin canın mı yanıyor?" "Evet, gerçekten." "Peki, bir daha yapmam. Neşelen biraz." Öptü beni gülerek. Bir eli ile mendili burnuna bastırıyordu. Bar kapanınca kaldığım eve gittik. Bira içip konuştuk. Sıcak ve sevecen biri olduğunu sezmeye başlamıştım. Kendini farkında olmadan sunuyordu. Yine de bazan aksi, anlaşılmaz bir tavır takınıyordu. Schitzi. Harikulade, manevi, kutsal bir Schitzi'ydi o. Herifin biri canına okuyacaktı günün birinde şüphesiz. Ben olmazdım inşallah. Yatağa girdik. Işığı söndürdükten sonra sordu. "Şimdi mi istersin yoksa sabah mı?" "Sabah," diye yanıtladım ve sırtımı döndüm. Sabah kalkıp kahve yaptım, yatağa getirdim. Güldü. "Geceyi pas geçen ilk erkeksin," dedi. "Boşver," dedim. "Hiç olmasa da olur." "Hayır, istiyorum. Bekle biraz tazeleneyim," dedi. Cass helaya gitti.
Kısa bir süre sonra döndüğünde nefesimi kesti; uzun siyah saçları, ağzı, gözleri, kendisi pırıl pırıldı... Sakin bir tavırla vücudunu açtı. İyiye alamet. Yatağa girdi. "Hadi gel sevgilim." Yanına uzandım. Kesik ama tereddütsüz öpüşüyordu. Ellerimi teninde, saçlarında gezdirdim. Birleştik. Sıcak ve dardı. Uzatmak için ağır bir tempo tutturdum. Gözlerimin içine bakıyordu. "Adın ne?" diye sordum. "Boşver," dedi. Güldüm ve devam ettim. Giyindikten sonra arabamla barın kapısına bıraktım onu. Unutulacak kadın değildi. İşsizdim. Öğlen ikide uyanıp gazeteleri okudum. Elinde kocaman bir yaprak ile geldiğinde küvete gömülmüştüm. "Banyoda olacağını biliyordum," dedi. "Şeyini örtmen için bir yaprak getirdim ben de." Yaprağını suyun üstüne bıraktı. "Nerden bildin banyo yaptığımı?" "Ben bilirim." Her gün ben banyodayken geliyordu. Değişik saatlerde banyo yapmama rağmen. Yaprağı da unutmuyordu. Sonra sevişirdik. Birkaç kez telefon etti. Sarhoşluk ve kavgadan tutuklanıyordu. Kefaletle çıkardım. "Pis köpekler," dedi. "Sana bir içki ısmarlayıp donuna girebileceklerini sanırlar." "İçkiyi kabullenince başına belayı sarıyorsun zaten," dedim. "Benlen ben olduğum için ilgilenemezler mi sanki?" "Beni hem sen hem de vücudun ilgilendiriyor. Ama çoğu erkeğin vücudunun dışındaki şeylerle ilgileneceğini sanmam." Altı ay için şehri terkettim. Serserilik yapıp geri döndüm. Cass'ı unutamamıştım. Ufak bir tartışma geçmişti aramızda. Ayaklarım karıncalanmaya başlayınca da basıp gitmiştim. Döndüğümde onu bulamayacağımdan emindim. Batı Yakası Barı'nda yarım saat oturdum, içeri girip yanıma oturdu. "Demek döndün it." Ona bir içki söyledim. Sonra baktım. Boynuna kadar kapalı bir elbise giymişti. Hiç böyle giyindiğini görmemiştim. İki gözünün altında baş kısmı cam, içeri gömülmüş birer topluiğne vardı. İğnelerin sadece başları dışarıda kalmış dibe kadar girmişlerdi. "Allah belanı versin, hâlâ kendini mahvetmeye çalışıyorsun." "Yok canım moda bu, aptal," dedi. "Delinin birisin." "Özledim seni," dedi. "Başka biri var mı?" "Hayır, kimse yok. Bir tek sen. Ama çalışıyorum. Fiyatım on dolar. Sana parasız." "Çıkar şu iğneleri." "Hayır, çok moda." "Beni üzüyorsun." "Emin misin?" "Allah kahretsin, eminim." Yavaşça iğneleri çıkartıp çantasına soktu. "Neden güzelliğinle uğraşıyorsun? Kabullensene." "Çünkü başka bir şey gördükleri yok. Güzellik bir bok değil, uçar. Çirkin olduğun için talihlisin. Biri sana ilgi gösterirse başka bir nedeni olduğunu biliyorsun." "Tamam," dedim. "Talihliyim." "Çirkin olduğunu söylemek istemedim. Başkalarına göre belki. Aslında harikulade bir yüzün var." "Sağol." Birer içki daha yuvarladık. "Neler yapıyorsun?" diye sordu. "Hiç. Canım bir bok yapmak istemiyor. İstek yok." "Ben de. Kadın olsan orospuluk yapardın." "Bir sürü yabancı ile o denli yakın ilişkiye girmek istemezdim. Yılardım." "Haklısın, yıldırıcı, her şey çok yıldırıcı." Beraber çıktık. İnsanlar sokakta Cass'a hâlâ bakıyorlardı. Hâlâ çok güzel bir kadındı, belki de her zamankinden daha güzel.
Evime gittik. Bir şişe şarap açıp konuştuk. Konuşmak kolaydı onunla. O konuşur ben dinlerdim, sonra ben konuşurdum. Akıcı ve zorlamasız bir muhabbet. Sırlar yaratırdık beraber. İyi bir tane yakalayınca o eşsiz gülüşünü gülerdi. Yalnız o gülebilirdi öyle. Bir alev coşkusu. Konuşurken birbirimize yaklaşır öpüşürdük. O gece arzulandık ve yatağa girdik. Elbisesini çıkardı ve o zaman boynundaki korkunç yarayı gördüm. Geniş ve uzun. "Allah senin canını alsın kadın," diye bağırdım yataktan. "Allah canını alsın, ne yaptın?" "Kırık bir şişe ile denedim bir gece. Beni beğenmiyor musun artık? Güzel değil miyim?" Yatağa çekip öptüm onu. Beni itip güldü. "Bazı müşteriler on dolar verdikten sonra yarayı görüp vazgeçiyorlar. On dolar da bende kalıyor. Amma matrak." "Evet," dedim. "Gülmekten kırılacağım... Cass! Deli karı. Seviyorum seni... Kendini mahvetmekten vazgeç. Yaşayan kadınların en güzelisin." Tekrar öpüştük. Sessizce ağlıyordu. Gözyaşlarını duydum. Siyah saçlarını bir ölüm bayrağı gibi yaymıştı yatağa. Ağır, hisli ve güzel bir sevişme tutturduk. Sabah Cass kalkıp kahvaltı hazırladı. Sakin, mutlu bir görünümü vardı. Şarkı söylüyordu. Yatakta kalıp onu seyrettim. Sonra gelip sarstı beni "Kalk artık domuz. Yüzüne, s..ine biraz soğuk su serp, yemeğe gel." Sahile götürdüm onu o gün. Yaz henüz başlamamıştı, hafta arası olduğu için ortalık nefis bir sessizlikteydi. Kıyı sefilleri paçavralar içinde kuma uzanmışlardı. Bazıları taş banklara oturmuş aynı şişeden kafa çekiyorlardı. Martılar aptal ama telaşlı uçuşlarındaydılar. Yetmişlik, seksenlik moruk karılar kocaları öldükten sonra kendilerine kalacak evleri satıp satmamayı tartışıyorlardı. Her şeye rağmen havada bir barış kokusu vardı. Kıyılara bıraktık kendimizi. Az konuştuk. Mutluyduk beraber. İki sandöviç, biraz cips ve içecek bir şeyler aldım, kumlara uzanıp atıştırdık. Sarılıp uyuduk bir süre. Sevişmekten bile güzeldi bu sanki. Gerilimsiz bir beraber akış. Uyandıktan sonra eve döndük. Yemek pişirdim. Yemekten sonra beraber oturmamızı teklif ettim. Uzun uzun baktı bana bir şey söylemedi. Sonra yumuşak bir sesle "Hayır," dedi. Bara bıraktım onu, çıkmadan önce eline bir içki verdim. Fabrikanın birinde bir ambalaj işi buldum. Bütün hafta öyle geçti. Dışarı çıkamayacak kadar yoruluyordum ama cuma akşamı Batı Yakası Barı'na gittim. Oturup Cass'ı bekledim. Saatler geçti. Barmen yanıma geldiğinde kafayı iyice bulmuştum. "Sevgilin için üzgünüm," dedi. "Ne var ki!" "Özür dilerim, duymadın mı?" "Hayır." "İntihar. Dün gömdüler." "Gömdüler mi?" dedim. Her an kapıdan girecekmiş gibi bir his vardı içimde. İnanamıyordum. "Kızkardeşleri gömdüler onu." "Nasıl oldu?" "Gırtlağını kesti." "Anlıyorum. Şu içkiyi tazele." Kapanış saatine dek içtim. Cass. Beş kızkardeşin en güzeli. Kasabanın en güzeli. Arabayı eve sürerken düşünüyordum. Üstelemeliydim "Hayır" dediğinde. Beni istediğine şüphe yoktu. Tembel, ilgisiz, bencil davranmıştım. İkimizin de ölümünü haketmiştim. Köpeğin biriydim. Hayır, köpeklerin ne günahı var. Evde bir şişe şarap bulup içtim. Cass, kasabanın en güzel kızı yirmisinde ölmüştü. Dışarıda biri otomobilin kornasına basıyordu. Israrla. Şişeyi fırlatıp bağırdım. "ALLAHIN BELASI OROSPU ÇOCUĞU. KES SESİNİ!" Gece üstüme geliyordu ve yapabileceğim tek şey yoktu.
şuradan aldım: http://charles-bukowski.sosyomat.com/etiket/kasaban%C4%B1n-en-g%C3%BCzel-k%C4%B1z%C4%B1
ne güzeldi hkaye, ardından düşündüm düşündüm birşeyler yazayım diye sana ama yok... bu aralar aslında beynim zihnim ve ruhum dumurlaşmış durumda sanki hepsinin kuyruğu birbirine dolandı, okuyamıyorum yazamıyorum dinleyemiyorum reaksiyon veremiyorum belki de bir dumur durumu değil de duraklama evresinin ardında refresh olma zamanıdır diye teselli oluyorum.......
kimbilir kalp kırıklarımı onarıyorum belki de yada aks,nesürekli kırıkların yaraların üzerini yalan yanlış öylesine yara bantları ile kapatmaktan vazgeçtim incinmelerimi ziliyorum bırakıyorum kanasınlar...nereye kadar kanayabilirler ki en fazla sonunda kan kaybından ölürüm
guguk kuşum merhaba:)
gelemeyen bahar, asabımı çok bozuyor. bugün yine sinsi bir soğuk var. zamanı iyi kullanamıyorum sanki yine. ve manasız bir telaş duygusu da cabası.
guguk kuşum, ben diyorum ki, şu geçmiş ve incinmeler bahsini hayatımızdan çıkaralım. çünkü hiç faydası yok. yol da alamıyoruz bu kendimize acıma seanslarından aslına bakarsan. geçmişi geçmişte bırakalım, önümüze bakalım, derim ben.
geçmişi sen ne kadar mesele edinirsen, o kanamaya devam eder. ister kaşı, ister yalandan bir yara bantı ile kapamaya çalış. bence başka bir bakış açısı geliştirmek lazım. bana öyle geliyor ki bu incinmelerden güç filan mı alıyoruz, nedir. bırakalım bunları. mağdur ve haklı olduğumuzu bu geçmiş hatırası üstünden yapmak pek iyi olmaz sanki. kan kaybına acil bir tampon olarak geçen gün yaptığın gibi kendin için küçük bir hoşluk yapmanı öneriyorum. bu da artık yine balık çorbası mı olur, saçını kızıla boyamak mı olur:)
öpüyorum seni çok.
sevgiler.
not: benim bukowski, henry miller, boris vian okumalarım üniversite son sınıfa denk geldi ardarda. bu hikayeyi çok sevmiştim ben de.
hımm balık çorbasını tercih ederim:D saç rengimi çok seviyorum onun dışındaki hiç bir rengin bana yakışmadığını düşünüyorum. anlaşıldı, kırılmalara incinmeler bir dur demek zamanı,
bu iş en çok balıkçıya yarayacak gibi:D
senin yazdığın hikayelerde işe yarıyor ama:D
balık çorbası iyidir. şöyle neşeli, rengarenk bir salata da olur bak. ben bu cuma, kocaman bol çikolatalı bir kurabiye yapmayı planlıyorum mesela:) havuçlu cevizli kek de var aklımda. niçin? biçim ruhu biraz belirler de ondan. bu biçimin içindeki neşeye kıvrılalım, diye.
gugukkuşum, üç tane tatlı kızın, kariyer planların ve çok güzel saçların varken, hiç yakışmıyor sana bu üzüntü halleri, onu diyeyim:)
öpüyorum seni ve kızları.
sevgiler çok.
şansımı daha fazla zorlamamam iyi olacak gibi, bir sonrası sanki sıkı bir azar olacak:d haklısım pericim...sorunlarım yada kafamda sorun olarak algıladığım şeylere ayırdığım zamanı miniltmeliyim.
olur mu hiç, guguk kuşum. ben de yapıyorum aynısını. sözüm kendime de. şimdi beni kendime getirecek bir müzik bulmaya uğraşıyorum. başımda bir ağırlık var, burnum tıkalı, hava sisli puslu. ama günü böyle geçirmeyi hiç istemiyorum. vitaminlerle birlikte bir de müzik lazım.
öpüyorum seni... hmmm... çünkü guguk kuşum, düşünme şekli de bir alışkanlıktır. alıştığımız için bize öyle düşünmek kolay gelir ve bunu bizim gerçeğimiz böyle, diye algılarız. bizi mutsuz eden koşullarımızdır evet ama o koşulların oluşturduğu hayatı düşünme biçimimizle onu besliyoruz da gibi gelir bana. bunu kendimden biliyorum. o koşullaır değiştirmek için çaba göstermek gerek. bir yandan da insan kendine bakıyor ki, koşulları değişse bile düşünme biçimi aynı kalmış. çünkü insanın kendini değiştirmesi zordur. diyelim bir kırmızı elma var, onu yerken dişimiz sızlıyor. biz sanıyoruz ki sorun elmada. yeşil elma alıyoruz bu sefer, olmuyor. parçalara bölüyoruz, olmuyor. sorun ortada; diş dokoruna gitmemiz gerek. şunu demiyorum ki elmanın hiç suçu yok. var! ama elma koskocaman bir sistem. ve yapıp ettiklerimizle, tercihlerimizle de bu sistemin çarkına yağı biz sürüyoruz bir yandan. çünkü sistemin içine doğuyor, hayat dediğimiz şey de bu sanıyoruz doğal olarak. kararlarımız hep sistem neyi öngördüyse o. aile kurmak, çocuk sahibi olmak, daha iyi bir meslek edinmek istiyorsun. daha büyük evlere, daha konforlu eşyalara sahip olmak için çırpınıyorsun. her karar, verdiği mutluluk yanında sorun ve dert de demek. kar zarar bilançosu eşit. ya eksilerek derdi de azaltacaksın, ya da dertle baş edecek daha farklı bir bakış geliştireceksin... o dişçiye gideceksin:) senle farkımız guguk kuşum, sen hala şaşırıyorsun, çünkü senin hala pırıl pırıl bir mutluluk idealin var. ona ulaşmak istiyorsun. ulaşamayınca saflıkla şaşırıyorsun. benim mutlulukla ilgili bir derdim yok. yok, hiç karamsar değilim. ama mutsuzluğa şaşırmıyorum. mutluluk denilen idealin saçmalığını bu saçmalığın ancak bendeki bir saflığa denk düşebileceğini biliyorum. saf değilim. ama şimdi mutluluktan bahis açıldığında daha gölgeli, daha kusurlu ama daha gerçek bir şey söyleyebilirim gibi geliyor bana. hayatımızı ve kendimizi anlayıp; eh işte, kabullenip, çok katı olamıyorsak bir gerçeklik masalı yaratıp, bunlara rağmen asgari bir mutluluğu minimal çevremizde yaratıp yola devam etmek lazım. iç açan şeyler söylemedim, biliyorum. üstelik taa yukarda seninle vedalaşmışken, kapı önünde sohbete daldım:) ama baş ağrılı bir sabaha uyanmışken, aklım şimdi böyle çalışıyor.
düşündüklerimizi konuşmayalım, derdimizi içimize atalım demiyorum, düşünme biçimimizi değiştirelim. yine konuşuruz.
tekrar öpeyim seni. çok, çok sevgiler.
not: valla tekrar okumayayım yazdıklaırmı. saçmaladıysam artık... ne yapalım. şurada biz bize sohbetediyoruz:)
Conrad'ın cümlelerini "ısrarcılıktan uzak bir ılımlıkla, bir kurabiye gibi" eklemenin zarifliği çarptı beni bir anda.
Veba'da bir karakter vardı, memurdu sanırım, kitap boyunca ormana at üstünde giren bir kadın hakkındaki tek cümleyi olabildiğince zarif hale getirmeye çalışıyordu.Aklıma hemen o geldi, senin bir çırpıda yakaladığın bir zerafet için uğraşıyordu o.
Maya ve çocuğumuzu olduğu gibi kabullenme ile ilgili cümleler de çok çarpıcı ancak (belki içinde kurabiye olduğundan) bir anda tüm yazının cazibe merkezi burası oldu benim için.
bu lezzetli parçacık için çok teşekkürler.
meral (çç)
http://www.youtube.com/watch?v=ngzFeBj6bi4&feature=bf_next&list=PLF242A1B782C34DDB&lf=plcp
BAK BU ŞARKI SANA İYİ GELEBİLİR BANA GELDİ. CEVABINI SONRA UZUN UZUN YAZARIM ŞİMDİ DERSİM VAR GİTMEM LAZIM AMA BU ŞARKI İYİ GELDİ KENDİ BAŞIMA YEMEĞE GİTTİM BU DAHA İYİ GELDİ:D EZOGELİN ÇORBASI İLE İDARE ETTİM AMA SALATA GÜZELDİ KENDİM HAZIRLADIM. EN SEVDİĞİM ŞEYLERİ KOYDUM HANİ ŞU MOR KIVIRCIKLARDAN, DERE OTU ROKA....ÖPÜYORUM SENİ BENİ KENDİME GETİREN HERŞEYE TEŞEKKÜRLER.
BU ARADA BEN DİŞHEKİMLİĞİ FAKÜLTESİNDE ÖĞRETİM ÜYESİYİM DEMİŞMİYDİM SANA? d:
CANIM PERİ
BAK BU KESİN İYİ GELİR:
http://www.youtube.com/watch?v=HGi0268ag8g&feature=bf_next&list=PLF242A1B782C34DDB&lf=plcp
HAH DÖNDÜM İŞTE TEORİK DERS ANLATIMLARI BANA GÖRE DEĞİL...UZUN KONUŞMAYI SEVMİYORUM VE NEDENSE BU BUDUR ŞU ŞUDUR GİBİ ANLATIMLARIN PRATİĞE UYGULANMA AŞAMASINDA İŞE YARAMADIĞINI GÖRÜYORUM. HANİ KALIPLAŞMIŞ BİR SÖZ VARDIR: HAYAT ANLATILMAZ YAŞANIR, ÖYLE BİRŞEY İŞTE.
AHH SEVGİLİ PERİ YORUMUNUN ÇIKTISINI ALDIM BEN BİLGİSAYARDAN YAZI OKUMAKTA SIKINTI ÇEKİYORUM, ESKİ SİSTEM KAĞIT ELİMDE OLMALI, UZAKLAŞTIRIP YAKINLAŞTIRMALIYIM, BAZE ELİMDEN BIRAKIP DÜŞÜNMELİYİM...VE EN ÖNEMLİSİ ALTINI ÇİZMELİ SONUNDA KENDİMCE ÖZETLEMELİYİM.
ÖNCELİKLE ELMA VE DİŞ BENİM İÇİN TAM İYİ BİR ÖRNEK OLMUŞ. HAKLISIN BAZEN SORUNUN ELMADA OLDUĞUNU GERÇEKTEN FARKEDEMEZKEN ÇOĞUNLUKLA İŞİMİZE GELMİYOR ÇÜNKÜ SORUNUN DİŞTE OLDUĞUNU BİLİNÇ SEVİYESİNE GETİRMEK AYNI ZAMANDA BAZI GEREKLİLİKLERİ DE ÖNÜMÜZE GETİRİYOR VE ONU HEMEN APAT KAPAT EDİP ELMAYLA UĞRAŞIYORUZ.
NE GÜZEL ANLATMIŞSIN, HER TERCİHİMİZ MUTLULUĞUN YANINDA SORUMLULUKLAR, ZORLUKLARI DA GETİRİYOR. BİZ HEP İSTİYORUZ Kİ YA DA SANIYORUZ Kİ: ARZU ETTİĞİMİZ ŞEYİ ELDE ETTİĞİMİZDE HERŞEY KUSURSUZ OLACAK VE MUTLULUKTAN UÇACAĞIZ. AMA DEDİĞİN GİBİ DURUMU OBJEKTİF OLARAK DEĞERLENDİRİP EVE BÜYÜK BİR EVİM OLURSA EŞYALARIMI DAHA RAHAT YERLEŞTİREBİLİRİM AMA BU EVİN BAKIMI VE TEMİZLİĞİ BENİ ZORLAYACAK ŞEKLİNDE BİR KAR ZARAR HESABNI KAÇIRIYORUZ ÇOĞUNLUKLA.
BEN EN ÇOK YORUMUNDA, SENİNLE FARKIMIZ GUGUK KUŞUM, KISMINA TAKILDIM. VE BENİMLE İLGİLİ SÖYLEDİĞİNE DE KESİNLİKLE KATILIYORUM BUNU BEN BİLE BU KADAR İYİ İFADE EDEMEZKEN. BİRAN PIRIL PIRIL DİYE TANIMLADIĞIN BU MUTLULUK İDEALİNİN İYİ BİRŞEY OLMAYABİLECEĞİNİ BİLE DÜŞÜNDÜM AMA AYNEN SENİN İÇİNDE TANIMLADIĞIN ŞEKİLDE KARAMSAR BİR RUH YAPISIYLA DEĞİL. BU KONUYU DAHA İYİ DÜŞÜNMEM LAZIM. HAKİKATEN SAF BİR İNSANIM, BUNU GETİRİLERİ ELBETTE VAR AMA OTURUP HAYATIMIN BU NOKTASINDA YENİDEN KAR ZARAR HESABI YAPMALIYIM. ELDE ETTİĞİM KAR ZARARIMI GÖZ ARDI EDEBEBİLECEĞİM KADAR OLMALI. DÜŞÜNSENE HASTAYA BİR TEDAVİ UYGULUYORSUN Kİ BU HASTALIĞINDAN KURTARACAK ONU AMA İLACIN ÖYLE BİR KOMPLİKASYONU VAR Kİ, ONU HAREKLETSİZLEŞTİRECEK KADAR HASTA EDİYOR VE BELKİ ÖLDÜRÜYOR.
GERÇEKLİK MASALI YARATMA FİKRİNİ TUTUYORUM ÇÜNKÜ ŞU AŞAMADA ELİMDE BUNDAN BAŞKA BİR ALETİM MATERYALİM YOK, . BUZDOLABINA BAKIP, HIMMM KABAK, DEREOTU VE DOMATES VARKEN BEN BİR PATLICAN OTURTMA YAPAYIM DERSEN YORGUN OLDUĞUN HALDE VE HAVA BUZ GİBİYKEN 2 SAAT SOKAKTA DOLAŞIP PATLICAN VE VESAİRE ALMAYI GÖZE ALMAN VE SONRASINDA BUNA MIZILDANMAMAN GEREKİR YA DA BUGÜN ASLINDA TAM DA DEREOTLU, YOĞURTLU BİR KABAK YEME GÜNÜ DİYEREK KOLLARINI SIVARSIN.
BAK YİNE MUTFAĞA GELDİK İŞTE, ANLAYABİLİYORUM NEDEN MÜZİKLERİNİ MUTFAKTA DİNLEDİĞİNİ, YAZILARINI ORADA YAZDIĞINI....
HIMMM BUARADA BANA KIZABİLİRSİN DE ZATEN BU OLASILIĞI BİLDİĞİM İÇİN PEŞİNDEYİM, AVUTULMAK, UYUTULMAK İSTEMİYORUM PERİM. BİLMEM NE KADAR AĞIRINI KALDIRABİLİRİM AMA BAŞKA GERÇEKLERİ DUYMAK İYİ GELİYOR. BAK EN AZINDAN BUGÜN İŞE YARADI, NE DERSİN?
meral'ciğim benim, hoş geldin:) özlüyorum ve düşünüyorum seni. bir küskünlükle içine çekilmen, sözünü blog aleminde dillendirememen beni üzüyor. sesini duyduğumda içim biraz olsun ferahlıyor.
çok teşekkür ederim. conrad için yazarken, arkadaşların, yine mi ya, yine mi conrad, diye serzenişlerini duyar gibi oluyorum da ondan o ısrarcılıktan vazgeçip, bir kurabiye ılımlılığı yaratmak istemem. bazen conrad okuyan bir arkadaşın hemen arkasında belirip, okuduğu cümleyi parmağımla gösterip, bak ne güzel ifade etmiş, demek istiyorum. neden böyleyim bilmem. bir eve gittiğimde de, o koltuk aslında şuraya yerleşse daha iyi olmaz mı, diye düşünürüm. ayıp olmasa ev sahipleriyle birlikte mobilyaların yeniden düzenlenmesi için harekete geçebilirim. müdahaleci bir yapım mı var, yoksa bu daha iyisini gördüğüme ilişkin salakça bir özgüven mi, yoksa paylaşımcı kişiliğim nedeniyle daha iyisi için elbirliğiyle çalışıp, sorun gördüğüm şeyi düzeltme niyeti mi, bilmiyorum valla. bana ne, sana ne ya, derlerse de kabulüm o nedenle:) ama ben duvarın yanında yetim gibi kalmış o koltuğun pencere yanında daha mutlu olacağını, yerini seveceğini bilirim, o başka:) bunu da demeden duramıyorum işte. beni tanıyanlardan tek ama tek isteğim, iyiniyetli olduğuma ilişkin bir anlayış.
veba'da hayal meyal hatırlıyorum o karakteri. nasıl merak uyandırdın şimdi, bilemezsin. kitabı tekrar elime aldığımda o karakteri bulup, macerasını okumak istiyorum şimdi. teşekkür ederim bu dikkatin ve bunu söylediğin için. ve tabii incelikli iltifatın için de:)
çok öpüyorum seni ve ufaklıkları. ara sıra da olsa sesini duymak, iyi olduğunu bilmek içimi rahatlatıyor.
sevgiler çok.
guguk kuşum,
hayır, bilmiyorudm!:) baltayı taşa vurmuşum, tereciye tere satmışım:) ama komik de olmuş. sen buradan hareketle bir reklam metni çıkarabilirisin buradan; "sorun elma da değil, dişinizde," diye:)çok hoşuma gitti bu tesadüf. önerdiğin müzikleri hemen dinlemeye başlıyorum. ben sanırım hasta olma yolundayım. bir şeyler de yazmam ya da üstünde düşünmem gerek en azından bu arada. müzik eşliğinde işe koyuluyorum şimdi.
çok teşekkür ederim. öpücükler, sevgiler.
EE SENARİST OLMAK SENİN KANINDA VAR DEMKKİ BUNDAN BİR REKLAM METNİ ÇIKARMAK HİÇ AKLIMA GELMEDİ. BU YAKLAŞIMDA KOÇ OLMANIN ETKİSİ OLDUĞUNU DA DÜŞÜNÜYORUM AMA
guguk kuşum, iyi anlatamadığımı düşündüğüm şeyi, öyle iyi anlayıp, özetlemişsin ki, çok, çok teşekkür ederim. bende çünkü içimdeki fikir kalıpsız, şekilsiz, kaskatı bir şekilde duruyor ya, onu en iyi ifade edecek dili bulmakta zorlanıyorum. o fikrin sözcükleri, ifadesi bu mu acaba diye epey bir sıkıntı duyuyorum. beni gerçek hayatta tanıyanlar, türkçe'yi sonradan mı öğrendim, ana dilim başka mı diye sorarlar bu nedenle. çok konuşurum ve o zihnimdeki sözcüksüz olarak var olan fikri sözcüklere dökerken gözle görülür bir çaba harcarım. tek derdim, sözcüklerin o fikri açıklayacak, onun manası olacak şekilde kullanabilmek. şimdi sen bunu anlatabildiğimi söylemişsin ya, çok hoşuma gidiyor bu nedenle.
ayrıca az önce bir telefon konuşmasında, teorik olarak bilgilenmenin, evet bize bir bilgi verdiğini ama uygulamalı olarak bu bilgiyi içselleştirmeyince pek de faydası olmadığını ifade etmiştim. sen orada yorum yazarken, ben burada telefonla konuşurken hemen hemen aynı şeyleri düşünmüşüz bu kadar uzaktan. bu tesadüfler ne güzel:)
öpüyorum çok seni.
sevgiler kocamanından.
CANIM PERİ, O ZAMAN SENİ RAHAT RAHAT HASTALIĞINI, VUCUT KIRGINLIĞINI YAŞAYABİLMEN, BELKİ İŞLERİNİ YAPABİLMEN İÇİN SERBEST BIRAKIYORUM...ŞİMDİLİK..EVET SENİNLE AYNI YADA BELLİ KONULARDA YAKIN FREKANSLARDAYIZ,
VE SON SÖZÜM ŞU Kİ: SEVGİ TAM DA BU OLMALI: ANLAYABİLMEK ÇOK DA ÇABA GEREKTİRMEDEN....SEVGİYLE KAL.
:)valla yatağa gömülsem iyice hasta kılığına gireceğim sanırım. ben şu dosyayı açıp, yavaştan bakayım. kafamın içindeki o tuhaf uğultu izin vermiyorsa da yatayım birkaç saat. akşama koyulayım işe. donducudan kuşbaşı et çıkardım. akşama ne yemek yapacağım hakkında en ufak fikrim yok. belki sadece patatesle filan basit bir yemek yaparım.
öpücükler, sevgiler.
http://www.youtube.com/watch?v=IZPj0oq2-Ow&feature=related
http://www.youtube.com/watch?v=zbDC6rOeYME&feature=related
mersiii:) işlerimi hallettim. ama eş zamanlı olarak da hastalığım ilerledi. şimdi yatağa uzanıp, ya aptal bir dizi bulacağım ya okuyacağım. bir theraflue fort daha alırsam, erkenden de uyurum. bakalım:)
bugün buraya kar yağdı. arçil'le ikimiz aynı farkedip, haydaaa..., dedik:)
öpücükler.
he he ben de akşamüstü odamın penceresinden görünce aynen haydaa dedim kliniğe gidip arkadaşa da gösterdim:D hafta onu ısanacak ama hava, bıktım siyah kahve giyinmekten pastel tonda ince bir hırka içine beyaz bisiklet yaka penye, giymek istiyorum, sonra beyaz keten bermuda pantolon altına sandalet, üzerine turkuaz bisiklet yaka penye ona uygun küpe bile aldım....arçile söyle sana portakal suyu sıksın, sen kitap oku ve sonra bana masallar yaz yine:D
haftasonu ısınacak ama 23'ünde yine soğuyacak, diyor meteroroloji efendi. bend e bıktım bu monttan, bottan, kottan. senin kreasyon çok hoşmuş. benim daha bunlara cesaretim yok. mudo'dan kot etek aldım, büzgülü, şirin bir şey. bir de benetton'dan v yaka, gri, yumuşacık bir süveter. alta ya gri, desenli, kilotlu çorap ve süveter içine beyaz, büzgülü, kısa kollu gömlek giyeceğim... ya da... hmm... bu çorabın bir de turuncusunu almıştım. onu giyersem, üstüne, içinde turuncu çizgi de olan ince, minik bir kazak giyerim. en üste de şu geçenlerde bahsettiğim, elbise mi palto mu olduğu anlaşılmayan gri şeyi. ama iyileşmem lazım. yoksa hava güzelleşse bile, şu an üstümde olan kalın kazak bile az bana.
little dorrit adında bir dizi açtım. dickens'dan uyarlanmış. dizimag'ta izlemeye başladım. ve bir theraflue fort daha içip, zencefil, kakule, beyaz karabiber ev ıhlamurdan bir çay yaptım. limon ve bal sıkıp, ondan içeceğim ve yataktan hiç çıkmayacağım.
öpücükler.
bugün sabah yine heryer kardı. bu kış arabanın karını temizlemekten bıktık doğrusu. ufff 23 ünde yine mi soğuyacakmış desene benim kreasyonu giymek başka bir bahara kaldı:D
http://metaphoor.tumblr.com/post/19360895939/eddie-vedder-without-you
bu da bugün için:D
bu da çok güzel: http://ruyaperisi.tumblr.com/post/12975878624
bugün burası güneşli. şimdi işlerimi biraz toparladım. börek, kek, kurabiye, kısır yapacağım:) yaşasın güneş:) şarkılaır da dinliyorum.
teşekkür ederim.
sevgiler çok.
Yorum Gönder