Salı, Nisan 29

katherine mansfield, yeniden.


katherine mansfield hakkında, ah bu rüzgar isimli kitabı dolayımında, daha önce şurada konuşmuştuk. ah bu rüzgar'dan sonra, ölü albayın kızları'nda da katherine mansfield hem alabildiğine keder hem tuhaf şekilde coşku veren hikayeler anlatıyor.
onun hikayelerinde, fiyonklar, dantelalarla yanyana gelmiş gibi kelimeler. öylesine kadın eli değmiştir. neredeyse okşamak istersiniz. hissettirdiği hüzün, masumiyet, yarattığı hassas atmosfer öyle derinden etkiler ki, kitabı bağrınıza basmak istersiniz. katherine mansfield'in hikayelerini okurken içinizde dolup taşan kederin ve coşkunun yanında hissettiğiniz şefkat duygusudur.
bu kitapta, ah bu rüzgar'la ortak olan tek hikaye, parker ana'nın hikayesi.
en güzel hikaye yolculuk, bu kitabın da ilk öyküsü. küçük bir kızın, annesinin ölümünden sonra, büyükannesi ile birlikte yaptığı gemi yolculuğu anlatılıyor. sanki gemi, eski hayatı ile yeni başlayacak hayatı arasında hüzünle gider. içinize bir sis gibi bastıran hüzünden, hikayenin sonunda, yatağında yatan büyükbabanın neredeyse göz kırpan neşesiyle kurtuluyoruz.
resimler hikayesi, ah bu rüzgar kitabındaki sarkacın salınımı ile benzer anlatıma sahip. kahraman, bu sefer genç bir kız değil, beş parasız orta yaşlı bir kadındır. burada da acımasız dünyanın, çaresiz bir kadının önüne koyduğu ahlaki seçimle başbaşa kalırız. seçimi sanki biz yapmış gibi suçluluk duyarız. ama onu sonuna kadar da anlarız.
katherine mansfield'in ünlü hikayesi garden parti var sonra. zenginliğin küçük ayrıntıları ile dolu dünyası ile yoksulluğun ölüm kokan çaresizliği yanyana burada. zengin kızın, yoksul eve yaptığı basit bir ziyaret ile katherine mansfield hem iki dünya arasındaki büyük uçurumu şahane anlatıyor, hem de bize neredeyse bir polisiye kitapta hissedeceğimiz heyecanı yaşatıyor.
yeni moda evlilik hikayesi, o zamanki değişen evlilik anlayışının ne kadar geniş olduğunu düşündürüyor. o zamanlar karı kocalar çok sıkı fıkı değilmiş sanki. aralarında belirsizlik ve saygıdan doğan büyük bir mesafe var. bazı şeyler doğrudan sorulamıyor mesela. şehir dışında olan, iki çocuklu evin genç hanımı, sanat çevresinden dostlar edinir ve evlerini de onlara açar. evde bohem bir yaşam sürüp giderken, evin beyi haftasonu eve döner. karısının mutluluğuna çok bağlı olan adam karısın uzaklığından, olup bitenlerden öyle üzüntü duyar ki, şehre döndüğünde karısına uzun bir aşk mektubu yazar. kadının yapması gereken bir seçim vardır yine. bu hikayeyi okuyunca insanları anlamaya çalışmanın ne denli zor bir çaba olduğunu daha iyi anlıyor insan.
ilk balosu hikayesinde gencecik bir kız var. ilk balosuna gideceği için çok heyecanlı. baloda yaşlıca kavalyesinin karamsar ve alaycı gelecek öngörüsü ile mutluluğun sonsuz olmayacağını anlıyor ama, bunu unutması da çok zaman almıyor. gençlik ne güzeldir, kötü olan şeyler hep gelip geçicidir. durun size de yazayım o yaşlı kavalyenin ne söylediğini:
"hala canlılığınızı kaybetmemiş olmanız ne kadar hoş," dedi leila.
"nazik küçük hanım," dedi şişman adam, onu kendine doğru çekip çalmakta olan valsin birkaç notasını mırıldandı. "elbette," dedi, "hiç bir şey bu kadar dayanıklı olamaz. ha-yır," dedi şişman adam, "siz benim yaşıma gelmeden çok daha önce, siyah kadifeler giyip şu yüksek yerde oturacak, dans edenleri seyredeceksiniz. bu güzel kollar, kısa, güdük, tombul kollar haline gelecek, siyah, kemik bir yelpaze ile tempo tutacaksınız - şimdi kullandıklarınıza hiç benzemeyen bir yelpaze." şişman adam ürperir gibi oldu. "şu zavallı, ihtiyar hanımcıklar gibi gülümseyerek, parmağınızla kızınız gösterecek, yanınızda oturan yaşlı hanıma , kulübün balosunda terbiyesiz bir adamın onu nasıl öpmeye çalıştığını anlatacaksınız. kalbiniz sızlayacak," - şişman adam, kızı kendine doğru iyice çekti, sanki kalbi sızlayacak diye ona acıyordu- "çünkü o zaman sizi kimse öpmek istemeyecek artık. bu cilalı parkelerin kötülüğünden söz açacak, onların üstünde yürümenin ne kadar tehlikeli olduğunu anlatacaksınız. ha, mademoiselle uçanayak?" dedi şiman adam yavaşça.
leila kısa bir kahkaha attı, ama pek öyle kahkaha atacak gibi hissetmiyordu kendini. doğru muydu - doğru olabilir miydi bütün bunlar? korkunç dercede doğru görünüyorlardı.
yaa, ne acı değil mi? yaşlanıyoruz gerçekten de ve şişman adam sözlerinde hiç de haksız değil.
ölü albayın kızları, kitabın en uzun hikayesi. albay babaları ölünce, ondan ödleri patlayan yaşlıca iki kız kardeş, şaşkınlaşarak yaşamaya çalışırlar. babalarının korkutucu gölgesi yüzünden yoksun kaldıkları hayatlarının boşluklarını doldurmak için bir an kapıldıkları heyecanlı hayallerini bile birbirlerine söyleyemezler.
ideal bir aile hikayesi, her ideal ailenin bir mutsuz kişisinin olduğunu sölüyor bir bakıma. siz de düşünün, gerçek payı var bunda.
bir tatil günü, son hikaye. neşeli, cıvıl cıvıl, kalbalık bir hikaye. bir panayır yeri sanki, satıcılar, müzisyenler, falcılar, çoluk çocuk herkes neşeli bir hareketin parçası. uçarcasına bir gün, yarı güneş, yarı rüzgar. eğer bu öyküyü hemen şimdi okumak isterseniz şuraya tıklayın.
katherine mansfield
ölü albayın kızları
çev. memet fuat
adam yayınları

2 yorum:

Adsız dedi ki...

uzun zaman aradım "ölü albayın kızları'nı" bula bula "şarkı söyleme dersi"'ni" bulabildim. bu dediğim on yıldan fazla oluyor. "aklında ne kaldı?" derseniz maalesef hiç bir şey. belki bugünkü aklımla bir kere daha okumalıyım.

fazla mı kuru gelmişti bana, kısır bir muhayyilenin çoraklığı mıydı karşıma çıkan, bilemiyorum, dedim ya bugünkü aklımla yeniden okumalıyım... belki hep bir metallica tadı bulmak hevesiydi o zamanlar benim okuma güdüm?

çünkü endişelerin tortusunu sonradan fark ediyor insan, pişmanlıkların.. elimizi yakmadan öğrenemiyoruz hayatı galiba? yeniden okumak lâzım mansfield'ı.. malikânenizi daha sık ziyaret etmekliğimiz lâzım, anlaşılan odur. elinize, aklınıza sağlık..

endiseliperi dedi ki...

afşar bey, acaba bahsettiğiniz öykü "Mr. Reginald Peacoc'un Günü" mü? Ondan evet Molliere türü bir komedi havası yok değil, ama katherine mansfield çok, çok hoş bir öykü yazarıdır. onun sözcüklerini, sözcükleri kullanma biçimini seviyorum. sanki be sevme şeklimde kadın olmamın bir payı varmış gibi gelir bana. "Eski İskele'nin üstünde yürümeye başladıkları sırada denizden esen hafif bir rüzgar, Fenella'nın saçlarına çarptı, kız hemen kaldırıp şapkasını tuttu" şimdi aradan seçilmiş küçük bir cümle bu, ne dediğimi anlatmaya yarar mı, bilmiyorum. çok neşeli ama çok kederli, öyle zariftir ki sözcükler insanın içi ürperir hoyratça bir şey olacak diye. böyledir işte mansfield. onu okurken sakin bir zamanınızı seçip, ona olabildiğince şefkatli yaklaşmanızı dilerim.

katherine mansfield'lar artık her yerde var sanırım.

sevgiler.