Salı, Nisan 22

Stanley Kubrick -I-

Bir insanın kişiliğinin iyilik dolu tarafına bel bağlayıp ona bundan dolayı koşulsuz güven ve sevgi duymayı, pek anlamam. Bunun, insan doğasını pek kavramamış, saf insanların yönelimi olduğunu düşünürüm. İnsanın iyiliğinin tümden koşullara bağlı olduğunu, değişen koşullarla insanın karanlık tarafının ortaya çıkacağını bilirim; herkesin içinde eşit derecede iyi ve kötüyü barındırdığını, iyi veya kötü dediğimizde sadece eşitler arasında içlerinden birisine birincilik verdiğimizi de.

İyi olmak, içindeki kötülükle mücadele etmenin yöntemini bulmuş olmak demektir. İyi insanların çoğu, içindeki kötülüğü sınayacak koşullarla karşılaşmamış şanslı insanlardır. Olağanüstü koşullar altında kendi kişiliğinin bu karmaşık yapısına dönerek tercihini her şeye rağmen iyi olandan yana kullanmış insan sayısı çok azdır. Onlara hayran kalırız. Eğer birisinin içindeki meleği kadar şeytanını da görüyorsak ve onu böylece sevebiliyorsak, sevginin bir mucize olduğu bir durumla karşı karşıyayız, demektir. Yoksa herkes seni seviyorum, der ve içimizdeki şeytan hınzırca gülümser.

Bazı insanlar, kendilerini tercih yapmak zorunda bırakacak durumlardan itina ile kaçınırlar. Yavan ve sıradan hayatlarında, huzur içinde yaşarlar. İçlerindeki şeytan gece yarıları bir kabusla dürtmez onları. Ne mutlu onlara! Bazılarına ise, koyu dindarların ki gibi uzun bir tespih gerekir. İçlerindeki şeytanı da meleği de tanıyan bu çok hassas bünyeler, ruhlarını kolaçan edip dururlar, bir şıkırtıyla.

Gazetelerin 3. sayfalarını iğrentiyle okuyan ya da ürküyle çeviren bizler, karanlık yüzümüzle karşılaşmak istemeyiz. Birileri, hayat bu işte; insanın gerçeği dediğiniz şey de çıplak olarak böyledir, dediğinde rahatsız oluruz.

Kubrick filmlerini izlerken, rahatsız oluruz. Kahramanları bize benzer. Olağanüstü koşullarla karşılaşırlar ve tercihlerini yapmak zorunda bırakılırlar. Sonrasında, bir sürü karşıt kavramın bombardımanına tutuluruz. Seyirci olarak kendimizi bu bombardımanla test ederiz, kendi kişiliğimizin karanlık tarafıyla yüzleşmek zorunda kalırız. İyi ve kötü, aşk ve şiddet, sadakat ve ihanet sürekli kendi atışını yapar. Kubrick hangi olağanüstü koşullarda, kişiliğimizin hangi karanlık tarafının ortaya çıkacağını bilir ve tüm şiddetiyle bunu gösterir. Rahatsız oluruz.

Filmleri hakkında röportaj vermeyi ve izleyiciye kendi filmlerinden ne anlaması gerektiğinin söylenmesinden hoşlanmadığını söylemiş, Kubrick. Filmlerinde çokbelirleyici olan müzik, görüntülerle birlikte akıp giderken, filmde hissedilenlerin çok bireysel, çok kişiye özel olduğunu da.

Ben, çok tanımadığım, sinema tekniği açısından tartışmasız en iyi yönetmenlerden biri olarak gösterilen, filmlerindeki her ayrıntının üstünde titizlikle duran, belki bu nedenle az film çekmiş Kubrick’i biraz daha yakından tanımak istiyorum. Bu nedenle onun hakkında sağda solda bulduğum dokümanlara göz gezdiriyorum. Neler yaşamış, çocukluğu nasılmış da böyle biri olmuş, merak ediyorum. Öğrendiklerimi zaman zaman sizinle paylaşmak isterim.


İşte, aşağıda Kubrick'in hayatının ilk dönemini anlatan, meraklısı değilseniz çok sıkılacağınız bir yazı var.


Fotoğrafçı Stanley Kubrick


26 Temmuz 1928 yılında doğdu. Kökleri Avusturya ve Romanyalı Yahudilere uzanan, orta halli bir doktor olan Jacques L. Kubrick ile eşi Getrude’un oğlu. Stanley, okuma yazma konusunda ortalamanın üstünde de olsa, ilkokulda sosyal yönden yetersizmiş ki, okula ara sıra gidip çoğu kez evde ders alıyor. Oğlunun özel durumunun farkında olan babası, on üçüncü yaş gününde ona Graflex marka bir fotoğraf makinesi, edebiyat üzerine bir kitap ile satranç öğreten bir kitap veriyor. Stanley bu üç armağandan da yaşamının sonuna kadar tutkuyla yararlanıyor.
Jacques L. Kubrick


Ergenlik döneminin başlarından itibaren arkadaşı olan, fotoğrafçılık için ölüp biten komşularının oğlu Marvin Traub ile birlikte fotoğrafçılık hakkında epey yol kat ediyorlar. Fotoğraf konusundaki kahramanları ise Weegee olarak bilinen gazete fotoğrafçısı Arthur Fellig. O sırada liseye devam eden Stanley, okulun müzik grubunda davul çalıyor. Öyle de olsa herkesin emin olduğu şey, yalnızlığı seven, sessiz, utangaç bu delikanlının tek tutkusunun fotoğraf olduğu.

Weege - Arthur Fellig'in bir fotoğrafı


Okulun gazete kulübü üyeliği ona, okulun dışında zaman geçirme şansı verince, iyi kötü demeden her filmi izlemeye başlıyor. Film izlerken düşündüğü, çekim nasıl yapılır, yönetmen hangi kareyi nasıl çekmiş, onları incelemek. Ayrıca, sokakta volta atıp dururken, fotoğrafçı gözünü geliştirmek için insanları, nesneleri seyredip duruyor.



İşte bu gezintilerden birinde, Başkan Franklin Delano Roosevelt’in ölüm haberiyle üzülen insanların fotoğraflarını çekip, Look dergisinin fotoğraf bölüm şefi Helen O’Brian’a götürüyor. Fotoğraflara bakar bakmaz, onlardaki gücü fark edip 25 Dolar’a satın alıyor O’Brian. Fotoğraflar 26 Haziran 1945’de yayınlandığında, Stanley henüz 16 yaşında.


Altı ay sonra liseden mezun olunca, Look dergisinde tam zamanlı fotoğrafçı olarak işe başlıyor. Verilen her işe koşturuyor. Bu yoğun çalışma ona, fotoğraflarla hikaye anlatma tekniği kazandırıyor. Sinema locasında yanındaki genç kadına sarkan ve bu küstahlığı yüzünden kadın tarafından azarlanan adamı gösteren fotoğraflarla kısa bir film yapıyor (A short short in a movie balcony) . 16 Nisan 1946’da yayınlanıyor. Çekimi, kapalı bir sinema salonunda yapıyor. Filmde oynayanlar arkadaşları ve seyirci rolünde de sadece kardeşi Barbara var. Stanley, senaryo hakkında her oyuncuyla baş başa görüşüyor ve kadın oyuncu tarafından tokadı yediğinde erkek oyuncunun yüzündeki şok ifadesi Stanley’nin tam da istediği görüntü oluyor.


Sonraki dört yıl Look dergisinde, atmosfer, kompozisyon ve zamanlama konusunda iyice ustalaşmış gözünün yakaladığı fotoğrafları çekmeye devam ediyor. Onun ilk dönem fotoğraf serisinden ‘prizefighter’ da, orta sıklet boksör Walter Cartier’in birincisi mağlubiyetle, ikincisi hızlı bir galibiyetle biten iki maçı arasındaki 19 görüntüden oluşuyor. 18 Ocak 1949’da yayınlanıyor. Walter Cartier maçta. Fotoğraf: Kubrick.


“What’s your idea of a good time?” oniki fotoğraflık bir diğer projesi. Burada, çocukluk arkadaşı Marvin Traub da var. Diğer bir karakter de uzun zamandır kız arkadaşı olan, Toba Metz. Toba Metz ile 29 Mayıs 1948 yılında evlenip Greenwich Village’a taşınıyorlar.


Kubrick'in ilk eşi Tobe Metz

Stanley’nin film zevkini paylaşan liseden arkadaşı Alexander Singer ile birlikte filmlere gidiyorlar. O sıralar Sergei Eisenstein’a karşı, onun görüntülerine ve kurgusuna büyük bir hayranlık duymaya başlıyor Stanley. Alexander Nevsky filmindeki buz üstündeki savaş sahnesi ile büyüleniyor ve filmin müziğini yapan Sergei Prokofiev’in plağını, kardeşi Barbara artık dayanamayıp kırıncaya kadar tekrar tekrar dinliyor. Bu arada sinema hakkında teorik kitapları hatmediyor.



Alexander Nevsky filminin buz üstünde savaş sahnesi






Stanley’nin fotoğrafları zamanla daha çok film karelerine benzemeye başlıyor. Alexander Singer, bir gün otobüste giderken senaryolaştırıp, storyboard’unu çizdiği kısa aşk hikayesini gösteriyor ona ve bu andan sonra Stanley film yapmak üzerine düşünmeye başlıyor.


Bu bölümün özeti:
1928 Stanley Kubrick 26 Haziran’da New York Bronx’ta dünyaya geliyor.
1934 Kız kardeşi Barbara doğuyor.
1938 -1940 Bronx’ta bir devlet okuluna devam ediyor.
1941 13 yaşında babası ona Graflex marka bir fotoğraf makinesi veriyor.
1941 – 1945 Bronx’ta William Howard lisesine gidiyor.
1945 26 Temmuz’da, Başkan Roosevelt’in ölümünden üzüntü duyanları çektiği
fotoğraflarını Look dergisine 25 dolara satıyor.
1946 Kubrick Look dergisinin elemanı oluyor. Ta ki 1951 yılına kadar.
1947 15 Ağustos’ta Kubrick pilotluk lisansını alıyor.
1948 Toba Metz ile evleniyor.
1949 Greenwich Village’a taşınma.

14 yorum:

tavsan dedi ki...

Endiseli Peri, ayni gun dogmus olmamiza ragmen sen boylesi uzun yazilar yazabilecek kadar sabirli, bense satir atlayarak okuyacak kadar sabirsizim. Bu sabir burclarla hic alakali degil sanirim:) Ya da zamanla kazanilan birsey, belki de annelikle alakalidir. Bir sirri varsa soyle lutfen.
Dogumgunu sakin ve guzel gecmis okudum yorumlarda, benimki de guzeldi:) Nice mutlu, keyifli, hayallerindeki gibi yasadigin yillara;)

herdem dedi ki...

yıllar önce izlediğim bir filmi ile başladım bende kubrick filmlerine. otomatik portakal. bence diğerleri arasında sivrilen bir film. izlediniz mi? bu konu ile ilgili konuşmak isterim sizinle.

müzi dedi ki...

zevkle okudum yaziyi, eline saglik. ozellikle yazinin basindaki yorumlar cok ilgi cekici, dusunduklerine katiliyorum. sanirim boyle dusunmek insani (en azindan beni) hayata karsi daha bagislayici da kiliyor. mutlak iyilik ya da mutlak kotuluge inanmadigim icin, insanin hata yapmasini daha kolay kabul edebiliyorum.
dogum gununmus gecenlerde, biraz gec oldu ama, yeni yasinda mutluluklar dilerim sana sevgili peri.
sevgiler.

şule dedi ki...

pericim, yazdiklarin bana yillar once okuyup cok etkilendigim oriana fallaci'nin "biz melekler ve canavarlar" adli kitabini cagristirdi. hepimiz melek oldugumuz kadar canavariz da der kitabinda fallaci.
cok cok guzel yazmissin sen de. hele "Eğer birisinin içindeki meleği kadar şeytanını da görüyorsak ve onu böylece sevebiliyorsak, sevginin bir mucize olduğu bir durumla karşı karşıyayız, demektir" demissin ya, durup durup tekrar okudum.
ellerine saglik pericim.
aaa, bir de sana da yazmistim ya idefixten ismarladim "av donusleri"ni diye, idefixte kalmamis ama gecen hafta kadikoyde kitapcilari tavaf ederken arayip buldum ve hemen okuyuverdim.ne kadar kanli canli oykuler gercekten de. nar kitabi de masamin uzerinde. bu aksam calismam gerek, baslayamam ama yarin baslar ve bitirim herhalde.
sevgiler

celerone dedi ki...

Sevgili Peri,

Son dönemde en çok özlediğim şeylerden biri gündüz vakti de blogunda dolaşabilmekti. Ne yazık ki yasaklar nedeniyle yapamıyorum artık bunu.

Kubrick'i merak ederdim. Ama yazının girişini okurken, hem bunları yazabildiğin, bu kelimeleri seçebildiğin, hem de bu kadar bilge olabildiğin için iki kere etkilendim. Şu yazdıklarını bırak yaşamayı, anlayacak bile az insan var bence.

Sen şimdi utanır, kızarırsın.

Selamlar,

miso dedi ki...

Sevgili Peri,
İçimdeki öfkenin kabardığını hissetmek kimi zaman büyülese de genelde sonsuz yorar beni. Hadi o adrenalin saldırısını püskürttüm diyelim, esas bu duyguya yenik düşmek sarsar derinden. İçimdeki kötü de öyle. Aklımdan geçenler, avcumun içine ya da dilimin ucuna kadar gelenler... Çok kötü bir miso oluyorum bazen. Pardon, eşiğinden dönüyorum. Ama olması bile aynı yenilgiyi hissettirmeye yetiyor.

marruu

endiseliperi dedi ki...

sevgili tavşan,
sabırlı biri değilim.sabırlı olsaydım, bu yazı çok ama çok daha uzun olurdu. sabrın sonu selamet mi, hiç sabırlı olmadığım için o sonu da bilemiyorum. benim için her şey ya çok acil bir coşkuyu ya da kıpırdamama imkan vermeyecek kadar beni isteksiz bırakan melankoliyle ilgilidir.

ancak görev duygusu ve de başkasının bilip benim bilmem gerekip de bilmediğim bir bilgi yüzünden alay edileceğim endişesi yer bitirir beni. bu nedenle atlayarak okuyamıyorum. sıkılıp kısa kestiğim konular var bu yüzden. örneğin uzun bir martin mystere yazısıs yazmayı, renkler hakkında kişisel algımın başrolü oynadığı uzun yazılar yazmayı ne çok isterdim. sabırsızlık hep engel bunlara.

doğumgünüm sakin bir hayatın sakin bir parçası olarak geçip gitti. hiç coşku duymuyorum bu günlerde özel ve sıradan günlere.o yüzden sanırım.

çocuk he şeyi değiştirdiği gibi sabır konusuna da el atmış olabilir. çocuk konusu, tüm sevimliliği ve yumuşaklığının yanı sıra, ardı arkası kesilmeden bir kırbaç gibi şaklayıp durur tepende. eğer olmak istediğin kendin hakkında kararlı bir tutumun varsa, çocukla birlikte, aman vermez bir muhalifi de yarattığını bilmeni ve bu konuda tekrar tekrar düşünmeni isterim.

sevgiler.

endiseliperi dedi ki...

herdem hanım,
kronolojik bir sıra izliyorum kubrick'i öğrenmek için. elbette tüm filmlerini izledim ama sırası geldiğinde (umarım tavşan'a sözünü ettiğim sabırsızlığım bu konuda bıkkınlık vermez de devam ederim)tekrar izleyip hakkında konuşabiliriz.

sevgiler.

endiseliperi dedi ki...

sevgili müzi,
insanın dünyayı saf iyilikten oluşmuş gördüğü tek zaman, aşkın göbeğindeyken hissettikleri bence. o da ne kadar kısa sürer, bilirsin.
hal böyle olunca, iyilik ya da kötülükle göbek bağının kesildiği mutlak bir inzivaya çekilmek bir çare olarak düşünülebilir. eğer dindar biriysen bunun anlamlı bir hayat tarzı olduğu söylenebilir. yok eğer değilsen, işte o zaman... burada aklıma bir fıkra geliyor ama boşver şimdi.

sevgiler.

endiseliperi dedi ki...

şule'ciğim,
oriana fallaci'nin doğmamış çocuğa mektupları'nı yeniyetme zamanlarımda okumuş, pek de beğenmemiştim. muhtemelen o zaman ki hayat anlayışım için sert gelmiş olabilir bana.

oysa şimdi, bu günlerde, şu an, ne kadar sertse, o kadar iyidir!

:)

hatta diyebilirim ki, iyiliğin o uzlaşmacı, o alttan alır, o söyleyeceğini dilini tutup söylememe halleri var ya, sinir oluyorum. kötülüğün cesur olmakla alakasını kuruyor beynim ben hiç istemesem de. beynimde ki düşünce uzantılarının her birinin izini sonuna kadar izlesem beynimde bir süre önce bir bombanın infilak ettiği sonucuna bile varabiliriz.

ama iyi olmak iyidir, tabii:)

kitapları okumuş/okuyor/okuyacak olmana ne çok sevindim, kendimle nasıl gönendim, bilemezsin. bunu yazdığın için teşekkür ederim. nar kitabı konusunda bana hak vereceksin.

öpüyorum.

endiseliperi dedi ki...

celerone,
evet, hem utandım, hem kendimi kötü hissettiğim şu günlerde beni çok sevindiren cümleler oldu bunlar.

yürekten ettiğim teşekkür az kalır, sevgilerimi de yolluyorum.

endiseliperi dedi ki...

miso,
biliyorum. kendimden biliyorum. dilimin ucunda hiç söylemediğim küfürler dolaşıp duruyor. yaratıcı öfke filan geyikleri var ya, gülüyorum onlara. ufo görmüşlerin, uzayda hayat var mı toplantılarına gitmiş ya da allah korusun ilhan irem sevenlerin arasına düşmüş gibi hissediyorum kendimi.

öfkeli insanların kötü olduğu yolundaki çıkarsama bir uydurma. ben içindeki iyiliği ve doğru şeyleri zaman zaman niyetini kat be kat aşan bir öfkeyle dillendiren biri olarak ve olduğu kişi yüzünden değil de sadece o agresif tartışma anları yüzünden iyiliği tartışmaya açılıp haksızlığa uğrama tehlikesini çok sık yaşayan biri olarak hissettiğin yalnızlığı çok iyi anlıyorum.

hele bir de bedel ödemeye yatkın bir kişiliğin varsa bu dünya iyice zehir zıkkım olur.

sana sadece gerçeği gördüğümü, o öfke çakımlarının altındaki senin iyilik dolu niyetini gördüğümü söyleyerek yalnızlığını unutturabilirim.

sevgilerimle.

tavsan dedi ki...

Sevgili Peri, uzun uzun yazmissin ya pek sevindim, dediklerimin boyle uzun bir yanita deger gorulmesine (evet demek ki uzunluk kisalik cok goreli kavramlar:).

Bende sanirim kendini koruma gudusu fazlasiyla gelistigi icin birseyleri bilmedigim icin utanabilecegim durumlar ender, ve bunlari hemen unutma meylindeyim. Bu maalesef cok da sevmedigim bir ozellik aslinda, cunku insani tembellestiriyor.
Cocuk hakkinda soylediklerin dikkatimi cekti en cok. Sanirim benim kararli bir sekilde olmak istedigim bir modelim yok artik. Bu yila kadar kararsizlikla ilerleyerek geldim ve tam karar verdigimi dusundugum noktada coskuma birseyler oldu. Bir de zaten ben kendi kendimin muhalifiyim cogu zaman, o bakimdan cocugun boyle bir safta yeralacak olmasi korkudan cok mutlu bir heyecan verdi bana:) Yine de onun muhalifligi karsisinda benim dik durmam gerekecek sanirim; busbutun kafa karisikligina yol acmamak icin.

Bu arada farkettim ki, sana yazarken daha derli toplu yaziyorum, cumlelerimin kurulusu bakimindan:)

Ve de sanirim bu uzun yaziyi okuyamamin bir nedeni de benim icin Kubrick'in ne kadar ozel olsa da "o kadar" ozel olmamasi olabilir. Yani demem o ki, Martin Myster'le ilgili uzun bir yaziyi da atlayarak okurum ama buyuk ihtimalle renklerin senin kararlarina etkisi konusunda uzun yazilar yazacak olursan seve seve okurum:)

Tesekkur ederim.
sevgiler.

Adsız dedi ki...

gözünü sevdiğim kapitalizm:

1945 26 Temmuz’da, Başkan Roosevelt’in ölümünden üzüntü duyanları çektiği
fotoğraflarını Look dergisine 25 dolara satıyor.


öyle bir sistemki kim bir iş yaparsa karşılığını muhakkak alıyor, değer bizdeki gibi oligarklarca biçilmiyor, işin ne ettiğine bakılıyor. şimdi tutup da sıradan bir genç " özal'ın ölümüne ağlayanlar" sergisi açmağa kalksa.. komikgeliyor, değil mi?

adam olmanın çalışmayla başarıldığı ülkelerle lütüufla kazanıldığı ülkeler arasındaki gelişmenin anahtarı. bacakarasına pornografik girişleri sanat diye yutturup da her yerleşik değeri " üst kurum" diye aşağılayan aşağılık marksist sanat hegemonyasının üretken insanları nasıl baskıladığına artık bakmanın zamanı gelmedi mi? bir memlekette yılmaz güney sanatçı sayılıyorsa,o memlekette sanatçı yetişemez, kimse kusura bakmasın...