Cuma, Ağustos 29

Günlük: Bandırma Aksakal'a gittik.

привет!
Guinness birasını bulamadık. Kaan, bulabilirseniz alın, demişti. Fava ve midye dolmayı da gidinceye kadar bozulur, diye almadık. Bagajda, kavun, peynir, Yeni rakı ve Efes biraları var. Cumartesi 10.30 gibi evden çıktık. Harem feribotuyla karşıya geçip Yenikapı feribotunu yakalayacağız. Bora, feribot biletini daha önce almış. Öyle yapmak gerekiyormuş; yoğun oluyormuş bu mevsimde.

Erkendi gittiğimizde. Sıcaktı da hava. Bekledik biraz. Feribota binince arabadan çıkıp, oturulacak yerlere gitmek gerekiyor. Bilette numarası var koltukların. Çok şükür tv sinyal alamadı da o cızırtılı ses ve kirli görüntü kayboldu bir süre sonra. Calvino’nun YKY tarafından üçü bir arada çıkarılan kitabı ‘ikiye bölünen vikont, ağaca tüneyen baron, varolmayan şövalye’ kitabını almıştım yanıma. Bora da Cogito’nun 'tragedya' sayısını okumaya karar vermiş. Feribotta yiyecek, içecek, gazete, dergi standları var. Dolaşmaya çıkan Bora, Rusça konuşma kılavuzu ile döndü. Rusça çalışacağım önümüzdeki dönem. Kursa gideceğim. İnternette bir sürü site var. Rusça alfabeyi söktüm sayılır. Kiril alfabesi tuhaf. Mesela B harfi, V sesi veriyor. H harfi de N. R’ye benzeyen harfin G sesi verdiği de hiç aklınıza gelmez ama öyle. Birkaç tane de hiç tanıdık olmayan harf var. Sözcükler dişil, eril ve nötr olarak ayrılıyor. Çoğul yapmak için de sözcüklerin sonundaki harfte değişiklik yapmak gerekiyor. Calvino’yu bırakıp kılavuzu karıştırdık. Kalın tuğla duvarları gibi sessiz, ne olduğu anlaşılmaz görünen Rusça sözcükleri okuyabilmek, seslendirmek hoşuma gitti. Öğrendikçe konuşuruz hakkında ilerde.




12.30’da kalkan feribot, 14.40 da Bandırma’da oldu. Ben Bandırma’yı güzel bir yer sanırdım. Değilmiş. Yeşillik yok. Mimari kötü.



Dahası bir sürü çirkin fabrika var deniz kenarında. Yemek yiyecektik ama içimizden gelmedi. Susurluk yoluna doğru gazladık. Total benzincisinin yanında İkbal lokantasını gördük. İdare ederdi yemekleri.



Aksakal- Daskyleion Kazı Evi

Susurluk yolunda Petrol Ofisi’nden sonra sağa saptık. Bir süre sonra pas kırmızısı bahçe duvarları olan bir yerden içeri girdik. Önümüzdeki binanın tabelasında Daskyleion Kazı Evi yazıyor. Gelmek istediğimiz yer burası. Bulmamız hayret verecek kadar kolay oldu. Arkadaki binaya doğru yürüdük.



Uzun, geniş verandadaki masalarda iki genç çocuk oturuyor. Sosyalleşme konusunda isteksiz bizim gibi insanlar bile ilk tanışmaların sessizliğinden ürküyor. Ancak bir iki kısacık sohbetten sonra bile iki genç arasında temel farkları görecek kadar görmüş geçirmiş, yaşlanmış olmak da pek hayra alamet değil. Sonra hepsiyle tanıştık; 11 kişilik kızlı erkekli bir kazı ekibi var. Hepsi tatlı, terbiyeli çocuklar.



Kaan bu yılın kazı başkanı. Dediğine göre kazı evlerinde müthiş bir disiplin var. Yemek masasında herkesin oturacağı yerler bile bir hiyerarşi ile belirlenmiş. Herkes sorumluluğunu biliyor. Ekonomik ve sosyal sınıfsal farkların adil bir şekilde dengelendiği bir sistem bu. Bir komün yaşamın işleyişini burada açıkça görmek olası. Odalar temiz ve sadece işlevsel eşyalarla donatılmış. Mutfak işlerini yapan iki görevli var. Arkeoloji öğrencileri sabah 5.00 te kalkıyor. Kahvaltı yapıp kazıya gidiyorlar. 13.30 da dönüyorlar. Yemek yiyip saat 17.00’ye kadar dinleniyorlar. Sonra o günkü kazıda bulunanlar kaydediliyor. Cumartesi akşamları eğlence var. Genellikle mangal yapılıyor. Biz işte bu yemeğe katıldık. Kazı evi olarak Ergili İlkokulu kullanılıyor. Burası dokümanların kayedildiği bilgisayarların ve müzelik buluntuların depolandığı yer. Bizim oturduğumuz o verandalı binada mutfak ve Kaan ile Aslı'nın odası var. Bizim de bir odasında kaldığımız öğrencilerin kaldığı odaların bulunduğu bir bina daha var.

Gösterişli hareketleri, lüzumsuz gevezeliği sevmeyen Kaan, karakterinin elverdiği ölçüde coşkuyla karşıladı bizi. Zamanını en verimli şekilde kullanmaya öyle alışmış ki hemen plan yaptı ve Manyas Kuş Cenneti'nin müzesine gitmek için yola çıktık.



Manyas Kuş Cenneti ve Müzesi





Onu neredeyse gençliğinden beri tanıyan Bora bizimkilere anlatmıştı: Ders çalışırken yanında bir satranç saati olurmuş Kaan'ın. Bir nedenle dersin başından ayrılması gerektiğinde saati durduruyor, gelince tekrar çalıştırıyormuş. Böylece net olarak kaç saatte ne kadar çalıştığını tespit edebiliyormuş. Ben pek tanımıyorum Kaan’ı ama ona yaklaşımımda derin bir saygı var ve bunu hissettirmeye çalışıyorum. Birini sevmek kolaydır. Sevmek kolaydır. Üstelik, homojen bir şey değildir sevmek aslında. İçinde bir sürü ajan duygu vardır. Acıma, şefkat, kollama dürtüsü ya da korku ve korkunun yarattığı iktidara alışkanlık, sahiplenme vs. Sevmek bana bulanık bir şey gibi gelir hep. Sevgi konusunda dikkat ettiğim şeyin, sözlerden çok, tavır, davranışlar olması bu yüzden. İnsan seni seviyorum sözünü çok duyar da, sevildiğini hissettiği davranışlar, anlar çok kıymetlidir. Oysa saygı kazanmak, saygı duymak zor meseledir. Bunun dalaveresi de olmaz pek. Ben, 6-7 dil bilip, ilgilendiği, sevdiği için (yapabileceği başka tonlarca gösterişli, para kazandıran meslek olmasına rağmen) arkeoloji konusunda gerçek bir bilim adamı derinliği ile çalışan, yurtdışından kitaplar getirten, uluslar arası makaleleri yayınlanan, bu işin tüm külfetine katlanan Kaan'a, çizdiği bu düzgün profil için saygı duyuyorum. Mesleği hakkında yüksek bir standardı var ve sadece yapması gerekeni yapıyor. Ne gösteriş var ne suni imgeler yaratıyor ne de ağdalı tutku dolu sözcüklerle dillendiriyor mesleki duruşunu. Mesleği hakkında, onun içeriği hakkında asla mızıldanmıyor ya da mesleğine ilişkin konuşmalarda bir övgüyü bekler gibi bir üslubu asla ve asla kullanmıyor. Böyle şaklabanlıklarla kendini var kılmıyor. Bora’ya göre, referansı kendinden olan insanların düzgün, samimi hali var onda. Bora'nın en saygı duyduğu insan tipi böyleleri. En çirkin bulduğu insan türü de, evet, referansı hep dışardan olan insanlar.


Manyas Kuş cennetinin müzesine gitmek için ormanlık bir araziden geçtik. Öyle aman aman bir ormanlık alan yok. Ağaç türleri az. Alan küçük. Eskiden, yani M.Ö. 546 yılında burası Paradeisos adıyla anılan en eski parklardan biriymiş. O zamanlar öyle büyüleyici bir güzelliği varmış ve öyle çok kuş çeşidi yaşarmış ki antik yazarlar bile bundan hayranlıkla söz etmişler. Burada bulunan satraplar (valilikler) özel olarak ağaç ve çiçek türleri yetiştirmişler. Ayrıca soylular (sadece onlar) parkta yabani domuz, aslan, geyik avlamak için kullanmışlar. Daha sonra gittiğimiz Bandırma müzesinde bulunan soylu yöneticilerin mezar stelleri (taşları) üstünde bu avın tasvirlerini gördük.

Müze küçük. Fonda bir duvar resmi önünde doldurulmuş kuşlar var. İçerde, 5-6 ekranda Manyas Gölü’ndeki kameralardan aktarılan görüntüler var.



Müzede bir çiftin siyah beyaz fotoğrafı asılı. Kaan anlatıyor; bu çift İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’nde görev yapan Alman Profesör Curt Kosswick ve eşi Leonore Kosswick’miş. 1939 yılında keşfetmişler burayı. Çok emek harcamışlar. Biyoloji istasyonu kurmuşlar buraya ve korunması için uğraşmışlar. Nitekim, 1959 yılında Milli Parkı ilan edilmiş. 1976 yılında Avrupa Konseyi tarafından A Sınıfı Diploması almış. (Bu diploma, doğanın en iyi korunan yerlerine verilen bir belge imiş ve süresi beş yılmış. 2001 yılında askıya alınmış mesela. 2004’te yeniden verilmiş ama yeni dönemde bu belgeyi alır mı, şüpheliyim. Zira çevrede bir fabrika varmış ve atıkları doğrudan göle gidiyormuş. Geçen yıl küresel ısınma nedeniyle gölde kuraklık olmuş ve baharda beklenen yağış alamayınca kuşlar karada kuluçkaya yatmak zorunda kalmışlar. (Oysa sular altında kalan söğütler ve sazlıkların arasında kuluçkaya yatmaları doğaları gereği imiş.)




Asıl ilginç olan, bu çift çevredeki tümülüsleri fark ediyor ve burasının sadece doğal güzelliği nedeniyle değil, tarihi kalıntıları nedeniyle de önemli olabileceğini düşünüyorlar. Arkadaşları Kurt Bittel’e bu şüphelerinden bahsediyorlar. Kurt Bittel buraya gelerek araştırmalar yapıyor ve arkeolojik buluntulardan Hisartepe’nin ünlü Daskyleion satraplığı olması gerektiği fikrine ulaşıyor. İşte benim için gerçekten büyüleyici olan bu merak, ilgi ve bunun müthiş bir üretime dönüşmesi.

Müzeden çıkıp gölü gözetleme kulesine çıktık. Bu kule, evet, Truva atına benziyor biraz. Yukarıya doğru merdivenle çıkıp pencerelerden dürbünle kuşları izleyebiliyorsunuz. Haa, müze giriş ücretinin içinde gözetlemek için kullanacağınız bu dürbün kirası da dahil. Önünüzde sazlıkların olduğu yemyeşil bir bataklık ve sonrasında da dürbünle net olarak kuşları, özellikle bolca bulunan pelikanları göreceksiniz.



Arkeolog olmanın dayanılmaz ağırlığı


Oradan çıkıp tekrar kazı evine döndük. Çocuklar mangalı yakmışlar. Kaan 7.30' da yemeğe oturacağımızı söyledi. Bize depoyu dolaştırdı ve işleyişten bahsetti. Eski zamanların plastiği gibiymiş seramikler. Uzun süre toprakta kalıyormuş. Seramiğin dokusuna, rengine ve elbette üstündeki motiflere dikkatimizi çekti. Bunlara göre seramiğin kimler tarafından, nerede yapıldığı ve dönemi tespit edilebiliyor. İthal edilen seramikleri ve böylece aralarında yaptıkları ticareti de öğrenebiliyorsunuz. Mesela bir kent seramikte sarı rengi kullanırken, diğeri siyah ve kırmızıyı kullanıyor. Böyle işler.


İşin ruhu çok coşku verici ama ben o seramik parçalarını sabırla bir araya getirebilir miydim, emin değilim. Öyle anladım ki, arkeoloji çok zor bir meslek. Fiziki olarak zor; her ne kadar işçiler, mimarlar yardım ediyorsa da, bilfiil toprağı kazıp, parçaları bulmanız gerekiyor. Zihinsel olarak zor; çünkü kazdığınız bu kültür katmanlarına vakıf olmanız gerekiyor. Yani bence her an uyanık bir bilinçle çalışıyor olmalısınız. Sonra o buluntular getirilip, yıkanıyor, temizleniyor, tasnif ediliyor. İş burada bitmiyor. İşin diğer zor bir tarafı da, bu buluntuları kodlamak. Arabalara plaka verilir gibi bir sistem kullanılıyor galiba. Üç harfli bir kod sistemi: AAA ile başlıyor ve devam ediyor. Bu işi yapmak çok ama çok önemli; çünkü bulduğunuz parçanın nerede, nasıl, ne zaman bulunduğu, katalog ve envanter bilgileri için hep bu üç harf size yol gösteriyor. Yoksa işlerin nasıl çorbaya döneceğini düşünmek bile istemem.

Biz oradayken öğrencilere sorduk, seviyor musunuz bu işi yapmayı filan diye. Hepsi çok sevdiklerini söyledi. Çoğunun ilk tercihi değil, bilinçli olarak tercih ettiklerini sanmıyorum. Ama şimdi tutkuyla bahsediyorlar arkeolojiden. Bir şeyi sevmek, onu bilmekle ilgili aynı zamanda. Sevmek zaman da alan bir şey. Tamam kesiyorum bu konuyu. Aaa, şöyle bir şey de oldu: Kazı Evi’nin deposunu dolaşırken duvarda asılı Frigya alfabesi gördük. Orada bir harf ters dönmüş V ile r harfi arası bir şeydi ve G sesini verdiği söyleniyordu. "Tıpkı Rusça'da olduğu gibi!"dedim. Kaan, doğru olduğunu söyledi, çünkü Kiril alfabesi de Yunan alfabesinden geliyormuş. “bu harf neye benziyor sizce,”dedi. Deve hörgücüne benziyormuş ve deve de “Gamel” imiş! Ne ilginç! Ayrıca Rusça öğrenmeye başladığım için içimden kendimi kutladım:)

Daskyleion Kazı yeri

Ufukta Manyas Gölü var. Hemen arkamda ise Karadere akıyor.


Kazı evini dolaştıktan sonra güneş batmadan önce kazı yerini dolaştırmak istedi Kaan. Güneş, batıda, gölün üstünde batmak üzereydi, sığırcıklar küme halinde oradan oraya uçuyordu ve hafif bir esinti vardı. Hemen yanımızdan geçen Karadere için, Kaan, “bu dere ters. Her ırmak, dere göle dökülür; bu ise göldeki fazla suyu alıp Susurluk Deresi'ne dökülüyor, bir nevi haliç," dedi. Çok güzeldi görüntü. Kaan Bergama’da bulunan muhteşem Zeus Tapınağı’nın 2. Abdulhamit döneminde Berlin’deki bir müzeye götürüldüğünü söyledi. Orada dev gibi bir yerde sergileniyormuş, çok ama çok muhteşemmiş. Bizdeki çok önemli tarihi kalıntıların yurt dışına kaçırılmasına göz yumulduğu, hatta padişah, “değerli taşları bana verin de taşları ne yaparsanız yapın,” diyecek kadar ilgisiz olduğu için çok kızgındı Kaan. Sonra hızlıca kazı yerini dolaştık.




Buradaki kazı 20 yıldır devam ediyor. Türkiye’de bu işler zor, yavaş, ekonomik sıkıntılar içinde ve bir sürü bürokratik engele rağmen bilim adamlarının içten merakı, ilgisi ve çabası ile sürdürülebiliyor. Dasykleion adı, Lydia Kralı Gyges’in, buraya babası Daskylos'un adını vermesinden kaynaklanıyormuş. Daskyleion “Daskylos’un yeri anlamına geliyormuş. Daha sonra Persler burayı büyük bir valilik haline getirmişler. Kaan, “deniz kıyısında yaşamamış topluluklar bir yeri kurarken de deniz kıyısını tercih etmiyorlar,” dedi. Burası, Türkiye’de kapsamlı bir şekilde araştırılan önemli bir Pers yerleşimi, Persler’in en önemli valiliklerinden biri imiş.

Daha sonra Büyük İskender gelerek şehri yakıp yıkmış. İşte Kaan bize bu yangınların izlerini gösterdi. Ve çok ilginç bir şey anlattı: Burada bir sürü bulla (mühür bulunmuş), kilin uzunca bir süre dayanmasının tek yolu onun pişirilmesi imiş. Kil mühürler bulununca bunların pişmil kil olduğu sanılmış. Oysa değilmiş; bu killer yangın nedeniyle pişmişler ve bu zamana kadar dayanabilmişler!


Bu ağacı kesmemek için, çevresini kazıyorlar:)


Daskyleion’da özel konumu nedeniyle hep bir kale bulundurulmuş. Frig, Lydia, Akhaemenid, Makedonya, Bizanslılar burada bulunmuş. Bu uygarlıkların kazı ile keşfi de çok ilginç. Kazıldığı zaman, toprak, katman katman başına ne geldiyse anlatıyor. Üstteki uygarlığın kalıntıları bulundu, düzenlendi, diyelim, alttaki uygarlığın kalıntılarına ulaşmak için üstteki yapıyı bozmak gerekiyor. Kaan, “yıkıcı bir bilim arkeoloji,”dedi.



Nasıl karar verebilirsiniz ki, alttaki uygarlığa ulaşmak için o zaman kadar yapılan her şeyi yıkmaya. Sanırım ben olsam, "Yıkın!"derdim. "Çabuk! Çabuk! bakalım ne varmış altta." heh heee:) Zaten her şey kaydedilmiş durumda, bilemiyorum. Her neyse. Aslında burasını önemli yapan bir şey de, Zerdüşt dininin tapınağının bulunmuş olması. Belki bu dine inananlar burayı görmeyi isterler.



Daha bir sürü şey daha anlattı Kaan, ama unuttum. Bir yol gösterdi mesela, daha eski uygarlığın mermerleri kullanılmış ve arabanın tekerleğinin izi kalmış. Oysa mermer çabuk zedelenen bir malzeme imiş ve yol yapımında kullanılmazmış normalde. Ama işte biz o arabanın aksının uzunluğunu filan tespit edebiliyoruz böylece ve gözümüzde canlandırabiliyoruz ve güneş batarken hülyalara dalabiliyoruz:) Gezi bitip güneş de batınca eve doğru yola çıktık.



Akşam yemeği


(Fotoğraf makinalardan biri bozuldu. Diğeri de gece fotoğraf çekmedi. Fotoğraf yok bu yüzden.)


Yemek masası hazırlanıyordu. Mumlar yakıldı, mangaldan etler taşındı, yemekler servis masasına koyuldu. Kaan o kadar yemeğin yanına ve o yorgunlukla bir de kalamar yapmaya başladı. Geç vakit, sofraya salyangoz tabağı da geldiğine göre o sırada salyangoz da yapmış. İlk kez yedim. Fena değil.


Bizim dışımızda bir çift de davetliymiş. Tanıştık. 40 yaşlarındalar. Neşeli bir çifte benziyorlardı. Ercan Bey ile Çiğdem Hanım'dı sanırım isimleri. Ama Ercan Bey'de hoşlanmadığım bir şey vardı. İnce, kibar biri ama sürekli seyirci önündeymiş gibiydi ve karakterini sunma, onun hakkındaki kanaate müdahale etme gibi bir huyu vardı. Ben uyumlu biriyimdir de algımın böyle beceriksizce, safça oluşturulmuş imgelerle bulandırılmasını istemem. Genelde de aldırmam, sessizce sohbete katılırım. Yine konuşmazdım da içtiğim bira yüzünden mi nedir, ikiye bölünen vikontun kötü ruhu musallat oldu. Politik bir sohbetti başlattığı. DPT milletvekilleri hakkında abuk sabuk bir dedikodu anlatmıştı. Ergenekon davası hakkında da alaycı bir tavrı vardı. Ettiği hiç bir söze katılmadığımı söyleyerek başladığımı hatırlıyorum. Hatta biraz daha içince, bir ara çok beğendiğini söylediği artist Charlize Theron’un da beş para etmediğini söyledim. Her ne kadar sonuna kadar inandığım şeyleri söylediysem de açıkça kabalık ettim. Şimdi, kişiliği benim gibi yabani olan insanlar genellikle bir dengeyi tutturamaz sosyal ilişkilerde. En berbat hataları affetmeye teşne bir halleri vardır da, diyelim ki, 12 yıllık karısına ‘ataerkil görünmeyi göze alıp tabağıma servisi senin yapmanı isteyebilir miyim?’ gibi bir laf ettiğini duyunca zıvanadan çıkabilir. Gecenin sonunda kabalığım için özür diledim. Bayağı da içmiştim. Gittim yattım sonra. Kaan’la Bora oturmuşlar bir süre. Sofrayı toplamışlar.

Sabah


Sabahın köründe horoz sesiyle uyandım. Akşam ki tartışmayı hatırlayınca canım sıkıldı biraz. Mutfakta bulaşık yıkanıyordu. Bir kahve alıp, odanın verandasında kitap okudum.


Sonra birer ikişer insanlar uyandı. Mutfağın verandasında dil konusunda bir tartışma başladı. Bora, TDK’nun Öztürkçe çalışmalarına devam etmesi gerektiğini, bu durumda,
dilin beslendiği kanallardan birinin sakat bırakıldığını , örnekler vererek açıkladı. O çalışmalarla dilimizi zenginleştirecek bir sürü sözcüğün yerleştiğini söyledi. Shakespeare hakkında bir kitap çevirmeye başlayacak Bora, çeviri sorunlarından filan bahsettik biraz.


Güzeller güzeli Aslı bu. Yemek için gittiğimiz yerde kendine bir Fenerbahçe kupası aldı.


Onlar yoğun olarak çalışıyorlar ve tatil günleri Pazar. Ne yapalım, diye konuştuk. Aslı denizi çok seviyor, Erdek'e gidelim, dedi. Biz pek istemiyorduk. Bunun üzerine Aslı Karacabey'e gidip at binelim, dedi. Aslı’dan pek bahsetmedim. Henüz çok genç. Sanki bir sürü şeyi deneyimleyecek daha ve sonunda bize benzeyecek. Koşullara uygun yaşamak için esneyecek. Bazen uzlaşacak. Bazen de kendini hatırlayıp, uzaklaşsak, doğanın içinde bir yer alsak, filan sohbetleri yapacak. Arabada yaptık bu sohbeti. Bozcaada’da yaşayalım, dedik. Bora’nın diğer yakın arkadaşı Serhan araştırma yapmış orada. Fena değil. Bora, ortak yaşam alanlarında kütüphanenin, sinema salonun olmasının hoş olacağını söyledi. Aslı, bilardo masası da olsun, dedi. Ne güzel bir sürpriz! Aslı çok güzel bilardo oynuyormuş. Çok da güzel, Ukraynalı kızlara benziyor. Konuşması, vurgusu oğlan çocukların ki gibi. İnsan gülümsüyor o konuşurken.



Önce Bandırma müzesine uğradık. Dasykleion kazısından çıkanlar önce Bursa Müzesi’ne, sonra Balıkesir Müzesi’ne gönderilmiş ve şimdi de yeni açılan Bandırma Müzesi’ni besliyor. Buluntuları görünce ben bile gururlandım. Mühürler, bronz olta iğneleri, oltası delik yün eğirmeye yarayan taşlar vardı içerde. Bahçede de mezar taşları, heykel başları filan.



Karacabey’e doğru devam ettik. Hava sıcaktı ve haranın olduğu yer ağaçsız, dümdüz bir alandı. Orada ata binilmiyormuş meğer. Biz de çıkıp bir yerde, ünlü bir İskender lokantasında iskender yedik. Fena değildi. Ama biz öğleyin ağır yemeğe alışık değiliz. Biraz ağır geldi. Masaj koltuklarında oturup masaj yaptırdık. Koltuk derisinin altından uzantılar var, bacağınıza, sırtınıza masaj yapıyor. Bora da biraz tedirgin olmuş koltuktan, uzantılarını iyice çıkarıp sizi kavrayıp, oraya hapsediverecek, hatta yutacak gibi:)


Kaanlar’ın misafiri gelecekti, 15.30 gibi. Gazlayıp Aksakal’a geri döndük. Biraz oturup dinlendikten sonra yola çıktık. Dönüş yolculuğu berbat geçti. Tatilciler dönüyordu, inanılmaz bir trafik vardı. Yalova'da zincirleme bir kaza gördük. Dört araç birbirine girmiş, biri fena halde hurda olmuş. Ambulans ve itfaiye geldi. Yalova feribotunda çok sıra vardı, biz de kara yoluyla gelmeye karar verdik. Yaptığımız en sıkıcı yolculuktu.



Akşam çok yorgun eve ulaşınca duş alıp, yatağa yatıp, TV yi açtık. (İki odayı çocuklar arasında paylaştırdık. Bizim yatağımız salonda artık, fena olmadı, hatta ben daha çok sevdim.)


Uyumuşuz hemen.