Pazartesi, Aralık 22

Kedilielif'e, hüzün meselesi için...

Ne zamandır Puşkin'i yazacağım, olmuyor. Puşkin bana Reha'yı hatırlatıyor biraz. Şimdi nedenini anlatmak netameli iş. Bir gün denerim. Hem rahmetli sevinirdi de buna. Çünkü, çok sevilmiş biri olarak, "benim tüm maceram, neden sevildiğimi anlamak üzerine kurulmuştur," derdi. Öyleydi de. Bana onu neden sevdiğimi sorduğunda, "açıklanabilir olan, aşılabilir de, " derdim, küçüktüm, bilgiç ve yavan bir de. Onun sözcükleri ise, çok sonraları, alkolden iyice bulanmış zihninde bile hep çok sahiciydi.

Bir zaman sonra kitaplarını okumaz, gazete yazılarını takip etmez oldum. Çünkü küsmüştüm ona ve ben küsünce domuz gibi olurum. Ancak, şimdi şimdi anlıyorum ki, Reha'ya küslüğüm, onun önerdiği dünyanın bana ağır gelmesiydi. O savrukluğun ve hesaba kitaba gelmezliğin. Gerçekten acı ve keder vericiydi. Onu hiç tanımamış birine Reha'yı anlatmak çok güç. Reha'yı tanıyanlar ise çok farklı cemaatten insanların biraraya geldiği gayet güzel bir örgüt oluşturabilirler.

Gazete yazılarının çıkışını alıp Arçil'e hediye etmeyi düşünüyorum. Arçil için bir izlenim, bir sezgi sadece Reha. Ben ona, Arçil'e bir tarih vermeyi istiyorum. Bir tarihin parçası olduğu ve bu tarihin çok ama çok önemli olduğu duygusunu filan. Çünkü Arçil, gizli adı Ada gibi tarihlerden kopuk kaldı. Bunu da şundan istiyorum: Doktor dedi ki, "Bu çocuk sevildiğini hissetmiyor. Anne baba ayrı mı?" Benim Arçil adına sesim titreyerek, "babası öldü,"dedim.

Ben de böyle böyle, gazetede yazılarını okumaya başladım Reha'nın. Aşağıda olan ikisini az önce okudum. Okurken de bir parmak rakı koydum bardağa.

KIZLAR BİZİ SEVECEK, ÇOCUKLARIMIZ DA...
19:30 26 Eylül 2004

Otuzüç yaşında başını belaya sokmuş insanları mistik bir yönelimle severim ben. Otuzüç, İsa'nın çarmıha gerildiği yaştır; biri suikaste teşebbüs ettiği için ceza çeken, biri Bosna-Hersek'te acılar içinde kıvranan iki arkadaşım vardı, otuzüç yaşında; biriyle yaşıttım acı çektiği yılları, otuzüç yaşını ve İsa'yı abartmadan birlikte yaşadık; ben sonra farkına vardım, İsa'yla yaşıt olduğumuzun...

Aman ne 'ego' değil mi?
Mutlu insanları sevmem, biliyor musunuz? Sanki işaret parmakları hep havada gibi gelir bana; "bak dikkat et, mutlu olmak var," dercesine... Biraz 'kırıtkan' gibi dururlar nedense ve 'kibir' ile kırıtkanlık ne kadar çelişkilidir! Oysa ne ibneler gördüm, on mutlu maço zamparayı dörde katlayacak kadar delikanlıdırlar...

Ben, başına çorap örmüş insanları severim, başlarını belaya sokmuş insanları, evet!
Emeğiyle geçinen açların göğe doğru lanet savurmalarını severim; gökyüzü üretken bir şiddetle kaynar, oradan acaip bir şefkat duygusu iner yeryüzüne... Onlar, benim adamlarım, ağlarken bıçak çekerler!

Biliyor musunuz, mutlu insanlar, mutsuzları kıskanırlar; onların çalışmaktan sırım gibi olmuş atletik vücutlarını. Başına bela gelmemişlerin kısır hayatları, parlak hayatları yok etmeye ayarlanmıştır.

Mutsuzlar sorumsuzdur, evlad-ı ayali ihmal ederler ve hayatları hep vicdan azabı içinde geçer; bir kibrit almak için evden çıkıp, bir yıl sonra dönen sorumsuz, mutsuz, yoksul hikayeleri, bir tür efsane olmuştu. Biz, devrile devrile yürüyen, "sen, sen olmasaydın, ne olurdun," diye soranlara, "mahcup olurdum," diyen adamlarız.

Mutlular ise, şişman çocuklarına yazlıklar alır, bir garip iç sıkıntısıyla hayatı sürdürürler...
Zenginlik iyi değildir, biliyor musunuz? Size 'züppelik' imkanı verir ve bu iyi bir şey değildir, değil mi? Neden bu kadar imkan, içinde -garip ama- bir tür aşağılık duygusunu, 'yetişememeyiş kompleksini' barındıran bir bir küstahlık yaratıyor? Neden insanların farklılığı daha fazla tabak ve yemiş olan bir masanın ayrıcalığına indirgeniyor? Karnımızı doyurmak istediğimizde, neden 'dervişin üç zeytini' hikayesini hatırlamıyoruz?

ACI ÇEKMEMİŞ KULLAR

Güngörmüş, göçmüş, çökmüş, geçmişteki kıyımları hatırlayan, vicdandan nasibini almış aristokratları, görgüsüz, sonradan görmelere tercih ederim tabii.

İtalyan-Alman melezi -Italo Svevo gibi- Lina Wertmüller'in, burada 'Kan Davası' adıyla oynamış, aslında çok uzun adlı bir filmi vardı. Orada aristokrat Marcello Mastreoanni ile Amerika'da para yapmış genç Giancarlo Giannini, ikisi de bir dula, Sophia Loren'e aşık olurlar. Aristokrat sosyalisttir ve faşistler tarafından taciz edilmektedir. Genç olanı, faşistlerin bir saldırısında, aristokratı korumak durumunda kalır ve faşistlerden bazılarını vurur. İki erkek bir kadın -ki kadın hamiledir ama kimden olduğunu iki erkek de bilmez; ikisi de 'inşallah bendendir- demektedir. Palermo limanından Amerika'ya kaçmaya karar verirler ki, bu arada aristokrat ciddi biçimde yaralanmıştır. Peşlerine düşen faşistler, sağa sola ateş açarak iskeleye gelirler, bizimkiler kalabalığın içine siniyor ama aristokrat birden ayağa fırlıyor ve kara gömlekli faşistlerin üzerine göğsünü gere gere yürüyüp, "İo socialista," diye bağırıyor... Sonradan görme mert delikanlı da ortaya çıkmak zorunda kalıyor ve tabii ateş açıyor ve ikisi de vuruluyor, ortalık kan gölü... Kadın ikisi de kucağında, bir birinin kulağına, "çocuk senden," bir diğerinin kulağına, "çocuk senden," diyor. İki erkek de ölüyor, film de bitiyor.

İşte buradaki başına çorap ören üç kişiyi seviyorum. Servetini reddeden sosyalist aristokratı, kendini sevdiği kadının sevdiği adamı korumak zorunda hisseden genç bıçkını, iki erkeği de sevmekten kendini alamayan, onları ölüşlerinde sevindiren gözükara dulu seviyorum.
Salakça mutluları ve zenginleri sevmiyorum. "Acı çekmemiş kul, benim kulum değildir," deseymiş keşke Allah. Ama demedi galiba, orada Eyüp peygamber olduğu halde...
Tevekkülden değil, komünal tarzda bir yaşamı, daha 'devrim' olmadan yaşamaktan sözediyorum. İlk insanca saiklerimize geri dönelim mi? Onbin yıllık ütopyalarımıza?.. Kardeşliğin bitmediği yerlere dönelim mi?

Anlatmak istediğim buna benzer şeyler...
Zenginliğin ve israfın, hırsın ve tantananın iflas ettiği yerler...
Bir arkadaşım, 70'li yıllar olmalı, "simit ve kaşar peyniri alabilmeli, çay içerken yemeliyim," derdi. Sait Faik'in de böyle bir hikayesi olduğunu bilmiyordu bile.

Otuzüç, ya da başka yaşında başını belaya sokmuş adamların ortak paydası şudur: Biz göze aldık ve yakışıklıyız; siz semirin durun!
Kızlar bizi sevecek!
Çocuklarımız da...

HATALI KUL OLSUN
13:26 25 Ekim 2004
Bundan yıllar yıllar önceydi; bir deniz ülkesinde bir kız yaşardı... Demeyeceğim. Bir deniz şehrinde, askerliğimi yapıyordum. Yedek subaydım. Maaş alma vaktine gelen hafta sonları, Beyoğlu'na çıkıyordum. O hafta sonu, -o zaman adı 'Sinema Günleri' idi- o takvim içinde bir filme gitmiştim: Ragtime... Milos Forman'ın uzun bir filmiydi. Bir 'beyaz'ın nasıl 'zenci' olabileceğini ve adalet duygusunun incinmesinden nasıl bir intial çıkabileceğini anlatıyordu.

Çıktım, Cumhuriyet Meyhanesi'ne gittim. Orası o zaman, ahşap bordürlü küçük mermer masaları olan bir yerdi. Meyhanenin solunda altı kişi alacak grup masaları, sağında dört kişi alacak dost masaları, orta sırada bir başına içicek adamlara ait tek kişilik masalar vardı. 'Ali' adlarında üç garsonu vardı. Ben orta sırada otururdum.

Gece vakti geldi orayı kapadılar; ben Çiçek Pasajı'na çıktım. Orada kapanıyordu. Ya, cambazlar oyun oynuyordu, kapanış sırasında. Ben bir köşeye iliştim seyrettim.
Derken biri geldi yanıma, "Ben sizi nereden tanıyorum" dedi.

Ben işe uyandım. Çocuk beni çarpacaktı. Dedim ki: "Eğlendir beni yeğenim, eğlendirirsen sövüşlersin..."

Onu, bir başka gece meyhanesine götürdüm. Ve yaklaşık iki saat Ragtime'ı anlattım. Maksadım, bu hercai dolandırıcıdan intikamımı almak, o arada eğlenmekti.
"Pes yani abi," dedi bana, "bütün filmi anlattın."
"E, sen ne yapacaksın," dedim ona, "Senin zulanda ne var?"
"Bekle abi," dedi, "Hanımlar bizim eve gelecek..."
Beklemedim, çıktım gittim. Baktım Galatasaray Lisesi önünde yanımda bitmiş.
"Olmadı abi," dedi, "beni bıraktın."
"Beni eğlendiremedin ki," dedim.
Sustu. Elginliğiyle çelişen kibirli bir edası vardı; bir köşeye çekilip bilgece öğütler veren bir adam olmalıydı, gibi düşündüm. Neden bu netameli işlerle uğraştığını anlamadım.
Yanımsıra yürüyordu. Birden aksadığını fark ettim.
"Ama sen topalsın," dedim.
"Ama abi," dedi, "Adamın yüzüne vurulur mu?"
"Saçmalama," dedim ben, "Ben çocukluğumdan beri topal olmayı isterim..."

Onu başımdan o gece bir yolunu bulup savdım.

Anılarımda aksayan adamlar olarak, mesela, liseden sınıf arkadaşım Ercan vardı, İrlandalı Kız'daki İngiliz subay vardı...

Neden ya rabbim, neden bu aksayan adamlar bu kadar düzgün, sözü ve tavrı göze görünen adamlar oluyorlar?

Bir arkadaşım, Hüseyin koltuk değnekleriyle yürüyor.
Görmeyen, kör birine, "Arkadaş, yine beni görmezlikten geldin," demiş.
Şunu ben uyduruyorum ama, mesela o kör de şunu söylemiş olsaydı: "Merdivenlerde koltuk değneğine çarptım. Sen orada mıydın yahu."
Bizim Halil de, Hüseyin'e, "Ben senden korkarım," demiş. Hüseyin, "Neden ama," demiş. Halil, "Sen sakat adamsın arkadaş," demiş.

Benim bir uzak akrabam vardı. Gırtlak kanseri olmuş, boğazını delmişler, sesi çıkmıyordu. Her gün gene de bir işe gidip gelirdi; belediye otobüsüyle... Birgün yanına bir kör düşmüş; ona dönmüş, ineceği durağı kendisine haber vermesini istemiş, o akrabam, Kadir amcam, konuşamadığı için durağı tarif edememiş.
Eve geldiği zaman ağlıyordu.
Neden 'aksayan' her adam aksamayanlardan daha iyi?
Anlayamıyorum.
Daha şakacılar, neden?
Benim gazetede iki mükemmel "aksak" var.İkisini de çok seviyorum.
Üstüme doğru gelirken, yani yüzleri yüzüme bakarken, o aksayanların aksadığını hiç farketmedin.

Onlar birer ayaklarını bir şövalye edasıyla sürüyorlar.
Ama ben neden, sırtlarını döndükleri zaman onların aksak olduğunu anlıyorum ve ancak sırtlarını döndükleri zaman aksadıkları belli oluyor?

Ayrıca neden bu çocuklar, her şeyi daha iyi anlıyorlar?
Şunu dediklerini duyar gibi oldum:
"Biz farklıyız; kendini farklı hisseden herkesi tanıyoruz."
O yüzden galiba, bu adamlar, bize başımızı yere eğdirecek kadar düzgünler!
Onların adlarını ansam gücenirler mi? İbo ile İlker'in?
Onların gerçekten aksadıklarından da emin değilim hani; acaba 'şık' olmak için rol mü yapıyorlar?

Sağlıklı olmanın kibrinden nefret etme; sanıyorum bu hoş bir insanlık durumu...
Geçende Alev'le konuşuyorduk; hani bilginiz olsun diye şöylüyorum; bu kızın ataları Sudan'dan gelmiş. Dedesi Türkiye'de şu soyadını almış: Karakartal.Çünkü göklerde uçan ilk zenci pilotmuş; bingo, değil mi !

Evet, Alev'le konuşuyorduk. Bana, "hata yapmaktan korkma Reha abi," dedi, "Hata daha iyi tetikler..."

Bu bilgiye nasıl sahipti bilmiyorum ama, bana 'aksak' olmanın hallerini cemetmiş oldu.
Anlatmak istediğim şu: hayatı hatalar ilerletir; aksamalar...
Hatasız, şikayetsiz bir mecliste, taşlar yerli yerindedir ve bir adım atamazsınız.
Aslında 'hatasız' bir toplum olması mümkün de değildir ya, size onu öyle yuttururlar.
Hayattaki hatayı görüp bağırırsanız, ki bunu en çok hatalı olanlar yapar, bir adım ileri gitmenin önü açılır.
'Sakat'lığın bir kuramsal çerçeve olarak sosyal bir mevzii olduğuna inanmak , çok mu yanlış bir şey?
Muhalif bir görüşün, 'sakatlık' addedildiği toplumlarda?
Övünmek gibi olmasın ama, biliyor musunuz ki rutubetli havalarda ben de aksıyorum. Çünkü sol topuğum kırık benim. Alçıya almışlardı ama sıkıldım söktüm...

7 yorum:

Elif Derviş dedi ki...

Şaşkınım şu anda. Hem adımı başlıkta gördüğüm için, hem de Reha Bey'in kim olduğunu daha yeni anladığım için... Arçil'in babasına veda etmeye gitmesiyle ilgili yazın geldi aklıma, dönüp bir daha okudum şimdi. Sonra internette dolaştım biraz, resimlere falan baktım, Ada sözcüğü ve ismi, Arçil'in muzip gülümsemesi daha bir anlamlı hale geldi birden, ve doktorun sorduğu sorduğu soru içimi acıttı :((

Kendimi suçlu hissettim. "Hüzün yakışıyor yazılarına," dedim diye bunları düşündürtüp hüzünlerdim mi seni diye kızdım kendime. Ama sonra düşündüm, benim böylesi bir hüzün yaratma gücüm olamaz ki senin üzerinde... yaşadığın şeyler öyle değil mi seni hüzünlü yapan? Yaşamak zorunda kaldığın zor şeyler. Ve Arçil'in o küçük yaşında - büyük olgunlukla karşılasa da - yaşamak zorunda kaldığı bu durum...

Hüznü ve hüzünlenmeyi neden sevmediğimi, neden hüzünlü şarkılar dinlemekten ısrarla kaçındığımı hatırladım birden. Hüzünden kaçarım ben çoğunlukla, onun ipleri ele almasına izin vermek istemem... alırsa geri vermeyeceğinden, kontrolü kaybedeceğimden korkarım...sense hüznü hem yaşıyor, hem de anlatırken yaşatıyorsun...

Eminim Arçil, şimdi bilmiyorsa bile (ki bence biliyodur) ilerde anlayacak ne kadar sevildiğini. Hepimiz anlamadık mı, anne-babalarımıza çok kızsak da?

Bir tuhaf oldum ben :(( Ve bir kez daha gördüm ki bu blog işi tuhaf şey... hiç görmediğim, hiç tanımadığım, hiç oturup konuşmuşluğum olmayan birinin hayatını, hissetiklerini okuyup ona bu küçük kutucuktan kendi hissettiklerimi anlatmak çok garip...

Teşekkürler paylaştığın için... :)

endiseliperi dedi ki...

elif,
mail yazdım sana. (bu arada arçil çok iyi gerçekten. hormonları sadece azıcık tembel. biraz da yapılması gerekeni ihmal etme korkusundan bu kadar üstünde durdum bu tedavinin. yoksa abartılacak bir durumu yok. ayrıca çok dengeli, mutlu, olağan şeyleri yaşayan ortalama bir çocuk işte. bence doktor, bu ihtimali göz ardı etmek istemedi mesleği gereği. yoksa benim ona duyduğum ve gösterdiğim sevgi 3-5 çocuğa daha yeter aslında:)

sevgiler çok.

miso dedi ki...

Pericim,
İnternet böyle bir şey işte; ben de gittim buldum Reha'yı. Tabi Perihan Mağden'in veda yazısı geldi aklıma. Okurken ağladığım o güzel yazısı. Bir de Arçil'in veda yazısını okudum ben de kedilielif gibi. Çok hüzünlendim, cidden. Bir duble de benim içesim geldi. Bir gün ben de öyle okurum yazılarını.

Sevgiler
Çok çok, pek çok

marruu

Afşar Çelik dedi ki...
Bu yorum yazar tarafından silindi.
Afşar Çelik dedi ki...

Mutsuzluk daim
Mutsuzluk hain...

Çünkü tembellikle semirir

Çünkü sevgilerin kanıyla beslenir

Ben içre kapanmakla yetinir

Sevgiyse hindiba tohumu gibidir
Kapılıp rüzgâra gitmek cesaretidir

Ve ancak bununla yaşar mutluluk
Çünkü mutluluk var olabilmek gayretidir.

endiseliperi dedi ki...

misooooooooooooo!
özlemişim seni çok.

çok çok öpüyorum seni.

endiseliperi dedi ki...

afşar bey,
şiir için esin vermek gerçekten heyecan verici.
insanın içinde şiir yazmak varsa gerçi, her bahane esin periliğine terfi edebilir, değil mi?

çok teşekkür ederim.