Salı, Ocak 20

şşşt... evin hanımı gazete okuyor

klişe olan sohbetlerden biri de şu evkadınlığı mesleğinin aslında ne zor olduğudur. ben o sohbete hiç girmeyeceğim. yıllardır "dışarda" çalışmış olmak, evkadınlığını zamanı gelince ara verilecek bir hobi olarak algılamama neden oluyor çoğu kez. işin sonradan ve hiç bir çıraklık dönemi geçirmeden öğrenilmiş olması, yazgımın bir ev işletmesi olduğunu çoğu kez unutturuyor. çok şükür evi seviyorum. nerede ve hangi koşullarda olursa olsun, doğamda olan ev sistemleri kurma becerim, bu işi sevimli bile kılıyor. bir evin nesneleri, nesnelerin renkleri, biçimleri ile kurduğum ilişki, işe bir sanatçı havası bile katıyor. insan ilişkilerinde ki beceriksizliğim evin üyeleri ile kurduğum ilişkide aksamalara neden olsa da günler, gecelere, mevsimler mevsimlere eklemlenip bir hayatı böylece biçimliyorum. fena değilim. hatta bugün uyandığımda güneşi görünce içimdeki duyguyu dillendirmek isteseydim buna, mutluluk derdim.

ben evkadınlığı sohbetine değil de şu sohbete gireceğim: bu saate kadar fiziksel ve zihinsel olarak çalışmış olduğumu, gazete okumak için saatin taa buralara kadar gelmiş olmasının gerektiğini söyleyeceğim. dışarda çalıştığım zamanlarda sabahın erken saatlerinde işyerine ulaşmış, mis kokulu kahvemi almış, masama yerleşip günün gazetelerini gözden geçiriyor olurdum. ama bir evkadını için haftanın hiç tatil yapmadan yedi sabahında da uyanmak bir iş disiplini ciddiyetine bürünmüş olmayı gerektiriyor. hay allah, sohbet o değil ama ben o konudan hiç ayrılamıyorum, bakar mısınız?

taraf gazetesinin yazarlarından gökhan özgün'ün yazılarını çok seviyorum (bakın bir çırpıda diyince konuya girmek hiç de zor olmuyor:) o, bir reklam ajansında çalışırken, iş başvurusunda bulunmuş, bu sırada da muhsin kızılkaya'nın selamını iletmiştim (çok, çok muhterem bir insandır gerçekten). yaptığım en eğlenceli iş görüşmelerinden biriydi. ona, (bir ara herkese hediye etmek için bahane aradığım,) john fowles'ın büyücü'sünü hediye etmiştim daha sonra. (bu kitabı ilk nerede duymuştum, peki? çok ilginçtir ki, aynı ajansa daha önce de başvurmuş, yine müthiş uzun ve eğlenceli bir iş görüşmesi yapmış, o zaman ki yaratıcı yönetmenden, bu kitabı ve bu kitabın okuduğu en müthiş eser olduğunu öğrenmiştim. işi alamamıştım. yıllar sonra aynı ajansa başvurduğumda kitabı okumuş, çok beğenmiş ve yeni yaratıcı yönetmene kitabı bir şekilde iade ederek halkayı tamamlamıştım:)

gökhan özgün, reklamcılık yaparken nasıl heyecan uyandıran fikirlerin sahibiyse, gazetede yazarken de bildiğimiz güncel konuları müthiş heyecan uyandıran bir üslupla yazıyor. bu, benim için nedense hoş bir sürpriz oldu. onun kendime yakın bulduğum fikirlerini anlatma biçimini, tavrını, duruşunu gerçekten çok beğeniyorum. gurur da duyuyorum.

aşağıdaki yazı, işten güçten ve de rusça yüzünden, okumaya ancak bugün nail olduğum 17.01.2009 tarihli bir yazı.

Odamda volta atarak yaptığım Ergenekon kazısı
Polis Türkiye’yi kazıp her yerden cephane çıkartırken, ben de kendi imkânlarımla ele geçirdiğim ‘zihin krokileri’nin izini sürerek bir başka kazı yaptım. Bu bir zihin kazısıdır. Bu yüzden kimse korkmasın. Hesabı poliste ve mahkemelerde değil, vicdanda ve muhakemelerde görülecektir.

Elime geçen zihin krokilerinde sağduyu caddesinin tam vicdan sokağını kestiği köşede bir çarpı işareti vardı. Orayı kazdım. Ve inanılmaz bir mühimmat buldum. Burası Ergenekon’un ideolojik cephaneliği olmalıydı. Çünkü bu çukurda bulduğum kavramlar ideolojik bütünlük gözetilerek değil, tahrip gücü kayda alınarak biraraya getirilmişti.

Bu cephanede başköşede ‘anti-emperyalizm’ kavramı duruyordu. Eski zaman işçiliği bir başka oluyor. Yüzyıl öncesinin el işçiliğiyle üretilmiş anti-emperyalizm kavramı diğerleri arasında pırıl pırıl parlıyordu. Bu kavramın neredeyse ilk günkü gibi korunmuş olmasını Türkiye ikliminin özel koşullarına da bağlamak gerekiyor. Bu antika ve tasarımı mükemmel silah, ‘solun’ cephanesinden buraya kimse görmeden nasıl taşınmıştı, anlamak çok güç. Çünkü aynı nakil işlemini zamanında Mussolini de yapmıştı. Sosyalizmden faşizme Marksist kavramları kullanarak bir günde ani bir viraj alan Mussolini, dünyanın gözünden kaçmak bir yana, dünyanın gözünü çıkartmıştı. Mussolini bu virajı ‘Proleter İtalya burjuva Avrupa’ya karşı’, el çabukluğuyla almıştı. E, proleterliği bütünüyle bir millete atfettiğiniz anda, anti-emperyalizm kavramını taşımak bile gerekmiyor, adeta soldan sağa ışınlanıyor. Ortadoğu’da parça etkisi yüksek olan, en büyük erdemi basitlik olan bu silahın Türkiye’deki en kullanışlı yanı, silahı parçalarına ayırıp farklı bir şekilde biraraya getirdiğinizde mükemmel bir suikast silahına dönmesi. Bu suikast silahını da hepiniz tanıyorsunuz: Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur. Namı diğer, anti-emperyalizm.

İdeolojik Ergenekon cephaneliğinin başköşesinde duran bir başka antika silah ise Ermeni düşmanlığıydı. Nazi ırkçılığı kadar şatafatlı olmasa bile meraklısı için çok daha minimalist, çok daha cazip bir tasarım taşıyordu. Çok daha sade bir ırkçılık olan Ermeni düşmanlığı en medeni salonlarda bile ortamın medeni tasarımını çok bozmadan varolabiliyordu. Ayrıca kafatası antropologlarını da meşgul etmiyordu. Çünkü kafatası antropolojisine girmemekte fayda vardı. Ortak kafatası bulmanın çok zor olduğu Anadolu’da, yine de çok sık rastlanan bir kafatası yapısı vardı. Bu kafatasına antropologlar ‘Armenoid’ kafatası adını veriyor. Bilmem bu bilgi Türkleri rahatlatır mı? Ermeni kıyımını, başka hiçbir çare kalmazsa, Ermeni’nin Ermeni’ye, daha doğrusu Armenoid’in Ermeni’ye eziyeti olarak da lanse edebilirler. Bu imkânı da kafatası antropologlarına bırakalım.

Ermeni düşmanlığının hemen yanında Yahudi düşmanlığı duruyordu. İşin ilginç yanı, bu evrensel patlayıcı, Hitler’in cephaneliğinden değil, Müslümanların cephaneliğinden buraya taşınmıştı. Bu da ona çok kullanışlı bazı özellikler katıyordu. Birkaç gün evvel Cumhurbaşkanı’nın Ermeniliğini sorgulayan CHP’li bir ‘Şık Latife’ ertesi gün Filistin poşusuyla Meclis’e geldiğinde ‘evrensel demokrat’ olabiliyordu. ‘Globia’nın derin devleti, ya da bir diğer deyişle Global Ergenekon İsrail devletinin Yahudi düşmanlığını sürekli besleme hali de düşünülürse, bu ideolojik silah, cephaneliğin en pratik parçalarından biri haline geliyordu.

İdeolojik Ergenekon cephaneliğindeki en konvansiyonel silah ise ‘demokrat düşmanlığı.’ Batı’lı iklimlerde ateş almayan bu silah Türkiye’ye özeldir. Bu silahı Türkiye’de bakkaldan bile temin edebilirsiniz. Mantar tabancası statüsündedir. Merkez medyamız tarafından gazeteyle birlikte her gün promosyon olarak kuponsuz dağıtılır. Mesela, Hrant Dink’in öldürüldüğü günkü Sabah gazetesinin ilk sayfasına bakın, ‘ASALA Rambo’yla geri dönüyor’ büyük puntolarını göreceksiniz. Objektif habercilik canım. Sylvester Stallone ASALA’yı yücelten bir filmde oynayacak’mış. Onun haberi. Hrant Dink’in de, bu haberin de, devamı gelmedi. Fatih Altaylı’nın devamı ise yine büyük yerden geliyor. Karanlık Savaşlar teorisi silahı. Ergenekon cephanesinde bulunan bu silah Genelkurmay yapımıdır. Bu yüzden izini sürmek mümkün değildir. Beylik bir silah mıdır, yoksa bünyeye yavaş yavaş nüfuz eden çok tehlikeli kimyasal bir silah mı? Henüz anlamak mümkün değil. Parçaları ele geçirilmiş olmasına rağmen silahın bütününe henüz hiç bir yerde rastlanmamıştır.


Batı düşmanlığı silahı: Süngü kıvamındaki bu yakın dövüş silahı da yine Müslümanların cephanesinden çalınmıştır. Ama bu hırsızlık öyle bir arzu ve ihtirasla yapılmıştır ki, memleketimizdeki Müslümanların Batı düşmanlığı cephanesinin neredeyse hepsi tükenmiş ya da kullanılmaz hale getirmiştir.

Devrimcilik silahı: Ergenekon cephanesinin Mona Lisa’sı. Sosyalizmin orta yerinden nasıl yürütülmüştür, bu ciddi bir araştırma konusudur. Böyle bir silahı kaptırınca en çok telaşa kapılması gereken sosyalistler olması gerekirken, nasıl böyle bir rahatlık içinde oldukları büyük bir muammadır. Belki bu silaha inançlarını çoktan kaybettiklerindendir. Çöpe atmaya elleri varmadığından, çalınsın daha iyi, demiş olabilirler. Böylece hem kullanmak zorunda kalmazlar hem de hala envanterlerinde gösterebilirler.

Artık üzerinde nal gibi Ergenekon damgası olan bu silahlar, eskisi gibi kullanışlı değil. Buyurun size bir Ergenekon soruşturması faydası daha.

Bu ideolojik silahları müzeci bir koleksiyoner sabrı ve şehvetiyle toplayan Ergenekon, bu müzeye hem küratör hem de bekçi olarak niye CHP’yi ve Baykal’ı tayin etmiştir? Bu cephaneliğin en büyük muamması da bu zaten.

7 yorum:

tavsan dedi ki...

Hani yeni yeni yazmaya basladi ya ev hanimi, ben birkac kere daha bikmadan desem: ozlemisim yazilarini.
Evde gunesi gorerek uyanip mutlu olmak, bana cok tanidik gelen, sade ama bir o kadar da butunlukle ve yasantinin saydigin kucuk ogeleriyle ve cok onemli bireyleriyle tamamlanmis pek guzel bir durum. Of, bu epeydir kurdugum en uzun ve en entellektuel duran cumle oldu.
Gokhan Ozgun'un yazilarini ben de son donemde aklima geldikce okudum. Reklamciliktan hoslanmasam da -bunun aciklamasi uzun mu; mesela durustluk ve urune yonelik degil urunun sanki seni baska bir insan yapacagina yonelik postmodern reklamlar desem anahtar olarak- onun yazilari bana da guzelce okunabilir ve feyz alinabilir geliyor. Gerci, zaman zaman okudugum insanlarin sahip olabilecegi onyargidan ve yafta kararlardan korkmuyor degilim. Ama herhalde bunu farkli acidan bakan insanlari okuyup kendi aklimi kullanarak asabilirim sanirim.
Bu ev hanimligi konusuna gelince, belki ayni gun dogmus olmaktan, ileride buna benzer bir yasantiya sahip olsam tatli dusuncesi icerisinde oldugumu soylemek isterim.
Gulumsemeyle.

Margot dedi ki...

Random House'un 20. yüzyılda İngiliz dilinde yazılmış en iyi yüz yapıt listesinde yer alan Büyücü, kişisel özgürlüğe ulaşmanın ve insanın kendini keşfetmesinin zorluklarına dair bir edebiyat şöleni...

Al işte! Yine yaptın yapacağını Peri! :) O kadar kitabı üstüste yığmış, tavanlara eğik kuleler yapmışken ( ve hali hazırda hiç birini doğru dürüst ve istikrarlı okumayı da beceremiyorken!) yine aklımı başımdan aldı bu Büyücü. İdeefixe sanal kitap fuarı ile beni epey borçlandırmıştı, kısmet bir sonraki siparişe artık!

redrabbit dedi ki...

Büyücü çok güzel,kolleksiyoncu'yu da beğenmiştim..Gökhan Özgün'ü ben de çok severek okuyorum..Umarım daha uzun süre okuma şansımız olur..Ama ben asıl şu "ev kadınlığı" mevzuuna taktım kafayı..Ben haftanın 5 günü çalışıyorum ve eve gelince de ev kadınlığı yapıyorum yani temizlik,yemek,bulaşık,tertip vs..Ne bu çile ya!!Şimdi düşününce içime sıkıntılar girdi,o koşuşturma,yetiştirme hali...Ben çok yorgunum galiba..Denize dalmak ve kafamı bir daha çıkarmamak istiyorum peri hanım.

Afşar Çelik dedi ki...

Elleri kıyasıya silâh
Gözleri kementtir insanlığıma
Ne sevda bilir hamuru ne mahmurluğu

Hamurundan sökülmüş bir merhamet lokmasıdır uykusuzluğu

Ve huzursuzluğu ile böler uykumu

El oğludur tamam bilmez

Bilmek de istemez belki susuzluğumu

Sakalları sidikli karton nebisince kazar

Uykumun yönüne bakmaksızın
Kuyumu

Unknown dedi ki...

afşar ne güzel bir şiir yaw:)

okuranne dedi ki...

büyücü çok da zor bir kitap. okudum, bir daha okumaya ihtiyaç duydum.

Gökhan Özgün'ün yazısını okuyup, acaba Endişeli Peri onu tanıyor mu diye düşünmüştüm. Nedense senin Taraf gazetesinde çalıştığına dair bir sanım vardı.

selamlar

Unknown dedi ki...

Endişeli hanım elli yaşınızda bile güzelsiniz, tebrikler efenim.Daha güzel fotoğraflarınızı heyecanla bekliyoruz.