Salı, Ocak 6

...

Yılbaşı günlüğü

Yılbaşı, içselleştirdiğim bir gelenek değil. Ne dilek tutarım, ne beklentilerimi sıralarım ne de içimde sevinç filan duyarım. Üstelik yıl, benim için, -daha önce demiştim ya, olsun- Ocak ayında değil de, ilkokuldayken duvarda sıralanmış mevsimler tablosundaki görüntüler eşliğinde Eylül’de başlar, Ağustos’ta biter. Hal böyleyken yine de çocuklu bir evin sorumlularından biri olarak –ki kendimi koskocaman bir “kadın” olarak hissettiğim söylenemez ya, olsun- Yılbaşında bir farklılık yaratma telaşı içinde şunu bunu yaparım. Eskiyle alışverişi hiç bitmeyen, hafızasının zihninde avare avare dolaştığı benim gibileri için di’li geçmiş zaman sadece bir gramer bilgisi olarak kalır. Hal böyleyken, yine de gıcır gıcır 1’le başlamak tatlı gelir. Geçen bir yılın günahlarını, süslü püslü bir yılbaşı ağaıanın altında yaşayacağımız çocuksu bir sevincin masumiyeti ile affetmek isteriz. Günahsız olma olasılığı ile esrikleşiriz. Gerçi günah var, günah var. Biz artık “günah” işlemeyecek kadar yaşlandık mesela (evet, evet öyle), ama yaşlandığı için günah işle(ye)meyenlerin, erdemini bu mesafeden alanların sevimsizliğine de düşmedik icabında. Atasözleri, özlü sözler hep yaşlıların dilindedir ve öğütlerinin sıkış sıkış havasız cümleleri günahsız, risksiz, sıkıcı bir hayatı işaret eder, durur. İnsanın hiç hikayesi olmaz zihninin mahrem köşelerinde. Hikayesi olmayanın da hayatı hayat mıdır yani? Şimdi böyle bir konuyu konuşmuşlardı Ülke TV’de üç delikanlı. Çok sevimliler. Tarık Tufan’dı birinin adı galiba. Benim de sevdiğim kavramlarla hayatı anlamaya çalışıyorlar. Pazar sabahları oluyor sanırım. Ben öyle rastgeldim. Sırrı Süreyya Önder’le yaptıkları muhabbet çok iyiydi mesela. Ben onu tanımıyordum, çok, çok seviyorum şimdi. Tarık Tufan’ın yalnız olarak konuk ağırladığı bir programı da var. İlginç konukları oluyor. Mesela Bejan Matur vardı geçenlerde. Semih Kaplanoğlu vardı sonra. Rastgelirseniz bir bakın. Üstelik bu çocuklar önyargısızlar, tutucu değiller, iyi edebi eserler okuyorlar. Programın sonunda okudukları bir kitabı tanıtıyorlar da oradan biliyorum. Tarık Tufan’ın sitesindeki yazıları pek beğenmedim, klişe biraz. Ama televizyonda gerçekten iyi. Ben heyecan duyuyorum onları izlerken. Çok sağda solda olan insanlar değil konukları. Çok iyi araştırıyorlar ve sohbet sırasında konuklarının görüşlerine katkı sağlıyorlar. Ya da ne bileyim, rol çalmadan konuğun açıkladığı şeyin altını çiziyorlar. Anlatacağım şey bu değildi yahu. Yılbaşını anlatacağım. Anlatacağım da çok sıkıcı olacak bu. Günlük olsun da gelecek yıl bakalım, diye yapacağım bunu. İyi de geçen yılın neredeyse aynısı oldu. Üstelik fotoğraf da yok bu sefer. Tamir ettirmedik. Bora’nın yeni bir makinesi var ama o da üşendi


Neyse. Bu yıl ağaç mağaç kurmayacaktım. İçimden gelmedi. Yeni yıldan pek umut yok. Toplumsal olayların verdiği çaresizlik bir yılgınlıkla sis gibi ruhuma çökmüş, elim o yılbaşı ağacını süslemeye varmamıştı. Ama işte böyle de yaşanmaz, evde çoluk çocuk var. Böyle zamanlarda, yani sisten göz gözü görmediği zamanlarda, bazı cümleleri kerteriz ediniyorum. Mesela diyorum ki, biçim ruhu belirler. Bu sefer de öyle dedim. Nitekim siz neşe duygusunun araçlarını kullanmaya başlar başlamaz, bir bakmışsınız, yüzünüzde bir neşe neşe. Ne tuhaf değil mi, çocuklar her ne kadar sizi yaratıcı, yeni, farklı şeylere yönlendirseler de diğer yandan bir geleneği sürdürmeye de zorluyorlar. Bayramlar, yılbaşları, doğumgünleri filan sanki çocukların varlıklarının önayak olduğu kutlamalar.

İşte şöyle oldu:

Pazar
Ne yapacağımızı şaşırdığımız, zihnin yarına hazırlandığı için öylece asılı kalakaldığı Pazar günlerinden biriydi işte. Pazar günü de deterjan kokulu bir gündür, biliyorsunuz. Çamaşır toplanır, ütü yapılır, banyo yapılır, adam gibi bir kitaba bile başlanmayıp, çizgi roman okunur, televizyonda şöyle eski bir film olsa diye iç geçirilir. Öyle ortalıkta dolanıp duruyordum, gittim arka balkondan Yılbaşı ağacını kutusundan çıkarıp süsledim. Her odanın penceresine o sarmaşık ışıklarını yerleştirdim -Atakan’ın penceresine Noel babalı, Arçil’e yıldızlı bize de kar taneli.- Böyle yapınca çocuklar biraz yılbaşı sevincine ve şımarıklığına büründü.

Pazartesi
Evi temizledim.

(İşte ev hanımlığı böyle kısır bir şey. Olandan daha fazla anlam üretip yaptığın iş hakkında hiçbir şey diyemiyorsun. Bazen, ütü yaparken ya da evi temizlerken, “şimdi yaptığım iş çok gerekli ve bu nedenle çok önemli,” diyorum kendi kendime. Neyse ki Tina var. Peşimde Tina, odadan odaya geçip evi bir güzel temizledik. Ona göre herrrr şeyyy onu ilgilendiriyor. Ben çarşafı sererken onun için havalandırıyorum mesela. Viledayı onu korkutmak için sağa sola savuruyorum. Bazen mutfaktan Tina’ya sesleniyorum; “ Tina’cığım, bir bakar mısın lütfen?” Tina kırıtarak gelirken, ben, dediğimi anladı da o nedenle geliyor sanısı yaratıp seviniyorum, oysa Tina’nın algıladığı sadece mama saati ve mutfaktan gelen Tina sesi:( Her neyse, Pazartesi evi temizledim.)

Salı
Yemek için alışveriş yaptım. Alışveriş yaparken, temel malzemelerin, işte, yağ, tuz, un, şeker, baharatlar, limonun evde yeterince var olduğundan emin olmak lazım. Yoksa yemek pişirirken bir koşu markete gitmek çok can sıkıcı. Balık alacaktım. Kadıköy Çarşı’ya inemedim. Bu yılbaşında da balık yapamadım. Yarın balık yapacağım ama. Sonra evdeki çöp kutularını boşaltmış olmak rahatlık sağlar. Yemeğin olduğu gün de bulaşık makinesi boş olmalı ki, kullanılan servis tabakları derhal ortalıktan kaldırılsın. (Bu aralar Yemekteyiz programını izliyoruz.)


İki tür menü arasında kararsız kaldım: Sebze çorbası, iç pilavla servis edilecek, fırında pişmiş kocaman bir hindi, bir süslü mevsim salatası ve bir de zeytinyağlı yemek yapsam, tatlı olarak da irmik helvası… Vazgeçtim. Bir sürü ıvır zıvır salata yapmaya karar verdim yine: Patates salatası, kısır, sebze salatası (karnabahar, brokoli, havuç haşlanıp üstüne salata sosu dökülüyor), zeytinyağlı pırasa, fasulye piyaz, makarna salatası, ıspanaklı börek, köfte, kanat, içli poaça, mevsim salatası, çikolatalı pasta… unuttum galiba birkaçını da.

Salı günü köfteyi hazırladım, kanatları sosa yatırıp dinlenmeleri için dolaba kaldırdım. İçli poaçanın hamurunu yoğurdum, içini hazırladım. Bu poaça biraz içli köfteyi anımsatıyor. Bora içli köfteyi sevmiyor ama bu poaçamsı şeye bayılıyor. Annem için kızlarının içli köfteyi yapmayı bilmemeleri büyük bir endişe kaynağıdır. Özel bir günde sofrada içli köftenin olmaması dehşet veren bir utançtır. Anneme kalsa, bir hanım, güzel yemek yapmayı, dikiş dikmeyi bilmiyorsa, evi temiz değilse ve misafire güler yüz göstermiyorsa, dünyayı kurtaran süper kadın dahi olsa hiçbir ehemmiyeti yoktur. Çok kızdığında, “siz zor da kalsanız bir don bile dikemezsiniz,” derdi. O bunu dediği zaman, çocuk kafamda, korkunç savaş zamanlarını, bir kilot almayı engelleyecek kadar zor koşulları hayal ederdim. Korkunç! Ben annemin bakış açısının tam tersi bir bakış geliştirmeye çalıştım ömrüm boyunca ama sanırım hep onun istediği gibi biri olmaya çalıştım içten içe de. Bu nedenle mesela, alışverişte her şeyi bir alışkanlıkla kilolarca alırım. Oysa Bora alışverişe çıktığında salata için üç domates gerekiyorsa üç domates alır, gelir. Oysa ben üç kilo domates yanında kilolarca başka şey de alıp, dönerim. Evde bulunsun, diye. Geçelim. Babanne “gün” yapmaya başladı, bu içli poaçayı yiyince çok sevdi ve “güne de yaparız bundan”, dedi. O kadar güzel yani:) Durun, size de tarifini vereyim: 1/5 bardak yoğurt, 1/5 bardak sıvıyağ, 2 yumurta, 1/5 tatlı kaşığı tuz, aldığı kadar un. İçi için de, bir orta boy soğanı ince ince doğrayın. (ben uzun yıllar içli köfte yemedim içindeki soğanlar yüzünden. Kıymanın içinde görünen soğandan nefret ederim. Bu nedenle olabildiğince küçük doğruyorum.) Yağda kavurun, 400 gr kadar kıymayı ekleyip kavurun. Tuz, karabiber, azıcık kimyon ekleyin. Bu şekli bize biraz ağır geliyor. Bu nedenle ben iki orta boy patatesi haşlayıp bu harcın içine rendeliyorum. Hamurdan bezeler alıp avucunuzda açın, ortasına içten koyun. Sonra kenarlarından kapatın. Yağlanmış tepsiye koymadan önce galeta ununa bulayın. 200 derece fırında kızarıncaya kadar pişirin. Gerçekten güzel oluyor. En azından bizim evde yaşlılar ve çocuklar dahil herkes sevdi. Böyle dedim ama, bu iç biraz fazla gelecek, pataes de eklerseniz. Ben mesela iç artınca ertesi gün yine hamur yoğurdum. Kafanıza göre ayarlayın işte.

İçli poaçayı da hazırlayıp, tepsiye dizip, dolaba kaldırdım. Ispanaklı kol böreğini hazırlayıp, tepsiye koydum, dolaba kaldırdım.

Çarşamba
Çocukları okula göndermedik. Bu yıl pek birlikte değiller okul saatleri yüzünden. Haftasonu da kurs falan filan. Birlikte kahvaltı ettiler. Çok özlemişler. Sonra Atakan’ın odasında playstation oynadılar. Ben salataları hazırladım. Akşamüstü pişirilecekleri dolaptan çıkarıp fırına koydum, köfteleri ve kanatları kızarttım. (Kanatların sosu kızgın yağda yanıyor. Bu nedenle bir dahaki sefere fırında pişireceğim.) Pastayı yaptım. Hazır pasta tabanı ve hazır pasta kreması kullandım. İçine ve üstüne de bitter çikolata rendeledim. Çok basit ama ne kadar da lezzetli. File Antep fıstığı yokmuş markette. Ama böylesi de çok güzel oldu. Bu arada yaptığım yemeklerin bir kısmını ayırıp babaannelerin akşam götürmesi için ayrı kaplara koydum. Tezgahta hiç bulaşık bırakmadım, bulaşık makinesi de boş, ortalığı son bir kez sildim. Elimi yüzümü yıkadım, giyindim ve kapı çaldı:)

Bora babanne ve büyükbabayı evlerinden almış. Tatlı getirmişler. Bora da Aslı Börek’ten zeytinyağlı yaprak sarması ve Beyaz Fırın’dan yılbaşı çöreği almış. Hediyeleri arabada unutmuş. Sonra gidip getirdi. Çok yorulmuş.
Babaanne ve büyükbaba hemen doydu. Sohbette her zaman ki gibi eski İstanbul manzaraları vardı. Şişli’de oturuyormuş babanneler ve Şişli öyle tenha bir yermiş ki hava kararınca dışarı çıkmayı korkarlarmış. Sonra Mecidiyeköy, evet dutlukmuş hep. Bizim şimdi oturduğumuz evi anlattılar. Büyükbaba’nın babası beşbin tl sına evi almış, sonra bir ressam tutmuş evin duvarlarına resim, bordür yaptırmış, ressama da beş bin tl vermişler. İkisi de yaşlı ama hafızaları çok iyi. 6-7 Eylül olaylarındaki vandalizmi hala inanamıyormuş gibi anlattılar. Sonra Büyükbaba 1948 tarihinden sonra Yahudiler’in İsrail’e gidişlerini ve İstanbul’da Yahudi nüfusunun hızla düşüşünden bahsetti. Gazze saldırısı hakkında, “acaba” dedi, “bu soğukkanlı vahşeti Hitler’den mi öğrendiler?”Ben Ermenilerden özür dileme hikayesine getirdim sohbeti. “Eğer empati kuracak olursak, tarihle yüzleşmemiz ve dilenecek bir özür varsa dilememiz daha kolay olur,” dedim. Babaanne daha mantıklı ve önyargısız, haklısın, dedi. Büyükbaba, onların yaptığı kötülükleri anlatmaya başladı.

Bizim, yani Bora ile benim, kaygısız bir neşe ve güler yüz göstermek dışında pek derdimiz yoktu yeni yıl akşamı için. Sigara içmek için mutfağa giden Bora’ya isterse rakı hazırlayabileceğimi söyledim, ama o, yok ya içince huzurum bozuluyor, dedi. Çok güldük buna. Gerçekten de içki insanın ezberini bozuyor. Tatlı, huzurlu, Büyükbaba’nın sanki ona karşı çıkan varmış gibi ısrarla, gelmiş geçmiş en büyük ses sanatçısının Zeki Müren olduğunu söylemesine, Babanne’nin Yemekteyiz programının tiplerini çekiştirmesine sevecen bir mesafeden bakacak bir ruh sağlığı için içki biraz kafa karıştırıcı olabilirdi. Gerçi Özcan Deniz, (Babanne’nin dediği gibi ses rengi Orhan Gencebay ve Erkin Koray şarkıları söylemesine pek uygun düşmese de) şarkı söylerken bir kadeh şarap mı koysam dedim kendime ama o da birkaç saniye sürdü. Paşa paşa çayımızı içip, pastamızı yedik.

Bu yıl hediye filan almayacaktık güya ama ben Arçil’e Slipknot baskılı bir tişört, Atakan’a sevimli bir eşek biblosu (kumbara olarak da kullanılabiliyor) almıştım. Bora, Arçil’e Korn baskılı iki tişört, Atakan’a bir sweatshirt, Babaanne ve Büyükbaba’ya saf yünden iki battaniye almış. Galiba doğalgaz zamları yüzünden pek yakmıyorlar kombiyi. Çocuklara patchwork yatak örtüleri, bize kaztüyü yorgan, yastıklar ve bana da gecelik. Bu kadar şeyi neden aldığını sordum. Battaniye almak için girdiği mağazada ki hanım Bora aldıkça, başka bir ürünü tanıtıp duruyormuş. Bora da yorgunmuş, hanım satmak istedikçe Bora almış, ama sonunda öyle bir yorgunlukla bakmış olacak ki, hanım, bu kadar yeter artık, demiş:)

Saat 2.30’a kadar kaldılar Babanneler. Sihirbaz gösterisi filan da izledik. Sonra kalktılar. Bora onları evlerine bıraktı. Ben Martin Mstere okudum biraz, Bora da Flannery O’Connor’ın hikayelerinden okudu.

Bu Pazar, ağacı, süsleri kaldırdım.
İyi yıllar herkese.

***
Bugün

Yılbaşı akşamı ablamla telefonda konuşuyorduk. Neşeliydik. Her zaman rasyonel olan ablam, benim oyuncaklı işlere düşkünlüğümü bildiğinden dedi ki; “Yaşasın, bu yıl koç burçları için şanslı bir yıl olacakmış.” Çoğu kez duygusal tepkilerle hayatını sürdüren ve zekasını akılsız kararları ile çar çur eden kardeşine, “ Çünkü koç burçları Oğlak burcunun etkisinde olacaklarmış, çok akılcı kararlar alacaklarmış!” diye devam etti. Kendisi Oğlak çünkü. “Senin yılın da iyi geçecek öyleyse” dedim. “Ama ben dedi, bir Oğlak olarak işimi şansa bırakmadım, kırmızı don da aldım.”:)

Ablam böyle söylese de, Mahfi Eğilmez öyle olmayacağını söylüyor: 2009’un, küresel krizi bütün etkileri ile yaşayacağımız bir yıl olacağını, dünyanın her büyük kriz sonrasında bir büyük savaş yaşadığını belirtiyor. Kişisel olarak yeni yıldan umut kesmeye neden olan bu sözler, toplumsal olarak sevindirici gelişmeleri gölgelemiyordu yine de. Sevinçliydim. Mesela, TRT Kürtçe Şeş kanalı yayına girdi. Türkiye için en güzel, en büyük gelişmelerden biri bu bence. Turgut Özal yıllar önce TRT’nin bir Kürtçe kanalının da olması gerektiğini söylemesi üzerinden çok yıllar geçmiş, boşuna beklenmiş ama sonunda olmuştu işte. Hatta Başbakanımız televizyonda Kürtçe olarak “hayırlı olsun” bile demişti, gözlerim dolmuştu. Gerçi Meclisimizde Kürtçe anlaşılmaz bir şekilde, bilinmeyen bir dil olarak kabul ediliyor ve Kürtçe sözcükler üç nokta ile ifade ediliyor ama olsun. Demek ki artık uygar bir ülke olma yolunda ciddi adımlar atmaya başlamıştık. Ve gerisi de gelecekti. Ben Kürt değilim. Ama kendimi bir Kürt yerine koyup sevinebilirim. Seviniyorum.

Sabah Arçil’e Gogol’un Ölü Canlar kitabını cebren (günde en az 20 sayfa okuyacaksın!) ve hileyle (i pod’unu saklayarak) okutmaya çalışıyordum. Baktım olacak gibi değil, biraz konuşalım istedim.

Yaklaşık şöyle şeylerdi:

“Ona doğru düzgün düşünen, iyi bir insanın, yani demokrat, insan haklarına, hukuka saygılı bir insan olmanın gerçekten çok zor bir iş olduğunu,” söyledim. “İlk önce çifte standart yapmamak gerektiğini, bir konuda demokrat olup, diğer konuda işine gelmediği için kaytarmanın çok mümkün olduğunu, bu tuzağa düşmemek gerektiğini” ekledim. “Örneğin bir insanın kendi dilini konuşamamasının, bunun yasak olmasının en azından küçümsenmesinin çok acı verici olduğunu, dil gelişmezse düşüncenin gelişmeyeceğini, düşüncenin dili zenginleştirdiğini, Kürtlerin uzun yıllar bundan yoksun kaldığını, TRT Kürtçe kanalının Türk-Kürt kardeşliği için büyük bir adım olduğunu… Aslında gerçek anlamda Türklerin Kürtlerle şimdi konuşmaya başlayacaklarını, aralarındaki sorunları konuşarak halledeceklerini, böylece savaşın biteceğini, nihayet barış içinde, herkesin huzurlu olduğu bir ülkede yaşayacağımızı…” belirttim.

Sonra “bir insan eğer tarihiyle barış içindeyse huzurlu olur,” dedim. “Eğer bir dönem aralarında kavga olmuşsa ve küsmüşlerse ama bir taraf biraz haksız görünüyorsa özür dilemesi gerektiğini, yoksa insanın ömür boyu bu sorunla huzursuz olacağını, kendisini sevmesinin zor olacağını söyledim. Ermenilerle aramızda böyle bir sorun yaşanmıştı. Biz güçlüydük ve onların çok acı çekmesine neden olacak kararlar almıştık. Kendi çıkarımızı düşünüyorduk ve o açıdan bakınca haklı görünüyorduk. Ama sadece kendi çıkarını düşünmek bir insanı da koca bir toplumu da kötü yapmaya sebep olabilir. Kendi çıkarını korumak haksa da karşındaki düşmanı çok mağdur ediyorsan bu doğru bir şey değildir. Özür dilemek, karşındakine iyi geldiği gibi insanın kendisini de iyi hissettirir. Suçluluktan arınmanın en temiz yoludur, özür dilemek.

Biz barış içinde yaşayan bir ülke olursak çok zengin, çok güçlü bir ülke olabiliriz. Gerçekten de ülkemiz senin ders kitabında da yazdığı gibi stratejik bir konumda. Komşularımızla ilişkilerimiz de biraz kötü. Bu nedenle silaha yatırım yapıp duruyoruz. Ama o paralarla, bir sürü okul, hastane, yol yapabiliriz. Mesela İsrail’den şimdi İran füzelerine karşı kalkan olarak kullanacağımız silahlar alıyoruz.”

Arçil gözlerini açarak, “İsrail bizim dostumuz mu?” dedi.

“Dış işlerinin çok zor, çok politik olunması gereken işler olduğunu,” söyledim. “İsrail bizim dostumuz değil elbette. Gazze’de bir sürü insanı öldürüyor. Çünkü korkuyor. Kendini güvende hissetmeyen insan saldırganlaşır. Oysa orada ancak taş üstünde taş bırakmazsa, yaşayan tek insan kalmazsa kendini güvende hissedebilir. Bu da mümkün değil. Bunun dinle filan alakası yok. Yaptığı insanlık suçu.Buna her insan, her ülke karşı çıkmalı. Ama ülkeler kendi çıkarları için seslerini çıkarmıyorlar. Ama çok, çok suçlu hissettiklerini, böyle sesiz kalmanın suça ortak olmak demek olduğunu onların da bildiğini, özür dilemeyi çok istediklerini ama çıkarlarının onları susturduğunu,” söyledim. “Ortadoğu’da işler o kadar karışık ki bir matematik dehası bile çözemez. Gazze’de Hamas diye bir örgüt var ve İran bu örgütü destekliyor. Aslında İsrail bir bakıma Gazze’de İran’la savaşıyor. Gazze’de çoğu kişinin Hamas’a üye olduğu düşünülürse, bu nedenle sivillerin ölmesine aldırış etmemesinin nedeni anlaşılabilir. Ortadoğu’daki ülkeler Müslüman dahi olsalar, Müslüman Filistin için bir şey yapmıyorlar, çünkü onlar da Hamas yoluyla İran’ın güçlenmesini istemiyorlar. Ayrıca bazısı ABD ile arkadaş ve onu kızdırmak da istemiyorlar. İsrail geçen yıl sosyal bilgiler dersinde görmüştün ya, böl, yönet taktiği uyguluyor ve Filistin’in uyum içinde güçlü olmasını istemiyor. Filistin’deki El Fetih örgütü var bir de. İsrail onu destekliyor, Mısır ve Ürdün de onu destekliyor.”

“Biz bir şey yapamaz mıyız?”dedi Arçil üzüntüyle. Başbakanımız şimdi Ortadoğu gezisinde, bir çözüm yolu bulmaya çalışıyor. Ama biz de çok güçlü bir ülke değiliz ki. Baksana İsrail’le yıllardır silah alışverişi yapıyoruz. Suriye ile İsrail’i barıştırmaya çalıştık ama gücümüz fazlasına yetmiyor.

“İsrail halkı karşı çıkmıyor mu ordusuna?” dedi. “Yok, çıkmıyor,” dedim. “Yüzde ellisinden fazlası onaylıyor. Hatta önümüzdeki seçimlerde hangi parti daha sertse ona oy verecekler. Çünkü onlar da korkuyorlar. Korkan her insan, her ülke akıl almaz şeyler yapabilir. İnsancıl duyguların en büyük düşmanı korkudur.”

Arçil, teşekkür edip sarıldı bana. “Doğru düşünmek çok zordur Arçil’ciğim. Çok uğraşmak, çok düşünmek lazım. Sisler, tuzaklar içindedir düşünce hayatı. Bazı güçlü araçların olması lazım. Örneğin düşünürken, demokrat olmak, insan haklarına saygılı olmak, insanların eşitliğine inanmak, hukuka aykırı işlere karşı olmak gibi ölçülerin olursa yolunu hiç şaşırmazsın. Mesela büyünce küpe takmak istiyorsun, tişörtlerinde metal şarkıcıların resmi var. Sana karşı çıkılmasını istemiyorsun, ama sen de başörtüsüne karşı çıkmamalısın o halde. Bazen çelişkiye düşebilirsin, politik olarak doğru görünen şey, senin insanlık ölçüne ters gelebilir. O zaman bence insan hakları neyi düşünmenin doğru olacağını öğütlüyorsa öyle düşünmek gerekir.”

Evet, çok didaktik ve sıkıcı görünüyor ama hayret, Arçil ilgiyle ve kesintisiz dinledi. Bu iyi bir şey. "Yine de" dedim, "bu konuşmamızdan sağda solda bahsetme, olur mu?"



*O kadar uzun olmuş ki tekrar okumaya üşendim. Umarım çok imla hatası yoktur.